Gögkuşağı (Öykü)

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,505
Tepkime Puanı
189
Puanları
63
Yaş
50
Yorganını yavaşça kaldırdı. Soğuk hava, yorganın ağırlığıyla ısınmış vücuduna değince ürperdi. Tekrar üzerine çekti yorganı. Annesi sesleniyordu içerden. Soğuk da olsa güzel bir güne uyandığını belli edercesine neşeli geliyordu annesinin sesi. Aydınlık bir sabahın şefkatle kucaklanacağı kocaman kahvaltı masasını hayal etti. Ve kararlı hareketlerle yatağından kalktı. Banyoda yüzünü yıkarken gülümsedi kendine. Her gün geçtiği koridordan bir defa daha geçerek kahvaltı masasının bulunduğu salona ulaştı. Annesi mis kokularla dolu masanın başında çayını dolduruyordu. Derin bir nefes aldı ve sandalyesine otururken bugün yapacaklarını düşündü.
Bir arkadaşıyla buluşacak ve beraber resim sergisine gideceklerdi. Ardından ona güzel bir çay bahçesinde kahve ısmarlayacaktı. Sohbet edeceklerdi yine çocukluklarından beri yaptıkları gibi. Kahvaltıya başladığında babasının sesini duydu. Demek ki bugünün tembeli babasıydı. Gülümsedi ve babasıyla şakalaşarak pazar gününde tüm ailenin evde bulunmasının keyfini duyumsadı içinde. Kardeşi henüz uyanmazdı. Onun hafta sonları erken uyanamama gibi bir sorunu vardı. Günü ortasından yaşamaya başlıyordu. Üzülüyordu kardeşinin gününden kaybettiği bu zamanlara. Ama gençti ne de olsa, zaman geçtikçe anlayacağına şüphesi yoktu.
Masanın kenarında duran gazetesini aldı eline. Dünyada neler olup bitiyor öğrenmek lazımdı ne de olsa. Okudukça değişen ruh haliyle yorumlar yapıyordu ülkede olan bitene. Babasıyla her pazar yaptıkları gibi olanları, olması gerekenleri tartıştılar. Bu sırada annesi kahvelerini hazırlamıştı bile. Sohbet koyuydu, ancak arkadaşıyla buluşma saati yaklaşmaktaydı. Babasından izin isteyerek kalktı masadan usulca. Ve dışarı attı kendisini.
Kuş sesleri geliyordu kulağına. Kışın en yoğun zamanları olmasına rağmen güneşin sıcaklığıyla aralanmıştı soğuk hava. Baharı anımsatan şu güzelim havayı doyasıya içine çekti. Yürümeye başladı kaldırımda yavaş yavaş. Acelesi yoktu ne de olsa. Arkadaşı buluşacakları yere gelene kadar, o havanın güzelliğini sindire sindire yürüyebilirdi o muhite doğru. Yüzüne serin bir hava çarpıyordu. Ama güneşin varlığı da hissediliyordu her adımda. Kenardaki parkta oyun oynayan çocukların seslerini duydu ve o tarafa doğru çevirdi başını. Bahardan kalma havanın oksijenleriydi çocuklar. Kahkaha sesleri sokaklarda çoğaldıkça nefes alınabilir hale geliyordu dünya. Ve koşup oynamalarıyla hayat buluyordu solgun kaldırımlar.
Yürümeye devam etti. Çocukluğunu anımsatmıştı hala kulağında çınlamakta olan çocuk sesleri. Yaşadığı üzüntüleri, sevinçleri, oyuncaklarıyla ettiği yorgan altı sohbetlerini… Pencere önünde durup, yağmurun sesini dinleyerek ağlayışları geldi aklına. Bu yüzden yağmur damlaları hep gökyüzünün gözyaşlarıymış gibi hissettirirdi ona. O ağladığında gökyüzü de hisseder, ağlardı sanki. Severdi bu yüzden gökyüzünü. Küçücük çocuk yüreğinde ona destek olan en yüce varlıktı o.
Birden duraksadı. Arkadaşının seslendiğini, düşüncelerinin arasından zorlukla fark edebilmişti. Arkadaşının sesinin geldiği yöne döndü ve gülümseyerek arkadaşına sarıldı. Birlikte yürümeye başladılar. Hafta sonu yaptıklarından bahsederek, sergi salonuna giden otobüse bindiler. Sohbetleri bu sırada devam ediyordu. İşlerinin yoğunluğundan dert yandı arkadaşı, bu sebeple kedisine bile vakit ayıramadığından yakındı. Ne zamandır da görüşmemişlerdi, ne iyi olmuştu bu sergi. Uzun zaman olmuştu birlikte bir sergi gezmeyeli, bir yerlerde bir fincan kahve içip dertleşmeyeli. Arkadaşının gülümseyen ifadesi, sesine bile yansıyordu. Havanın güzelliğine, keyiflerinin yerinde olmasının eşlik ettiği böyle bir günde bir arada olmak gerçekten iyi hissettiriyordu.
