Din, Bilim Ve Uygarlık Işığında ATATÜRK'Ü ANLAMAK
Din, Bilim Ve Uygarlık Işığında ATATÜRK'Ü ANLAMAK
Miladi 610 yılında, Asya'nın güneybatısın- da yayılmaya başlayan İslâm'ın; sosyo-kültürel yönden toplumlarda meydana getirdiği en büyük etkilerden birisi, muhatabı bulunduğu kitleleri; sözden fiiliyata, konuşmaktan yapmaya, reaksiyondan aksiyona geçirmiş olması idi. Bundan böyle bazı oryantalistlerin, Kur'an indikten sonra eski Arap şiir ve edebiyatının gerilediğine ilişkin tezleri doğrudur ve yerin- de bir tespittir. Çünkü Kur'an, tek övünç ve galibiyet malzemesi şan, şe- ref ve soy üstünlüğü olan ve bu temalar üzerinde şiir ve neşideler düzmek- ten başka hiçbir özelliği bulunmayan kabileler topluluğunu; akıl, fiil ve inanç örgüsüyle şekillenen apayrı bir mantaliteye çağırmış; bir bakıma onları, arkaik kalıpların pinekletici karanlığından; aklın, imanın ve hareketin kanatlandırıcı ay- dınlığına çıkarmıştır. Belki bundan böyle Hz. Peygamber, tesis ettiği site devleti- ne başkent olarak seçtiği Yesrib'in ismini; Medine-i Münevvere / Aydınlık Kent şeklinde değiştirmiştir.
Önce, doğduğu bölge olan Arap yarımadasını ışıtmaya başla- yan İslâm; Akat, Sümer, Nebati, Sasani ve Doğu Roma uygarlıkla- rının bakiyyesini de içine alan güç- lü bir devinimle hızla yayılıyor; güneyden kuzeye taşan fetihlerle; Mezopotamya'dan Asya içlerine, oradan da Kuzey Afrika'ya, hatta Güneybatı Avrupa topraklarına kadar uzanan bir coğrafyada; aske- rî, siyasî ve kültürel bir hareket- lenmenin de temel eksenini oluştu- ruyordu. Özellikle miladi 7. asırda, İs- lâm dünyasında gelişmeye başla-yan ilmî inkişaf; 8 ve 9. yüzyıla gelindiğinde, kıtalararası iletişim ve kültürel alışverişin büyük bir ivme kazanmasına sebep olmuştu. İlmî düşüncenin, İslâm dünyasında olabildiğince serpilip boy attığı bu yüzyıllarda, eski Yunan düşünür ve filozoşarının birkaç faraziye ve deneyden öteye götüremedikleri bilim dallarını yeniden ele alıp ge- liştiren İslâm bilginleri, aynı za- manda bilimsel düşünce mantığı- nın da Avrupa'ya ilk taşıyıcıları olarak tarihe geçtiler. Hatta Abba- siler devrinde, hükümdar Me'mun tarafından; sırf bilimsel kitapları tercüme etmek ve ilmî araştırmala- rı geliştirmek gayesi ile, 830 yılın- da, Bağdat'ta Beytülhikme / Bili- mevi (Bir nevi o devrin NASA veya TINK-TANK'ı) adı verilen bir mer- kez kurulmuştu. Beytülhikme'yi bizzat görmüş ve kütüphanesinden yararlanmış olan İbn Nedim, bu konuda çok kıymetli bilgiler ver- mektedir.
