Engel mi? Ne engeli?

apprentice

Üye
Üye
Katılım
Ocak 5, 2015
Mesajlar
83
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
Bugün okuduğum bir köşe yazısı okumanızı tavsiye ederim çok beğendim. Sonuna kadar okuyun.

“Aloooo, Nurişah Kim’le görüşecektim.”
Telaşlı bir erkek sesiydi telefondaki.
“Buyrun, benim.”
“Canan Kim isminde bir kızınız var mıydı hanımefendi?”
“Evet? Var!?”
Büyük kızımdan bahsediyordu ve ben o saate kadar çoktan gelmiş olacağı halde, hala daha ortalıkta görünmediği için meraktan ölmüş
durumdaydım. Bu telefonla da yüreğim ağzıma gelivermişti birden.
“Hayırdır? Bir şey mi oldu yoksa?”
“Yok yok! Telaş etmenize gerek yok hanımefendi, kızınız şu anda Dokuz Eylül Hastanesi’nde ama merak edilecek bir şeyi yok. Ufak bir kaza geçirdi sadece. Şuuru da yerinde. Zaten telefon numaranızı da kendisi verdi. Ama gelseniz iyi olur.”
Telaş etmeme gerek yok mu?
Aman Tanrımmmmmmmmmmm!
Bu yerinden çıkacakmışcasına atan yürek benim mi şimdi?
Buz kesilen ve tir tir titreyen eller?
Ya bir anda dermanı kesilen bacaklar?
Ne yapacağım ben şimdi?
Çantamı alayım ve hemen gideyim en iyisi…
Çantam nerede?
Şu dolaptaydı…
Yok yok, öteki dolapta galiba…
Salona mı koymuştum ne?
Salonda ne işi var canım, herhalde kızların odasındadır.
Çantamı bulsam ne olacak ki?
Zaten param da yok kiiiii…
Ehh Toranaga, dört günlük de olsa yurt dışına gidecek başka zaman
bulamaz mıydın sanki?
Hah, küçük kızım Aydan’ım da tam zamanında kuaförden geldi.
– Anne neyin var senin, n’olduuuuuuu?
Bet beniz atmış bir surat ve kocaman kocaman açılmış dehşetle bakan gözleri kim görse ödü patlardı zaten.
Niye bizim de kanatlarımız yoktu sanki?
Niye bu trafik bu kadar yoğun?
Niye bu taksi bu kadar yavaş gider?
Niye böylesi durumlarda saniyeler bile yıl gibi gelir insana?
Hastaneye geldik de n’oldu sanki? Bir Allah’ın kulu yok ki bizimle ilgilenen.
Hah, nihayet birileri çıktı karşımıza…Canan’ım “Acil”deymiş.
Tomografisi çekiliyormuş. Hayati tehlikeyi atlatamamış.
Boynu kırılmış da!
Ühüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüü…
**
Bir Cumartesi günüydü bütün bu yaşananlar.
Hafta sonuydu yani.
O yüzden sadece nöbetçi doktorlar vardı hastanede.
Saatler sonra, yani ancak gecenin on birine doğru yer yokluğundan sekiz kişilik bir koğuşa yatırdılar kızımı.
İlk olarak da hemen kulaklarının üstündeki yerlerde bulunan saçlarını demir para büyüklüğünde kazıdılar ve ucunda sekiz kilo ağırlık olan, kova sapı gibi demir bir çubuğu da bu kazınan yerlere monte eder gibi sıkıştırdılar.
Kırılan ve kayan boyun omurları böylelikle düz bir sıraya gelecek, ancak ondan sonra ameliyata hazır hale gelecekmiş.
Ben ise sabah uyandığımda başka hayallerim varken, gecenin bu saati itibariyle yanında refakatçi kalmıştım.
Kuru bir sandalyenin üstünde.
Yatacak yer yok çünkü.
“Asker üşümez!” der gibi, “Refakatçi uyumaz!” gibi de bir inanış vardı galiba tüm hastanelerde.
“Robot”tu ya onlar!
Herhalde ondandı!
