Nergislerle Baharı Yaşamak

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,505
Tepkime Puanı
189
Puanları
63
Yaş
50
Sabah yürüyüşümü bitirmeye karar vererek eve doğru yol alıyordum. Kendimden izler bırakarak geçtiğim sokaklarda merhaba dedim ılık gün ışıklarına, ardından ise banyodaki suya. Her ne kadar tam gibi görünse de bazı şeylerin eksik olduğu kahvaltımı yapıp yeni aldığım ''Beni oku!'' diye olanca gücüyle haykıran kitabımın dediğini yaptıktan sonra yine sokaklara attım kendimi. Tanrı'ya şükürler olsun lafı hapsoluvermiş içime. Şehri yaşatan türlü türlü sesler; korna sesleri, kendi aralarında konuşan iki sevgilinin hoş nidaları... Duymak gerçekten müthiş bir şey. Daha derinden hissettiriyor sanki kalpte olanları...

Bunları düşünürken bir anda trafik lambasının yanında buldum kendimi. Yanımda ise benim yaşlarımda olduğunu tahmin ettiğim bir kız... Elindeki bastondan ve kendini kahverenginin ellerinden kurtarmaya çalışan büyük kısmı yeşil olan gözlerinden anladığım kadarıyla ne gözlerinin rengini bilebilecek, ne de az sonra yeşil ışığın yanacağını fark edecek durumda. Üzerine zincirler vurulmuş dilim, tüm kelimelerimi içime hapsettiği için sadece koluna girdim ve onu karşıya doğru geçirmeye hazırlandım. Tam ''Hebe ebe'' diyecektim ki bir şey fark ettim: Kolunu çekme gibi benden kurtulmak için hiçbir şey yapmıyordu. Öyle alışmış olacak ki benim ona yardım etmek isteyen biri olduğumu anlamış. İstemsizce gülümsedim. Bu duruma alışmış olması demek, ona yardım eden bir sürü zararsız insan olmuş demek. Bu muhteşem bir şeydi!
Artık onunla olan kısa ama tatlı yolculuğumuz bitmiş, karşı tarafa geçmiştik. O ana kadar fark etmediğim, yanaklarında büyüttüğü güllerini göstere göstere ''Çok teşekkür ederim, beyefendi. Eminim, bu yardımınız ödüllendirilecektir.'' diye can verdi sözlere iki dudağı. Asıl ödülün gülümsemesi ve o kısacık sürede bana fark ettirdikleri olduğunu bilmeden.

Bir an düşündüm görme yetisini bir yerlerde –belki de ana rahminde- bırakmış olan gözleriyle benim erkek olduğumu nasıl anladığını. Bana yardım edercesine bir koku burnuma teşrif etti. Odunsu bir parfüm kokusu… İşte o an olayı kavramış, aynı zamanda bir düşüncenin de ateşi fitillenmişti beynimde. Kızlar, kız; erkekler, erkek parfümü kullanmalıydı. Bu sayede bir âmâya çakma da olsa görebildiğini hissettirir, bir kişinin daha gamzesini dünyaya armağan etme fırsatı bulurduk. Bir görülesi tebessüm daha… Kim bilir…
Bir caddeyi daha ardımda bırakırken günümü taçlandıran görme engelli kızı tekrar görmeye nail oldum.Bu defa de pek iç açıcı değildi tablo: Ne idüğü belirsiz, birbirine karıştığından ne olduklarını unutan saçları ve sakalları ile gayet iri kıyım bir adam; saçlarının rengini güneşten alan, Rapunzel misali, belki de daha 15 dakika önce karşıdan karşıya geçirdiğim gözleri görmeyen, kalbi –belli ki- sonuna kadar açık kızı ısrarla çekiştirmekte.