Onun tespit ettiği müter- cimler listesine göre; Grekçe'den Süryânice'ye, oradan da Arapça’ya tercüme yapanların sayısı kırk ye- diyi buluyordu. Farsça'dan tercü- me yapanların sayısı on altı, Sanskritçe'den tercüme yapanlar üç kişi idi. İbn Vahşiyye de çok sa- yıda bilimsel eseri, Nebati dilinden Arapça'ya çevirmişti. Bu ilmî ge- lişme ve kalkınmayı, adeta bir res- mî siyaset olarak benimseyip des- tekleyen Me'mun, sadece Grek- çe'den yaptırdığı tercümeler için 300 bin dinar para ödemişti. Bu dönemde; özellikle astronomi, ma- tematik, ışık, mekanik ve tıp bilim- leri alanında önemli gelişmeler ya- şanmıştır. Önce Tedmur taraşarı- na, ardından Vâsıt bölgesine birer rasathane kurulmuş; ünlü bir tek- nisyen olan Ebu Hasan'ın keşfetti- ği teleskopla gökyüzü gözlemleri yapılmış, Güneş ve Ay tutulmaları incelenmiş, gece ve gündüzün eşit olduğu günler tespit edilmiştir. Daha sonra kurulan Karahanlı- lar, Gazneliler ve Büyük Selçuklu- lar gibi Müslüman Türk devletle- rinde de, aynı ilmî gelişmeler arta- rak devam etmiş; dünya literatü- ründe yer alan ve yüzyıllarca bilim ve uygarlığa öncülük yapan İbn Si- na, Farabi, Biruni ve el-Kindî gibi büyük bilginler yetişmiştir. Oğuz- lar'ın Karaçuk kolundan olup Fa- rab şehrinde doğan Farabi (870- 950); matematik, fizik, kimya ve astronomi dallarında 160 kadar ki- tap yazmıştır. Ancak onu asıl önemli kılan, Helen felsefesinin, akılcı ve mantığa dayalı yönüyle İslâm düşüncesini kaynaştırdığı, felsefe alanındaki çalışmaları ol- muştur.
Aristo'nun düşüncelerini en iyi açıklayan filozof olarak ün- lenen ve Muallim-i sâni / İkinci öğretmen namıyla tanınan Farabi, eserlerinin çoğunun çevrildiği Batı ülkelerinde Al-Farabius adıyla bi- linmektedir. Ayrıca Farabi; İh- sâu'l-Ulûm isimli eseriyle bilimle- ri ilk kez sınışandırmış ve geomet- rideki Öklit bağıntısını da açıkla- mıştır. Farabi'den etkilenen İbn Si- na da, birçoğu felsefe ve tıp alanla- rında olmak üzere 220 civarında bilimsel kitap yazmış, el-Kanun fi't-Tıp adlı eseri Latinceye tercü- me edilmiş, senelerce Avrupa üni- versitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Ardından; Harzem- şahlar'ın sarayında yetişen, daha sonra Gazneli Mahmud'un koru- masına giren Biruni de; matema- tik, geometri, astronomi, tıp ve coğrafya gibi alanlarda büyük ça- lışmalar yapmış, 110'dan fazla bi- limsel eser bırakmıştır. Farabi, İbn Sina ve Biruni tarafından başlatı- lan bu aydınlık yolda, daha nice bi- lim adamları yürümüş; fiehristani, el-Harezmi, İbn Rüşt ve Fahreddin Razi gibi büyük filozof ve bilginler yetişmiştir.
Bütün bunların yanında; sanat, mimarlık, yazı, cilt, çini, minyatür, seramik, taş veya maden işçiliği alanlarında da büyük gelişmeler olmuş; cami, medrese, kervansa- ray, imaret ve daruşşifa (hastane) gibi sanatsal, dinî, sıhhî ve sosyal yapılar inşa edilmiştir. Emevi ve Abbasiler'in yanı sı- ra; Gazneliler, Karahanlılar ve Büyük Selçuklular gibi Müslüman Arap-Türk devletlerinin dağılıp yok olmasının ardından; fiark-İs- lâm toplumları, tarihin en önemli makas değişimlerinden birisine şa- hit oluyordu. İlmî düşüncedeki gerileyiş... Bunun pek çok sebepleri olabi- lir. Fakat en önemlilerinden birka- çını: 1) Aklî ve felsefî bilimlerden kaçış 2) Moğol ve Haçlı akınlarının yıkıcı etkileri 3) Tasavvuf ve tarikatlarla or- taya çıkan edilgen düşünce proble- mi fieklinde sıralarsak, kanaatim- ce yanlış yapmış olmayız. Özellik- le 7, 8 ve 9. yüzyılda; ilmî düşün- cenin adeta zirvesine tırmanan bu fiark-İslâm devletleri, miladî 10. yüzyılın sonlarına doğru, Bağ- dat'tan Buhara ve Semerkant'a, Mezopotamya'dan Maveraunne- hir'e kadar uzanan coğrafî hilalin göz kamaştıran parlaklığını da ya- vaş yavaş gerilerde bırakıyordu.