**
İki gece sandalye üstünde tüneyerek, binbir türlü üzüntüyle yüreğim burkularak Pazartesi sabahını zor ettim ve saat dokuza doğru da koridordan gelen emrivaki bir sesle irkildim.
“Vizit var. Refakatçiler hemen dışarı!”
Hemen ardından güleç bir hemşire göründü kapıda. Az önce söylediklerini gözümüze baka baka tekrar edince ne dediğini kavramaya çalıştım. Aslında anladım da anlamak istemedim.
Çaresiz diğer refakatçilerle birlikte terk ettik orayı.
Bir de ne göreyim, şef olduğu her halinden belli olan bir doktorla, onun etrafında fır dönen orta yaştan gence doğru, sekiz on tane daha doktor art arda koğuşa dalmasınlar mı?
Hastalar muayene ediliyor ve şu andaki son durumlarına göre, gün içinde ne gibi tedavi uygulanacağı bu vizitlerde kararlaştırılıyormuş meğer.
Meraktan ölmek üzereydim.
Acı bir sürprizle bir anda ben de bir hasta yakını olmuştum ve de kızımın durumunu en uzman kişiden, en sağlıklı biçimde öğrenebilmek için de can atıyordum.
Öğrensem ne olacaktı ama olur mu, bu benim en doğal hakkımdı bir defa.
Bizi dışarı çıkarmalarına çok bozularak, hemen kapının yan tarafındaki duvarın dibinde yere çökmüş, dört gözle bana verilecek bilgiyi bekliyordum.
Hah işte, nihayet vizit bitmiş, doktorlar grubu kendi aralarında yorumlar yaparak uzaklaşmaya başlamışlardı bile.
Nereye gidiyorlardı bunlar?
Kimse bir şey söylemeyecek miydi yani?
O panikle oturduğum yerden, sitem dolu bir sesle arkalarından seslendim.
“Bize kimse bakmayacak mı?”
Şef olduğu her halinden belli olanı, bana şöyle yan gözle bir baktıktan sonra yanındakilere dönerek zor duyabildiğim bir sesle “Kim bu?” diye sordu.
Yine fısıltı şeklindeki konuşmalardan, benim hakkımda bilgi verdiklerini şöyle böyle duyarak anladım.
“Hemen kapının yanında yatan, trafik kazasında boynu kırılan
genç kızın annesi…”
Ohh, sesimi duyurabilmiştim işte… Bir şey söylemeden gidemeyeceklerdi. Umutla gözlerine baktım. Çünkü o anda dudaklarından çıkacak her kelimenin hayati bir değeri vardı benim gözümde.
Şef olanı karşıma dikildi.
Ancak bakışlarında bir tuhaflık mı vardı, yoksa bana mı öyle gelmişti?
Benimkilerde acının ve onun ağzından çıkacak her kelimeyi umutla beklemenin çaresiz ışıkları oynaşırken, onunkilerde vurdumduymazlık, kanıksamışlık ve donukluk vardı sanki.
“Çok kötü bir kaza geçirmiş kızın. Boynu kırılmış. Bugün ameliyat edilecek. Yürümeyi bırak, eğer kendi başına oturabilirse bile buna şükret sen!”
Gümmmmmmm!
Dünya başıma mı yıkılmıştı ne?
Ne diyordu bu adam yaaaa?
Ne biçim bir insandı?
Acımanın zerresi de mi yoktu yani?
Bir insan bu kadar duyarsız olabilir miydi be?
Duyduğum sözlerle yüreğim buzdan bir kıskacın içine girmişti sanki.
İnanılmaz bir şok ve öfke nöbeti geçirirken sakin olmaya çalışmak nasıldır bilir misiniz ?
Bilmeyin de zaten.
İnsanı kasıp kavuruyor, bir avuç küle döndürüyor çünkü…
Buz gibi bir sesle sordum:
“Peki ameliyatını siz mi yapacaksınız?”
Gülerek verdi yanıtını.
“Ne yazık ki ben yapamıyorum. Çünkü bugün on günlük bir tatile çıkıyorum.”