Sergi salonuna yaklaştıklarında otobüsten indiler. Sergi sahibi arkadaşının bir tanıdığıydı ve bu sergide kendisine destek olmasını istemişti arkadaşından. Arkadaşı da ilk önce onu aramıştı sergiye birlikte gitmeleri için. Keyifle kabul etmişti bu teklifi. Sergilerde gezmeyi, insanların hayal dünyalarının açtığı çığırları fark etmeyi çok severdi. Sergi kapısından içeri girdiklerinde dolaşmaya başladılar usul usul. Resimlerin önünde dakikalarca duruyor, kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde bir şeyler konuşuyorlardı. İlgiyle parmaklarını resimlerin üzerinde gezdiriyordu, arkadaşına bir şeyler fısıldayarak. Gözlerini kapatmıştı bu sırada. Arkadaşı da sıcacık bir gülümsemeyle bakıyordu ona.


Önünde durdukları, ağacın gölgesinde oturup masumca gökkuşağını seyreden bir çocuğun resmedildiği bir çalışmaydı. Arkadaşına heyecanla anlatmaya başladı resimde duyumsadıklarını:
“Bir an için resimdeki çocuk gibi hisset kendini ve kafanı kaldırıp, gökyüzüne baktığını düşün. Kocaman, uçsuz bucaksız gökyüzü küçücük kalmış olsun ağacın heybetinin yanında. Ağaç öyle bir aşkla sarılsın ki gökyüzüne, gökyüzü görünmesin neredeyse ağacın heyecanından. İnsanları sevdiklerine bağlayan görünmez bağlar vardır ya hani, işte onlar kadar sağlam bir şekilde bağlı olsun toprağa ağaç. Her gün yol kenarlarında gördüğün bir ağaç bu aslında. Hepimizin kafasının içinde büyüyen, ancak kimsenin su vermeyi akıl etmediği bir ağaç. Uzun kollarıyla gökyüzünü sardığını hayal ederek yağmurlar yağdırıyorum ağacın yapraklarına bense. Daha bir yeşil artık ağaç… Daha bir aşkla nefes alıp veriyor artık ve daha mutlu sırtını ona dayamış çocuğun varlığından. Yağmurlar yağıyor toprağa usul usul ve küçük damlalar toprağa düştükçe arındırıyor tüm renkleri bir bir yerlerinden. Bütün renklerin birbirini kucakladığı o hayal dünyası, ağlayınca makyajı akmış bir kadın misali alacalanıyor. Karma karışık bir renk yığını halini alıyor. Yok oluyor tüm masumiyeti hayallerin ve akıp gidiyor netliği tüm her şeyin. Artık ne ağacın ağaçlığı görünüyor gözlere, ne de gökyüzü belirgin kalıyor çocuğun baktığı yerde. Her nesnenin rengiyse varlığını betimleyen, varlıklar kaybolup gidiyor bir an için yağan yağmurlara eşlik ederek. Sonra gökyüzünde her sabah yeniden doğan güneş gibi, bir bir yükseliyor renkler yeniden yerlerinden. Koşarak yerlerini almaya başlıyorlar. Ağaç yeniden belirginleşiyor. Gökyüzü mavisine tekrar kavuşuyor. Tekrar uçtuğu anlaşılacak kadar gri oluyor kuşların kanadı. Yağmurun bitmesiyle koşan renklere hayranlıkla bakan çocuğun dikkatini gökyüzü çekiyor birden. Yarattıkları onca kargaşadan, yok olan hayallerin masumiyetinden vicdan azabı duyarcasına gökyüzünde sıralanmış bütün renkler. Sarı, mavinin omzuna iliştiriyor başını. Kırmızı beyazın yanında dertli, başını önüne eğmiş cezasını bekliyor sanki. Tüm renkler, birbirinin aynısı olabilecek kadar sıradan, ancak tüm duyguları, heyecanları içlerinde barındıracak kadar da yoğun duruyorlar gökyüzünün beyaza yakın maviliğinde. Gökyüzünde sıralanan bütün o renklerin masumiyetiyle mahzunlaşıyor gökkuşağına bakan çocuk. Sırtını ağaca yaslıyor, başını gökkuşağının tüm dünyayı aydınlatabilecek rengârenkliğine çevirerek ilgiyle izliyor renklerin varlığını. Renklerin yokluğuyla oluşacak belirsizliği düşünüyor. Ve bir de hep var olmalarıyla oluşacak karanlığı… Bütün renklerin bir arada olma çabasının karanlıktan başka bir şey olmayacağını düşünüyor. Karanlığın aslında rengârenk bir dünya olduğunu fark ediyor ve gülümsüyor. Gözlerini kapatıyor. Ve yağmur sonrası ortaya çıkan toprak kokusunu içine çekerek kendi renkli dünyasında huzur buluyor.”