Artık Harun Reşit, Me'mun, Gaz- neli Mahmut ve Melikşah dönem- lerinin terakki ve bilim yurdu olan Semerkant, Merv ve Bağdat şehir- leri, gün geçtikçe taht ve çıkar kav- galarının tozu dumana kattığı sisli birer kent haline bürünmüş, İslâm uygarlığının en nadide yıldızları olan bilginler doğmaz olmuş; İbn Sina, Farabi, Biruni, İbn Heysem, el-Kindî, Ebu Hayyan, Cabir bin Eşah, Sabit bin Kurra ve İbn Mis- keveyh gibi bilim öncülerinin yeri- ni; küfürle itham edilmeye başla- nan, horlanıp pıstırılan; bu sebeple de çalışmalarını gizlice sürdürmek zorunda kalan İhvanu's-Safa (İlk İslâm Ansiklopedistleri ve Hür Dü- şünenler Kulübü) benzeri ekoller almıştı. Daha sonraları kurulan Anado- lu Selçuklu Devleti'nde ise; eseşe ifade etmek gerekir ki, bu bilimsel gelişme, en iyimser deyimle dur- muştur. Bu dönemde Kayseri ve civarında parlayan Gevher Nesibe tıp külliyelerinin yanı sıra; Sivas Gök Medrese, Konya Karatay Medresesi, kervansaraylar ve Ala- addin Keykubat'ın inşa ettirdiği Alanya Tersanesi dışında göz dol- duran bilimsel bir gelişmeye pek rastlanmaz. Bunun, Haçlı seferleri başta olmak üzere; şehirleşmenin ağır oluşu, çeşitli malî ve siyasî sı- kıntılar, taht kavgaları, tasavvuf ve tarikatların etkisiyle ortaya çıkan ve zaman zaman entellektüel çev- reyi de tesiri altına alan edilgen düşünce krizi gibi; sosyal, kültürel ve ekonomik nedenleri vardır.
Selçuklu Devleti'nde; tasavvuf veya tarikatların, Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında kuşkusuz çok önemli bir misyonu vardı. Bu ve daha sonraki dönem-lerde, tasavvuf ve tarikatların; tek- keleri, zaviyeleri, fetih ve gazalara olan müspet katkıları ve hatta Türk-İslâm edebiyatına kazandır- dıkları edebî yapıtları açısından toplumsal bir gerçekliğinin olduğu açıktır. Ancak bu özel durumun, bir geçiş döneminin gereği olarak kabul edilmesi gerekirdi. Çünkü bu mistik kitleselleşmenin uzun süre devam etmesi; etmemesinden çok daha zararlı olmuştur. Her şeyden önce; aklın özgür olması gerçeği erozyona uğramış, kitleler edilgen düşünce çıkmazına saplan- mış, kafa ve beyinleri istila eden tehlikeli bir işgalle karşı karşıya kalınmıştır.