O anda ağzımdan çıkan sözlere kendim de inanamamıştım…
– Ameliyatı sizin yapmadığınıza çok sevindim. İyi ki tatile çıkıyorsunuz beyefendi…
Bu lafları ettiğim kişi bölüm başkanıymış meğer. Mesleğinde de en uzman kişiymiş.
Hiç önemli değildi benim gözümde.
Her şeyden önce insan olmalıydı.
**
Aynı günün akşam üzeri başarılı bir ameliyat geçirdi kızım. Perişan bir şekilde sabahladığımız dört günün sonunda ancak özel bir odaya geçebildik ve tam altı buçuk ay da o odada kaldık. Sanki bizim evimiz gibi olmuştu orası. Moral olsun diye her gün bir resim astım duvarlarına, bir balon veya bir süs. Ziyarete gelen eş-dostun da imzaladığı panolarla da doldurdum ayrıca.
Günlükler bile tuttuk.
Bir anda hasta statüsüne giren kızıma asla hasta demelerine de izin vermedim. Çünkü ateşli bir hastalık geçirmiyordu veya dermansız bir derdi de yoktu şükür. Sadece ne zaman sonlanacağını bilemediğimiz belirsiz bir zaman için hareket özgürlüğü kısıtlanmıştı. Üstelik aklı başındaydı ve de cin gibiydi. Görünür hiçbir yerinde en küçük bir çizik bile yoktu. Sadece sol kolunun derisi biraz sıyrılmıştı o kadar.
Onlar her vizitlerinde “Hastamız bugün nasıl?” dedikçe, ben “Burada hasta yok, onun adı Canan!” diyordum…
Karşılarında durmadan mızmızlanan hasta görmekten bıkmış olan doktorlarımız, her sabah temiz, bakımlı ve boynundaki boyunluğuna ve kendi başına sağa sola bile dönememesine rağmen, makyajı dahi yapılmış bir genç kızı ve aynı bakımlılıktaki annesini görünce gözlerine inanamamaya başladılar. Her gün odamızda ne gibi değişiklik olmuş diye de meraktan sık sık uğrar oldular.
Daha sonraki günlerde izinden dönen o “kendini beğenmiş, sinir” bölüm başkanları, meraktan ölse de uzun bir süre benim sert bakışlarım ve soğuk davranışlarım nedeniyle uzaktan bilgi almakla yetindi sadece. Ama bir gün, dayanamayıp o da geldi odamıza. Ve kızımdaki olumlu gelişmeleri görünce şaşkına döndü elbette. Oh işte, imkânsızı başarmaya çalışıyorduk ve görünüşe bakılırsa da, başarılı olma yolunda emin adımlarla ilerliyorduk.
Her şey yolundaydı güya ve tekerlekli sandalye ile sık sık bahçede gezintiye bile çıkıyorduk ama aradan altı buçuk ay geçmesine rağmen kızımın bu haliyle evimizde yaşamaya henüz hazır hissetmiyorduk kendimizi.
Özellikle de ben.
Yine böyle bir günde ziyaretimize gelip de kapımızı kilitli gören bölüm başkanı vakti geldi diye anında taburcu edince, mecburen kös kös döndük evimize…
İnsan her duruma ister istemez ayak uyduruyor. Doğanın kanunu gibi bir şey bu. Rüyamızda bile aklımıza getirmediğimiz bir kaza sonucunda günlük düzenimiz allak bullak olsa da, zamanla öyle ya da böyle başımızın çaresine bakmaya başladık elbette.
Üniversite ikinci sınıfa gidecekti kızım, kaza geçirdiği 1993 yılının 18 Eylül’ünde. Yabancı dil dalında Türkiye 5.si olarak girdiği okulunun da en gözde öğrencilerinden biriydi üstelik. Ancak mevcut durumu nedeniyle ister istemez bir yıl kayıt dondurmak zorunda kalmıştık.