Arkadaşına kendi gözlerinde oluşmuş tabloyu anlatırken kapıldığı heyecanla gülümser haldeydi yüzü. Heyecandan fark etmemiş olsa da buz gibi olmuştu elleri. Kendi karanlık dünyasının rengârenkliğini hiç bu kadar kolay ifade edebildiği olmamıştı daha önce. Ressamın oluşturduğu sanat eserine bir defa daha hayranlıkla dokunup, bir kez daha tebrik etti bu çalışmayı.
“Çok teşekkür ederim.” diyordu sağ tarafında bir adam. Bir şeyleri sesli olarak ifade edip etmediğini tekrar düşünerek arkadaşının koluna dokundu. Arkadaşı gülümsedi, yanlarına gelen sergi sahibiyle konuşmaya başladılar. Hal hatır sorduktan sonra birbirlerine, ressam tekrar teşekkür etti, bu defa daha yüksek bir sesle. Arkadaşı neden teşekkür ettiğini sordu resimlerin sahibine. ‘Hiç bu kadar güzel ifade edildiğini duymamıştım eserlerimin.’ diyordu ressam gözlerindeki ışıltıyla. ‘Böylesi bir hayal gücünün sahibiyle tanışmak için geldim yanınıza aslında.’ diyordu ona bakarak. Konuşmanın kendisiyle ilgili olduğunu fark etmiyordu o ise, arkadaşı uyarıncaya dek. Görmeyen gözlerini kırpıştırarak adama doğru döndü ve ismini söyledi utangaç bir edayla. Böylesi bir hayal gücüne sahip birinin; aslında dünyayı, yalnızca görmüş olduğu karanlıkla bu kadar güzel ifade ediyor olduğunu o zaman fark edebilmişti ressam.
Karşısındaki adamın uzanıp elini tuttuğunu hissettiğinde duygulandı ansızın. Beklemedik bu durum karşısında ne yapacağını bilmez bir edayla arkadaşının koluna girdi usulca. Yıllardır her resimde hissettiği, duyumsadığı onca hayalin şimdi takdir ediliyor oluşu şaşırtmıştı onu. Şaşkınlığından kurtulur gibi olduğunda gülümsedi karşısındaki adama. Söyledikleri için ressama teşekkür etti. İzin isteyerek sergi sahibinin yanından ayrıldılar. Sergiyi dolaşıp, resimleri incelemeye devam ettiler.

Bir süre sonra arkadaşına yorulduğunu fısıldadı. Yoğun bir gün olmuştu. Arkadaşının sohbetinin eşlik edeceği güzel bir kahve düşüncesi daha şimdiden yorgunluğunu almaya başlamıştı bile. Arkadaşına gülümsedi ve birlikte salonun çıkışına doğru yürümeye başladılar. Aniden karşılarına çıkan ressamla sergi üzerine kısa bir sohbetin ardından, sohbetin devamını kahve içerken sürdürmeye karar verdiler.
Her zaman gittikleri çay bahçesinde gülümseyerek karşılanmışlardı. Garsonlar ilgiyle çay bahçesinin en sakin masasını hazırlamışlardı onlara. Bol köpüklü Türk kahveleri masaya geldiğinde ise, sohbetin derinleşmesi için hiçbir engel kalmamıştı önlerinde. Ressamın merak ettiği çok şey vardı ona dair. Soruları arkası kesilmeyecek kadar çoktu. Ancak böylesine bir hayal gücüne sahip birini sorularla bunaltmak istemiyordu. Dinlemek istiyordu yalnızca onun içinden gelenleri. Adamın merakını gidermek istercesine, arkadaşıyla çocukluğundan beri paylaştığı onlarca şeyi dile getirmeye başladı bir soru dahi sorulmadan:
“Bakmayın bana öyle. Görmesem de nasıl baktığınızı tahmin etmek zor değil. Sizin kadar normal bir insanım ben. Her gün sabah uyanıyorum, dişlerimi fırçalıyorum, görmesem de aynaya bakıp kendime gülümsüyorum. Her gün defalarca geçtiğim yollardan şaşırmadan geçiyorum. Ellerimle gazetemi okuyorum, babamla ülkenin durumunu, gidişatını tartışıyorum. Kitaplar okuyorum, tiyatro kayıtları dinliyorum. Hatta rüya görüyorum. Siz herkesin görüp, dokunduğu yüzlerce nesneye bakıyorsunuz her gün. Bense onlara dokunarak, kafamın içinde canlandırarak hepsini yüreğimde, hayallerimde görüyorum. Sizin hayal sandığınız onca şey, benim dünyamın vazgeçilmez unsurları. Her gün görüp de farkında bile olmadığınız nesneler ise, benim hayal dünyamın asıl kahramanları.”