“Lütfen, bırakın.” Diye kendisi gibi cılız bir ses çıkardı, kendince haykırarak… Adam kızın kolunu hala tutuyordu avuçlarının içine. Mutlak kalbinden engelliydi.
Adımlarımı rüyalarımdaki hızımı kıskandıracak derecede arttırarak geldim olanların yanına –kendimce- ışık hızıyla. Adamın iri siyah gözleri ne yaptığımı sorguluyor, aynı zamanda içinde beni dövme arzusu ateş aldı. Bu ateşi söndürmek yerine daha da alevlendireceğini bile bile kızınkinin neredeyse iki katı olan kolunu olması gereken yere götürdüm. Sonra “Ne yapıyorsun sen be?!” diyerek saldı ateşinin alevlerini üstüme. Alevler beni biraz korkutsa da iyi bir şey yapıyor olmak, bir su olup akıyordu yüreğime.
Sözcükler bir rüzgâr bulup da çıkamıyordu içimden. Lâl dilim sözcüklerimin önünde engel oluyor, rüzgâr içime içime esiyor, vicdan tellerimi kıpırdatıyordu. Bir an, o rüzgârdan karşımdakinden de olmasını diledim.

Bir yumruk üzerime çığ misali gelirken bacaklarım istemsizce kıvrılmış ve yumruk kendi esintisini yalamıştı. Bu, adamın öfke ve şiddet ateşine bir kalın odun daha atmış, henüz kirletmediği bacağıyla bir tekme savurmuştu. Tanrı, âmâ kıza öyle bir his vermiş ki elinde tuttuğu kar kadar beyaz asayı adamın dizinin sadece 4-5 parmak altına indirdi. “Ah, siz lanet olasılar!” diye püskürdü ve ardından alevlerini dalgalandıra dalgalandıra uzaklaştı bilmediğim cehennemine doğru.
O göremese de gülümsemiştim. Simsiyah saçlı kafamın, mutluluktan gülümsemesi kulaklarına varmış yüzümü aradı bir süre. Onu kendime çevirdim hafifçe. Gül büyütmüş yanaklarında tebessüm hayat buldu tekrar: “Eminim ki Tanrı sizi bir kez daha ödüllendirecektir fakat önce ben ödüllendirmek isterim. Bir çaya ne dersiniz, beyefendi?” Kökeninin burası oluşunu ele veriyordu müthiş İstanbul ağzı.

Ne yapacağımı bilemedim. Konuşarak cevap veremezdim. Kafa sallayışımı görebilecek durumda değildi yeşil-ela arasında gidip gelen gözleri. Kendi içimde bir sonunu göremediğim bir uçuruma düşmüştüm. Ne yapmalıydım? Cevap vermemek kabalık olurdu. Tüm cesaretimi toplayıp “Hebe ebe” dedim. Yine gülümsedi ama bu defaki gülüşü kar beyazı asasının karını eritecek kadar hüzne ev sahipliği yapıyordu.
“Ben de düşünüyordum neden konuşmadığınızı. Üzülmeyin, eğer bir çayımı içmek istiyorsanız, sadece elimi sıkınız.” Nasırın istila ettiği ellerini uzattı. Büyük bir memnuniyetle sıktım ellerini. “O halde beni takip edin. Şu anda kırmızı bir bina var değil mi sağımda?” Ben bu bölgeyi hafızasına kazımış bu kıza hayranlıkla bakarken sıcak sözleri havaya cemre düşmesine sebep oluyordu.

“Hıhı.” diye ses çıkardım. Tekrar gülümsedi. Bu defa sıcaklık, tebessümündeki hüznü dağıtmış, tüm çıplaklığıyla yüzünde parlıyordu.
İçinde neler yaşandığını bilmediğimiz evler ve apartmanlar bıraktık gerimizde. Tüm engeller kalkıyordu sanki yürüdükçe. Zincirler, aramızdaki garip iletişimle kırılıyor, kızın nasıl bu kadar mutlu olabildiğini düşünüyordum. Zira bir an olsun atmamıştı gülümsemesini çöpe. Onun ayakkabıları ile dünyayı gezdiğimi hayal ettim. Şu an koluna girdiğim adamın ismini bilmediğim gibi cismi ve sesi hakkında hiçbir fikrim yok. Adamın da haberi yok kendi sesinden ama neyse… Önümüzden gelen, büyük şehirde bir minyatür heykel misali duran tatlı çocuğun güzelliğinden bihaber, solladığımız cafcaflı vitrinin içindeki portakal rengi kazağı bilmeden yaşamak… Annem, babam, kardeşlerim, sevdiklerim nasıl bilmeden, renk denen kelimenin sözlüğümde yetim bir çocuk gibi yalnız ve kalışı… Karanlığın bir an olsun elimi bırakmamış olması… Ürperdim. Tamamen siyaha bürünmüş birinin nasıl olur da bu kadar renkli olabileceğini düşündüm. Böyle bir şeyi düşünemezdim ama yanımda yürüyordu en güzel örnek. Tüm görme engelime rağmen tanır mıydım beni? Tanımazdım. Her ne kadar odunsu parfüm kokusu burnumu doldursa da tanımazdım.

Beni nereye götürdüğünü merak ederken kendi tahmin havuzumu oluşturuyordum. Kafe seçeneğini sildim, bir kafeyi görmezden gelircesine önünden geçerken. Ev ihtimalini ise dahil bile etmedim. Başka bir seçenek aklıma gelmiyor ve bu daha da meraklanmama neden oluyordu. Geçen yarım saat bir ömür gibi gelirken ‘Umut Kafe’ yazan bir mekanın önünde yolculuğumuza son verdik. Gülümsemem tanrı misafiri olmuş yanağıma. Mis gibi nergis kokusu karşıladı beni. Yoğun… Yoğun ve güzel…
Tüm neşesini ve sevecenliğini bize aktarma ihtiyacı ve amacı güdercesine “Hoş geldiiiniiiiiz! Yanındaki yakışıklı delikanlı da kim?” dedi kadın, gözleriyle selamladı sanki beni.
“İyi kalpli birisi diyelim. Kendisi lâl. Eminim, burasının gelmek isteyeceği bir yer olduğunu kanıtlarsın ona.” Konuşma tarzı 40 yıldır tanışıyorlarmış izlenimi veriyordu. Onlar konuşurken şöyle bir göz atma fırsatı buldum etrafa. Arkeolog edasıyla içinde bulabildiğim kadar özen, mutluluk, sevgi ve belki de en önemlisi huzur aradım, bu şirin kafede.
Her köşe başına kondurulmuş –bu tabir pek uygun değil ama- nergisler… Gözlerim ilk onları aramıştı, beni karşılayan kokunun sahiplerini. Aradığımı bulmanın verdiği şevkle devam ettim: Her bir masada farklı ve canlı renkteki örtüler, normalde tezatlık oluşturması gerekirken bu ambiyansta sadece muhteşem, sizi içine çeken, “Gel, buraya otur.”, “Hayır, buraya otur.” Diyen masalar ortaya koymuştu. Bahçeye çıkan kapının hemen yanında bir ihtiyar oturuyor, yanındaki âmâ olduğunu tahmin ettiğim gence kitap okuyordu. Onların sol komşusunda ise bir genç; yaşlı, tatlı mı tatlı bir nineye kitap okuyordu.
İzlemekle bitmiyordu.Masa örtülerinin ısrarına dayanamayan insanlarla doluydu kafe. “Gel, sana kafeyi gezdireyim ama önce ismini yaz ki sana isminle hitap edebileyim.” Dedi kadın. Eliyle kırmızı bir kağıt ve kağıt uzatırken “Buyur bakalım.” Dedi. Bu güzel kağıda yakışır bir yazı kullanmaya özen göstererek “Umut” yazdım. Hep duymak istenecek bir tonda kahkaha koyuverdi. “Tam yerindesiniz, bayım.” Gülümsemesi sözlerine eşlik ediyordu.