O bir yılın sonunda sağlığında değişen bir durum olmamasına rağmen kızım kaldığı yerden okuluna tekrar devam etmek istedi. Bizim için çok zordu bu durum. Yedir, içir, giydir, kısacası her ihtiyacı ile ilgilen derken; bir de okula getir-götür gibi işlerle de başa çıkmaya çalışacaktık. Ama yine de seve seve kabullendik bu durumu. Yeter ki çocuğumuzu hayata bağlayan bir hedefi olsundu.
Bu isteğimizi okul yönetimine bildirmek üzere dekanın karşısına dikildiğim günü hayatım boyunca unutmayacağım…
“Efendim öğrencilerinizden Canan Kim kızım olur. Yabancı dil dalında Türkiye 5. si olarak kaydını yaptırmıştı. Ancak geçen yıl geçirdiği talihsiz bir kaza sonucunda felç olduğu için dondurmak zorunda davranmam gerekiyor.”kaldı kaydını. Gelin görün ki; bu yıl her ne olursa olsun tekrar devam etmek istiyor okuluna. Fakat öğrendim ki sınıfı 4. katta imiş. Yürüyemediği için merdivenleri çıkması imkânsız gibi bir şey. Sırtımızda taşıyalım desek, takdir edersiniz ki o da kolay değil. Çözüm de değil. Asansörü kullanmamız şart. Ama duydum ki; asansörü kilitlemişsiniz ve de kullanma yasağı getirmişsiniz! Bu konuda desteğinizi ve yardımınızı rica edecektim.”
Kaykılarak oturduğu koltuğundan yüzünü buruşturarak şöyle bir doğruluyor Dekan Efendi. Huzursuz olduğu her halinden belli. Ayıp olmasın diye ilgilenir gibi konuşuyor sanki.
“Geçmiş olsun. Şu andaki durumu nedir peki?”
Onun o tavırlarını görmezden gelerek içtenlikle anlatıyorum.
Bitirdiğimde de ağzından çıkacak her söze can simidi gibi sarılacakmışcasına umutla bakıyorum yüzüne.
“Anlattığınıza göre, yürüyemediği gibi ellerini ve hatta parmaklarını dahi kullanamıyormuş kızınız. Bu halde okuyup da ne yapacak hanfendi? Bence bıraksın okulu daha iyi! Hem o zorluk çekmez hem de siz!”
Duyduklarıma inanamıyorum ve gerim gerim de geriliyorum ama belli de etmemeye çalışıyorum.
“Öyle diyorsunuz ama kızım okumak istiyor Dekan Bey. Nasıl bıraktırırız okulunu? Siz asansörü kullanmamıza izin verin yeter bize.”
Adam vurdumduymaz.
Adam oralı bile değil.
Sanki duvara konuştum ben.
“Kusura bakmayın, izin veremem! Bir kişiye göre değil, bütün öğrencilerin yararı doğrultusunda
“Ama keyfi bir istek değil ki bu Dekan Bey!”
“Yine de izin veremem hanımefendi!”
Yerimden nasıl doğrulduğumu bilemedim.
“Ne? Nasıl yani? O sizin en değerli öğrencilerinizden biri ve siz böyle söylüyorsunuz ha? Bu durumun çözülmesi için ne gerekirse yapacağım ve hatta hemen yarın cumhurbaşkanına kadar gideceğim, haberiniz olsun!”
Bet beniz kalmadı sanırım bende. Titriyordum da sanki. Baktı ki durum ciddi, alttan almaya başladı Dekan Efendi.
“Sakin olun hanfendi. Bir çözüm buluruz belki.”
Dişlerim sıkılı ve kaskatı bir şekilde tekrar oturuyorum yerime.
“Asansörü kullanmamıza izin verecek misiniz yani?”
“Evet ama bir şartla olabilir belki”
“Nasıl yani? Ne şartı?”
Biraz düşünür gibi yaptıktan sonra lütuf eder gibi konuşuyor.
“Bakım masraflarını siz üstlenirseniz ancak o zaman izin verebilirim.”
Bütün öfkemle “Allah canını almasın adam!” diye geçiriyorum içimden.”Senin gibi dekan olmaz olsun be!”