Derin bir nefes aldı. Kahvesinden bir yudum alıp, başlayan yağmurun sesine dikkat kesildi.
“Çocuklar sokakta koşar oynardı, ben gidemezdim yanlarına. Pencere kenarında durur, seslerini dinlerdim. Ağlardım karanlık dünyama. Kimse cevap veremezdi sorularıma. Ben ağlarken gökyüzü bana kızarmış gibi gürlerdi ansızın. Anneler seslenirlerdi top peşinde koşan çocuklarına. Yağmur yağacak, eve gel, diye. Duyardım, ağlamaya devam ederdim. Sonra birden gökyüzünden düşen yağmur damlaları yeryüzünü ıslatmaya başlardı. Benim ağıdıma eşlik ederdi sanki gökyüzü. Birlikte ağlardık. O yeryüzündeki sokakları yıkardı gözyaşlarıyla, bense yüreğimin her köşesine sinmiş karanlığımı aydınlatmaya çalışırdım. Bir gün yağmurun ardından bir çocuğun sevinç çığlığını duymuştum, gökkuşağı çıktığı için seviniyordu. Yağmur sonrası açan güneşi rengârenk bir gökyüzüyle karşılıyordu doğa. Birden bir heyecan dalgası sarmıştı beni de. Sanki gökyüzünde beliren o gökkuşağını görecekmişim gibi sevinmiştim. Kendi karanlığımdan başka bir şey yoktu ama dünyamda. Gökkuşağı çıkmamıştı benim yüreğimde. İçimdeki gökkuşağını o zaman fark edebilmiştim ancak. Asıl gökkuşağı benim dünyamdı. Sizin gördüğünüz silik bir perdeden ibaretken, ben tüm renklerin hepsinin bir arada bulunduğu kocaman bir gökkuşağı barındırıyordum içimde. “
Üşümüş ellerinde tutuyordu fincanını ve elleri gibi buz kesmişti kahvesi de. Tek bir yudumda kahvesini bitirerek fincanını masaya koydu. Derin bir iç çekti ve ardından gülümsedi. Yaşadığı zorluklardan bahsetmek yormuştu onu. Zihnini toparlamak için bir müddet yoldan geçen arabaların seslerini dinledi. Yağmur dinmişti. Kendi gökkuşağına bakarak, söze devam etti:
“Ben şanslıyım. Okuyacağım gazete, kitaptan tutun, dinleyeceğim tiyatro kayıtlarına kadar düşünüp, benimle ilgilenen bir ailem var. Öylesine normal bir yaşam sürüyorum ki. Çevremde her gün karşılaştığım onca insanın, o acıklı bakışlarını fark etmek zorunda kalmıyorum mesela. Bu, belki de normal bir yaşam sürmemde en önemli destekçim oluyor benim. Benim kadar şanslı olamayanlar var ne yazık ki. “
Arkadaşının koluna dokunup yavaşça ayağa kalktı. Gitmek için hazırlanırlarken, ressamın ellerinden tutup tüm samimiyetiyle; ‘İçinizde büyüttüğünüz ağaçlarınıza yağmurlar yağdırın. Onların yeşilliğiyle bir tutun umutlarınızın rengini. Ve etrafınız karanlıksa, gökkuşağınıza tutunun.’ dedi gülümseyerek. Bir sonraki serginin ne zaman olacağına dair konuşmalar yaparak ilerlemeye başladılar birlikte. Arkadaşının koluna girmişti yürürken. Bastonuna ise gerek duymuyordu arkadaşı yanındayken.


ESER SAHİBİNİN;
ADI – SOYADI: ÖZGE BALPINAR

ÖZGEÇMİŞ: 1991 yılında Adana’da doğdum. Babam emekli, annem ev hanımıdır. Bir erkek kardeşim var. İlkokul eğitimimi 2002 yılında Ticaret ve Sanayi Odası İlköğretim Okulu’nda tamamladım. Ortaokul eğitimime aynı okulda devam ettim.(2005) Lise eğitimimi İbni Sina Anadolu Lisesi’nde 2009 yılında tamamladım. Halen Atatürk Üniversitesi’nde Fen Fakültesi dâhilinde Moleküler Biyoloji ve Genetik okumaktayım. 3.sınıf öğrencisiyim. Kitap okumayı, günlük tutmayı, bölümümle ilgili araştırmalar yapmayı severim. Müzik dinlemekten, ailem ve arkadaşlarımla vakit geçirmekten keyif alırım.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst