Kederi ömründen uzun olan dostlarım. Sizi bilmem ama benim garip bir tutkuyla hüznü ve kederi seven bir yanım var. En güzel şiirler hüzünlü olduğum zaman dudaklarımdan dökülür. En yaratıcı kelimelerde öyle. Sebebini tam açıklayamasam da hüzün ve keder insanın kendini, çevresini, yaşamı, belki mistik bir şekilde öte dünyayı sorgulamasına neden oluyor.
Günümüz insanının ve modern toplumların gereğinden fazla mutluluğu kutsallaştırdığına inanıyor, anı yaşamak, evrene sürekli pozitif enerji gönderme gibi kişisel gelişim uzmanlarının zırvalarının bireyin üzerinde sürekli bir “illa mutlu olacaksın” baskısı yarattığını ve bu baskının hüzün ve keder gibi insanın özüne dönmesini sağlayan duyguları tü kaka göstererek insana has olan bu duyguları sürekli törpüleme zorbalığında olduğunu düşünüyorum.
MUTLULUĞU VE KUSURSUZLUĞU KUTSAMAK
Hayatta pek çok şeyi hatta hayatın kendisini bile gereğinden fazla önemsediğimizin farkında mısınız? Sürekli mutlu olmayız, kusursuz bir hayatımız, kusursuz bir bedenimiz, kusursuz bir sevgilimiz, kusursuz arkadaşlarımız, kusursuz bir ailemiz olmak zorunda. Bunlardan birinden birinde bir kusur varsa hemen o kusuru kusursuz hale getirmenin yolları aramalıyız!
Kierkegaard’a göre, ““Hayat, çözülmesi gereken bir problem değil; yaşanması gereken bir gerçekliktir.”
Yeryüzünde hiçbir insanın hayatı “dikensiz gül bahçesi” değil. Hayatın doğası gereği yeryüzünde tek bir insan bile yaşamı boyunca sürekli bir mutluluk halinde olmamıştır. Her şeyin zıttı ile var olduğu bir dünyada teorik olarak bunun olması da mümkün değil zaten.
Kierkegaard’ın yukarda alıntıladığım veciz ifadesinde olduğu gibi, bizler hayatın bize sunduğu tatsız sürprizleri yaşanması gereken bir gerçeklik olarak kabul etmeyip çözülmesi gereken problemler olarak gördüğümüz için sadece hayatın gerçekliğinden değil kendi gerçeğimizden de uzaklaşıyoruz.
Hiç kimsenin yarına çıkacağının garantisinin olmadığı bir dünyada ve eninde sonunda ölümün gelip kapımızı çalacağı gerçeğini bile bile bize sunulan yaşam denilen armağanı hayatın doğasında olan sorun ve problemleri çözmeye çalışarak hayatımızı daha da problemli bir hale getirmek yerine o sorunların hayatın ve yaşamımızın bir parçası olduğu gerçeğini kabul ederek bu gerçeklikle birlikte yaşama yeteneğini geliştirebilirsek daha huzurlu ve mutlu bir yaşam sürdürmüş olmazmıyız?
Mutluluk denilen şey bir kelebek misali siz kovaladıkça kaçan birşeydir. Onu kendi haline bırakıp kendinizi hayatın akışına bırakırsanız hiç beklenmedik bir biçimde o kelebeğin gelip omzunuza konacağını göreceksiniz.
Günümüz insanının ve modern toplumların gereğinden fazla mutluluğu kutsallaştırdığına inanıyor, anı yaşamak, evrene sürekli pozitif enerji gönderme gibi kişisel gelişim uzmanlarının zırvalarının bireyin üzerinde sürekli bir “illa mutlu olacaksın” baskısı yarattığını ve bu baskının hüzün ve keder gibi insanın özüne dönmesini sağlayan duyguları tü kaka göstererek insana has olan bu duyguları sürekli törpüleme zorbalığında olduğunu düşünüyorum.
MUTLULUĞU VE KUSURSUZLUĞU KUTSAMAK
Hayatta pek çok şeyi hatta hayatın kendisini bile gereğinden fazla önemsediğimizin farkında mısınız? Sürekli mutlu olmayız, kusursuz bir hayatımız, kusursuz bir bedenimiz, kusursuz bir sevgilimiz, kusursuz arkadaşlarımız, kusursuz bir ailemiz olmak zorunda. Bunlardan birinden birinde bir kusur varsa hemen o kusuru kusursuz hale getirmenin yolları aramalıyız!
Kierkegaard’a göre, ““Hayat, çözülmesi gereken bir problem değil; yaşanması gereken bir gerçekliktir.”
Yeryüzünde hiçbir insanın hayatı “dikensiz gül bahçesi” değil. Hayatın doğası gereği yeryüzünde tek bir insan bile yaşamı boyunca sürekli bir mutluluk halinde olmamıştır. Her şeyin zıttı ile var olduğu bir dünyada teorik olarak bunun olması da mümkün değil zaten.
Kierkegaard’ın yukarda alıntıladığım veciz ifadesinde olduğu gibi, bizler hayatın bize sunduğu tatsız sürprizleri yaşanması gereken bir gerçeklik olarak kabul etmeyip çözülmesi gereken problemler olarak gördüğümüz için sadece hayatın gerçekliğinden değil kendi gerçeğimizden de uzaklaşıyoruz.
Hiç kimsenin yarına çıkacağının garantisinin olmadığı bir dünyada ve eninde sonunda ölümün gelip kapımızı çalacağı gerçeğini bile bile bize sunulan yaşam denilen armağanı hayatın doğasında olan sorun ve problemleri çözmeye çalışarak hayatımızı daha da problemli bir hale getirmek yerine o sorunların hayatın ve yaşamımızın bir parçası olduğu gerçeğini kabul ederek bu gerçeklikle birlikte yaşama yeteneğini geliştirebilirsek daha huzurlu ve mutlu bir yaşam sürdürmüş olmazmıyız?
Mutluluk denilen şey bir kelebek misali siz kovaladıkça kaçan birşeydir. Onu kendi haline bırakıp kendinizi hayatın akışına bırakırsanız hiç beklenmedik bir biçimde o kelebeğin gelip omzunuza konacağını göreceksiniz.