İçimde bu deli rüzgârlar eserken, dışımdan çocuğumun hatırına mecburen “Tamam Dekan Bey!” diye cılız bir sesle cevap veriyorum…
Kaza sonrası kaldığımız yerden hayata devam etmeye karar verir vermez ilk engel hiç beklemediğimiz böylesine bir yerden ve kişiden gelince hayal kırıklığı da o ölçüde büyük olmuştu ama bu asla yıldıramamıştı bizi. İnadına okuldan mezun oluncaya kadar, yani dört yıl boyunca her zorluğa göğüs gererek okula getirip götürdük kızımızı. Asansörün tüm bakımlarını da üstlenerek tabii.
Diplomasını aldığımız gün dünyalar bizimdi artık.
Başarmıştık!
Bundan sonrası Allah kerimdi!
Evet, Allah’ın kerim olduğu bundan sonrasında 5 yıl daha geçti aradan…Bu beş yıl içinde fizik tedavilerinden fırsat bulur bulmaz önüne gelen her kitabı okudu kızım. Hiç ara vermemecesine ve beyaz dizi romanlarından tutun da dünya klasiklerine kadar her türden hem de…
Bu arada bilgisayar ve internet girmişti hayatımıza. Parmaklarını kullanamasa bile ellerinin yan taraflarıyla basabildiği tuşlarla yavaş yavaş da olsa yazabilmeye de başlamıştı.
Günün birinde okuduğu bazı kitapların çevirilerini beğenmemeye ve “Ben olsaydım bu cümleyi böyle kurmazdım!” demeye başladı. Sonunda öyle bir an geldi ki “Dayanamayacağım ben bu imla hatalarına. Yayınevine yazı yazacağım ve çevirmenlik yapmayı teklif edeceğim!”dedi.
Çok şaşırmakla birlikte çok da sevinmiştik bu fikrine. Öyle ya, hem dekanın o kadar itirazına rağmen onca sene o okul yollarını boşuna tepmemiş olacak hem de hayata tutunması adına müthiş bir motivasyonu olacaktı.
Nitekim kabul edildi dilekçesi.
İlk çevirdiği kitap romantik bir beyaz dizi türü idi. Aldığı ücret de sudan ucuzdu ama hiç önemi yoktu… Verdiği huzur ve kendine güven muhteşemdi çünkü. Bu hızla ve şevkle üç yıl devam etti çeviriye. Ettikçe de kendini geliştirdi ama aldığı ücret artık tatmin etmemeye başlamıştı. Büyük bir özgüvenle diğer yayınevlerine CV’sini gönderdiğinde ve ALTIN KİTAPLAR Yayınevi’nden deneme çevirisi talebi geldiğinde kabına sığamaz olmuş, büyük bir heves ve dikkatle yaptığı bu çeviri çok beğenildiği için de “KARA EV” isimli kalın bir Stephen King romanı İngilizceden Türkçeye çevrilmek ricasıyla kendisine gönderilmişti…
Türkiye çapında başarılı bir çevirmen olmasının dikenli taşlı yollarını, önüne yığılan engellere rağmen böyle aştı işte sevgili kızım Canan Kim.

Bugün bu linkte de görebileceğiniz üzere; Altın Kitaplar | Canan Kim
sadece ALTIN KİTAPLAR Yayınevi için otuza yakın kitap çevirdi ve çevirmeye de devam etmekte kızım.
Bize de bu başarısının dayanılmaz gururu düşmekte elbette.
Bir de engelsiz insanların “engelli” diye yaftaladıkları insanlara “bakış açılarını” her ne olursa olsun “değiştirmek düşmekte” tabii.
Bu konuda bilinç yükseldikçe engeller de bir bir yok olup gidecek, “engelli engelsiz” tüm bireyler ortak yaşam alanlarını aynı ölçüde ve aynı kolaylıkla kullanabilme özgürlüğünü elde edeceklerdir.

Bunun tez zamanda gerçekleşmesi ise en büyük dileğimdir…
 
Tekerlekli Sandalye
Üst