Böylece özgün İs- lâm'ın, Farabi'nin ve Rağıp el-İs- fehânî gibi büyük düşünürlerin in- sana ait en önemli vasıf olarak ka- bul ettikleri hür düşünce olgusu dumura uğramış; mürit mürşitle, ilim alimle, tilmiz üstatla sabitlen- miştir. Kaldı ki; Hz. Peygamber bile, sahabenin; "Bu kendi görüşü- nüz mü yoksa vahiy mi?" şeklinde soru sorabilmelerine, hatta itiraz etmelerine imkan tanımış; birisi kalkıp "Ben zina etmek istiyorum" diyebilme cesaretini kendinde bu- labilmiştir. Osmanlı Devleti’nde ise; Fatih dönemi ile başlayan ve Ali Kuşçu ile bir süre devam eden bilimsel ışıltıyı; ardından Kadızadelerden Ahmet fiemseddin'in Padişah'a sunmuş olduğu bir arizayla kısa sürede hızı kesilen İstanbul Rasat- hanesi denemesini, Mimar Si- nan'ın şaheserlerini, İsmail Gelen- bevi'nin logaritma alanındaki ça- lışmalarını, Piri Reis'in haritalarını ve nihayet Tanzimatla başlayan uyanış dönemindeki gelişmeleri istisna tutarsak, bilimsel gelişme açısından büyük bir gerileme yaşa- dığımızı görürüz. Bahsi geçen is- tisnalar da, aslında; yazımızın ba-şında anlatmış olduğumuz, o bili- min altın çağına ait dönemlerin bir kalıntısı idi.
Mesela Ali Kuşçu gi- bi bir dahi, özbe öz Osmanlı mek- tep veya medreselerinde yetiştiril- miş bir bilim adamı değildi; Uluğ Bey ekolünde ihtisaslaşmış; Uzun Hasan'ın elçisi olarak İstanbul'a gelmiş, Fatih tarafından keşfedilip Osmanlı ülkesine davet edilmişti. Oysa biz; 7, 8 ve 9. yüzyıldan devraldığımız ilmi gelişmenin iv- mesini, Selçuklu devrinde daha yüksek zirvelere doğru tırmandır- malı, hatta teoriden pratiğe geçir- meli, Osmanlı devrinde de Sanayi Devrimi'ni gerçekleştirmiş; bugü- nün "Audi"sinin yerine, "Kanuni" markalı otomobiller üretmiş olma- lıydık... Bugün Batı'nın; tıp, bilim, teknik, edebiyat ve barış dalların- da vermiş olduğu Nobel Ödülleri- ni, Câize-i fiahane-i Osmaniyye adıyla biz dağıtmalıydık bütün yeryüzünün dört bucağına... Sah- ralardan buzullara, adeta köpürt- meliydik o devasa uygarlığımızın gürül gürül akan çağlayanlarını...
Bir Farabi, bir İbn Sina, bir İbn Rüşt bile yetiştirememiştik. Nere- deyse on asra varan koca Selçuklu ve Osmanlı devirlerini, bilimsel açıdan nadasa bırakmıştık sanki... Nerede hata yapmıştık? Niçin gelişmelere ayak uyduramamış; bilimsel yönden terakki edeme-miştik? Askerî, idarî, mimarî ve ekonomik alanda, devrinin belki de Amerikası sayılan bu iki büyük İmparatorluğumuz; sekiz-dokuz asra yaklaşan Orta, Yeni ve Yakın çağlar boyunca, miladi 7. ve 10. yüzyıl arasında müthiş bir patlama kaydeden bilimsel inkişafı; acaba niçin cihanın gözünü kamaştıran bir uygarlığa taşıyamamıştır? Hür düşünceyi dondurmuş, din ve dava kavramlarını ütopik kalıplara sok- muştuk çünkü. Adeta din, her şe- yin asal ekseni haline gelmişti. Oysa din ayrı, siyaset ve bilim ay-rıydı. Her şeyin başlangıcı ahiret olmuştu.
Oysa biz, şu anda dünya- da yaşıyorduk. Buranın kendine mahsus determinik kuralları vardı. Atı alan Üsküdar'ı geçerdi. Hem dünyası çamur olanın, ahireti nasıl mamur olacaktı? Madde mânânın önsözü değil miydi? Bir cümleyi meydana getiren kelimeler bozuk olduğu zaman, mânâ da anlamını yitirmez miydi? Bütün bunlar gün gibi ortadayken; dini, pozitişiğin çıkışı yapacağımız yerde, negatif- liğin girişi haline getiriyorduk. Özellikle Duraklama Devri'nden sonra, Devlet-i Aliyye'nin etrafını yapağı gibi saran Osmanlı entel- lektüelleri; büyük oranda dar bo-yutlu, ufuksuz, sığ görüşlü kimse- lerden oluşuyordu. Böylesi fikrî durağanlığın veya bilimsel teces- süsün zayıf olmasının bir göster- gesidir ki, Batılı devletlerin; bilim, teknik ve sanatta atak yapıp büyük bir kalkınma hamlesi başlattıkları 17. yüzyılı biz; maalesef saltanat kavgaları, nüfuz avcılığı, savaşlar ve sudan sebeplerle çıkan iç çekiş- melerle geçirdik. İşte Mustafa Kemal Atatürk, bütün bu çelişkilerimizi "gerçek- ten" gören bir ufuktu.
O; bizim yüzlerce yıldan beri, aynı kısır çe- kişmelerin içerisinde nasıl debele- nip durduğumuzu, din ile devlet iş- lerinin ayrılmaması halinde ne gi- bi vahim sonuçlar doğacağının çok iyi farkındaydı. O, sadece din ile devlet işlerini değil; ordu ile siya- seti de birbirinden ayırmıştı. Çün- kü bu iki kurumun birbirine karış- ması halinde nelerin olacağını, Ce- mal ve Enver Paşalar'ın, üniforma- larıyla birlikte İttihat ve Terakki Partisi'nde görev almalarından çok iyi biliyordu.
Atatürk'e göre İslâm dini; en son ve en mükemmel dindir; son din olmasının nedeni de budur. O; "Din vardır ve lazımdır.", "Dini- me; gerçeğin kendisine nasıl ina- nıyorsam, öyle inanıyorum." di- yordu. Yanlış olan ise; bu ilâhî müessesenin, din adına beşeri mü- dahalelerle dar kalıplara hapsedi- lip boğulmasıydı. Bu sebeple sal- tanat ve hilafeti kaldırdı; yerine 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı ka- nunla Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kurdu. Kemal Atatürk; Türk milleti- nin, Kur'an'ı ve İslâm'ı iyi okuyup anlamasını ve cehaletten kurtul- masını çok istiyordu. Aydınlanma ve kalkınmanın gerçekleşebilmesi için, bu şarttı. Sırf bu amaçla; Kur'an'ı ilk kez Türkçe'ye çevirtip bastırdı ve ücretsiz olarak dağıttır- dı (1927). Merhum Elmalılı Mu-hammet Hamdi Yazır'a; Hak Dini Kur'an Dili adıyla Kur'an'ın bilim- sel çevirisini yaptırdı, ücretsiz ola- rak halka dağıttırdı (1936). Sağ- lam hadislerin; Sahihi Buhari adıyla Ahmet Naim ve Kamil Mi- ras'a çevirisini yaptırdı, yine aynı şekilde halka ücretsiz dağıtılması- nı sağladı (1932). Osmanlı devrin- de; baştan sona, anlamı hiç bilin- meden okunup dinlenen Arapça hutbeleri Türkçe'ye çevirtti (1932). Atatürk; deha sahibi bir asker olduğu kadar, tarihimizin bin yıl- lık tashihini yapan büyük bir düşü- nür, ilke ve inkılâpları gün geçtik- çe haklılık kazanan ender bir reh- berdir.
O; yüzlerce, hatta binlerce cilt kitabı şerh düşerek okuyacak kadar bilime düşkün, "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir." vecizesini söyleyecek kadar gerçekçi idi. Atatürk'e göre, iki şey asla işgal al- tında olamazdı; vatan toprağı ve insan beyni... Çünkü birincisini kaybeden "ulusal", ikincisini kay- beden de "bilimsel" bağımsızlığını yitirmiş olurdu. Böyle olunca, ülke ve onun çocukları; önce bireysel özgürlüğünü, ardından da yaratıcı- lık ve üreticiliğini kaybetmiş olur- lardı. Bundan böyle bir konuşma- sında; "Bağımsızlık benim karak- terimdir." demişti. Bir diğer ko- nuşmasında da; "Cumhuriyet; aklı hür, vicdanı hür, irfanı hür genç nesiller ister." özdeyişini söyle- mişti. Çünkü özgürlüğün öldüğü yerde bilim bitmez. İslâm ülkeleri- nin bugün dahi ilerleyip kalkına- mamasının altında, hür düşünce olgusunun tam olarak gelişeme- mişliği yatmaktadır.
Atatürk'ün; bizi çağdaş uygar- lık düzeyine çağırması ve bu uğur- da bir dizi inkılâplar gerçekleştir- miş olması, kuşkusuz O’nun; Ba- tı'ya ve Batılılar'a duyduğu kuru bir hayranlıktan kaynaklanmıyor- du. Bu; varlığın doğal bir akışı ve tarihimizin en isabetli kararıydı. Çünkü, uygarlık güneşi Batı'nın üzerindeydi. Bundan böyle; Asrı- saadette kuşluğu, Emevi ve Abba- silerde öğleyi, Selçuklu ve Osman- lı'da öğleden sonrayı, Gerileme devrinde ikindiyi, Tanzimatta ak- şam telaşını; Cumhuriyet'te de Ba- tılılaşmayı yaşayan uygarlık güne- şinin peşinden koşup, aydınlanma- mız gerekiyordu. Bizi geriye bıra- kan da; güneşin tam tepemizde, or- talığın günlük güneşlik olduğu za- man diliminde mışıl mışıl uyumuş olmamızdı. Bu yönüyle, tarihin seyri ile kozmik akış arasında doğ- rudan bir ilişki vardır. İşte Atatürk; tarihimizin böylesi bir ray değişi- mine ihtiyacı olduğunun çok yaki- nen bilincindeydi. O; bütün içtenli- ği ile şöyle diyordu: Yaptığımız ve yapmakta oldu- ğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen mo- dern ve bütün mana ve şekliyle ol- gun bir topluluk haline getirmek- tir; inkılâplarımızın esas gayesi budur.
Din ile uygarlık arasında dolay- lı bir ilişki vardır. Her şeyden önce, ortak aklımızın ve maşeri vicdanı- mızın ulaştığı refah ve kalkınma- nın en küresel toplamı olarak ifade edebileceğimiz uygarlık kavramı; ilk güzele götürücü ilkelerini ve sarsılmaz saptamalarını, kuşkusuz dinlerin insanlığa armağan ettiği yüksek ilâhî vasışardan almıştır. Bunun bir sonucu olarak, hemen hemen üç büyük dinin dikkat çekti- ği "büyük günahlar" düzinesinin birçoğu, bugün neredeyse tüm dün- ya milletlerinin veya devletlerinin hukuk anlayışında ortak bir norum olarak karşımıza çıkmaktadır. Me- sela hırsızlık yapmak ve insan öl- dürmek gibi fiiller; üç büyük din olan Müslümanlıkta da, Hristiyan- lıkta da, Musevîlikte de günahların en büyüklerindendir. Aynı günah- lar, bugün; hemen her dünya ülke-sinin de hukuk kavramına göre, ce- zaya mucip büyük birer suç olarak kabul edilmiştir. İnsanlık tarihi açı- sından bakıldığında; hırsızlığın bir suç olarak tespiti, -en azından- bi- rer bilimsel keşif olan "çeliğin ica- dı" veya "Ohm kanunu" kadar önemlidir.
Çünkü bu suç "üst ben- liğin cazibesi" açısından, kişinin kolayına gelen beşeri garizeleriyle örtüşmektedir. fiayet böylesi bir suç, başlangıçta ilâhî kaynaktan beslenen bir ikazla geriletilmemiş olsaydı, insanlık tarihinin en ilkel sosyolojik adımları olan klan ve fratri dönemleri, kuşkusuz çok da- ha uzun yıllar devam edecek; dola- yısıyla, uygarlığın gelişimi daha da gecikmiş olacaktı. Buradan, şöyle bir sonuca varabiliriz. İnsanın üst- varlığı insanlıktır. Tıpkı her insa- nın, bir çocukluk döneminin olma- sı gibi, insanlığın da bir çocukluk dönemi vardır. İnsanoğlu; nasıl sü- rünür, emekler, daha sonra da yü- rümeyi öğrenir ve koşarsa; insanlık da önce sürünmüş ve emeklemiş, ardından yürümeyi öğrenip koşma- ya ve hatta uçmaya başlamıştır. Başka bir deyişle, dün ilâhî buy- ruklarla yürümeyi öğrenen insan- lık; bugün tekerleği ve otomobili icat etmiş, gökyüzüne uçaklar sal- mış; yasamayı, yargıyı ve yürütme- yi öğrenmiştir.
Din, bütün insanlığın kozmik kimliğini tayin eden bir realitedir. Başka bir deyişle o; biz kimiz, ne- reden geliyoruz, nereye gidiyoruz sorularının, en üst perdeden tek ce- vap vericisidir. Bu soruların, dine göre cevaplarını kaldırdığınız za- man; bütün insanlığı, hatta bütün varlık alemini en büyük anlamsız- lık kriziyle karşı karşıya bırakmış olursunuz. Hak ve hukukun öldü- ğünü, ceza ve mükafatın komikleş- tiğini, mânânın yok olduğunu ve yeryüzünün birdenbire hiçleşip, bomboş bir çöle dönüştüğünü gö- rürsünüz.
Bundan böyle Ata-türk’ün; “Din vardır ve lazımdır.”,“Dinime; gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum.”şeklindeki sözlerinin içerdiği engin mânâ, dinin; aklımızın, fıtratımızın ve sosyolojik gerçeklerin olmazsa olmazı konumunda bulunmasına işaret etmektedir. Unutmayalım! İslâm bize; tes- limiyetçiliği, güdülgenliği, bağım- lılığı, edilgenliği, geriliği ve dinde aşırılığı değil; aksine yalnız Allah'a teslim olmayı, etkenliği, bağımsız- lığı, ilericiliği, aşırılıktan kaçınma- yı ve uygar olmayı öğütlemektedir.
Hz. Peygamber'in, başkent olarak seçtiği Yesrib'in adını Medine şek- linde değiştirmiş olmasının nedeni de budur. Çünkü Medine, kent; me- denî de Medineli, sivil, kalkınmış, şehirli ve uygar demektir. Korkmayın! Sadece sevin ve sevinin. Allah insanı; kendisine, beni niçin var ettin? sualini sordu- racak kadar özgür yaratmıştır. Za- ten bütün problemler; insanlıkta değil insanlığımızda, dinde değil dinciliğimizde, İslâm'da değil Müslümanlığımızda, imanda değil mü'minliğimizde düğümlenmekte- dir.
1) Dr. Nuri ÜNLÜ, Anahatlarıyla İslam Tarihi, İFAV Yay. s. 145.
2) Prof. Dr. Doğu ERGİL, Atatürk- çü Düşüncenin Temeli Laiklik, DTYK, s. 245.
3) Türkiye Diyanet Vakfı İslam An- siklopedisi, cilt 6, “Beytülhik- me” maddesi.
4) M. ÖZÜNLÜ, Mısır Rüyası (Anı), 2000, Giriş Bölümü, s. 17, 18, 20'den seçme paragraf- lar.
5) Dr. Adnan ADIVAR, İstanbul Rasathanesi ve Takiyüddin, c.2, s. 99-110.
6) Atatürk'ün Söylev Ve Demeçleri, TTKY, c. 3, s. 70.
7) Mehmet ÖZEL, Atatürk, Milliyet Yayınları, s. 260.
8) Atatürk'ün Okuduğu Kitaplar, Anıtkabir Derneği Yayınları, 2002, cilt 1, s. 7.
Mesut Özünlü
Diyanet Aylık Dergi 143. Sayı
Kaynak: Din, Bilim Ve Uygarlık Işığında ATATÜRK'Ü ANLAMAK | diyanetdergisi.com