Sude’nin ince koluna girdi. “Üzgünüm, Umut ama onu senden almalıyım.” Diye de şaka yapmayı eksik etmedi. Ona uyan Sude de “Umut, beni kurtaaar!” dedi yumuşakça, insanların rahatsız olmasına mahal vermeden. Tebessümüm iznimi almadan yerleşivermiş dudaklarıma. Sanırım Tanrı ikinci ödülümü böyle veriyordu…
Kadının sadece kahkahası değil, konuşması da duymak istenecek cinstendi. “Ben Elif. Burası sadece isminin gereğini yapmaya çalışan bir aile. Burada çalışanlar engelliler ve yaşlılar.” Yanlış anlamamam için açıklamasına devam etti bal damlayan sözlerine, “Çalışan dediysek de ağır işler yaptırmıyoruz, canım. Zaten herkes istediğini yapıyor. Mesela Sude çiçeklerle uğraşmak istedi. Nergisler onun çocukları. Kocası kim biliyor musun?” Kıkırdadı. “Kaktüs. İnsanların onu hep haksız yere suçladığını düşündüğü için kocası ilan etti.” Bahçeye girerken bana uzattığı nasırlı elleri düştü zihnime Sude’nin. Toprakla haşır neşir oluşundan olsa gerek… “Biraz önce yanından geçtiğimiz tatlı nine ve sağır genç, kafemizin edebiyat aşıklarından. Görme engelli dostlarımıza ilgi alanlarına göre kitap okuyorlar. Çok güzel, değil mi?” Kafamı salladım onaylarcasına. Rengarenk, ismi hakkında tek bir fikrim olmayan çiçekler arasından geçmek güzel ve eğlenceliydi. “Tabii hiçbir engeli olmayan da yardıma geliyor. Senin gibi konuşma engeli ve Sude gibi görme engeli olanların arasında iletişimi sağlamak için, konuşmaları için. Somutlayacak olursak; Sude konuştu, sen duydun. Ama sen konuşamıyorsun. Yazsan da, işaret dili de kullansan kafi değil. Sen istediğin şekilde anlatıyorsun, o arkadaş Sude’ye aktarıyor. Bu müthiş bir şey! “ Bir yerlere dalar gibi bir hali vardı. “Buraya kafe dememizin sebebiiii” diyerek mutfaktan soktu beni. Alkış yaptı elleriyle. “Bakın, size kimi getirdim?” Yeni dostumuz Umut.” Haydi bakışı attı bana, gülümserken.
Mutfakta çalışanların birazı “Hoş geldin!” dedi. Bunun üzerine işaret dili ile dediklerini tekrar aktardı. Ardından bir “Hoş geldin!” korosu can buldu pasta kokusu gelen mutfakta. İşitme engelliler… Gözlerimin dolmasına engel olmaya çalıştım. “Arkadaşımızın konuşma engeli var. “
Yalnız yaşadığım için kullanmaya pek de fırsatım olmayan işaret dilimi biraz acemice kullanıp “Merhaba. Hoş buldum, hem de çok.” Dedim, onlara en güzel tebessümümü sunmaya çalışarak. Görebildiğim tüm simada içini sevgi doldurmuş gülümsemelerle karşılaştım.

“Öğle yemeği hazırlamaya ne dersiniz Umut için?” demesinin üzerinden saniyeler geçmesine izin vermeden “Kesinlikle.” dediler. Teşekkür edip oradan çıktık.
“Onlar çok seviyor.” Yüzüme “Neyi?” bakışı kondurup ona bakınca “Yemek, pasta, çörek yapmayı. Aslında sadece çay içilecek bir yer olarak düşünmüştüm burayı.” Sesi titremeye başlamıştı. “Kızım… kızım da severdi pastayı her çocuk gibi.’Anne, pasta da yapılsın burada.’ dedi. Sonra isteği bitmedi küçük hanımımın.” Gözyaşlarını gülümsemesiyle fondotenlemeye çalışıyordu. “Ona masal okumamı çok severdi. ‘Kitap da okunsun.’ Dedi. ‘Herkes öğrensin Pamuk Prenses’i, senin kadar güzel prensesi.’ “ Gizlemekten vazgeçmiş olacak ki salıverdi yaşları, artık sicim gibiydiler. “Sonra işin içine kitap da girdi. Daha küçücüktü, okuma bilmiyordu. ‘Ya benim gibi okuyamayan varsa? Onlar ne yapacak, anne?’ dedi. Yani anlayacağın, bu kafeyi ben de değil, evimizin küçük hanımı kurdu.” Paslanmış el ve parmaklarımı aracı koyup “Peki, bu çiçek yetiştirme işi nereden çıktı?” diye sordum.

Kahkahasını yineledi. “Bizimki sağ olsun. Neymiş efendim, İremlerin evindeki çiçekler çok güzelmiş, burada da olacakmış. Hatta ve hatta İrem gibi o yetiştirecekmiş. Öyleymiş.” Yanağına bir sildi indi ve usulca silmeye başladı tebessümünü. “O ölünce…” Sözcükleri seçer gibi bir havası vardı. Kim bilir, belki de yüklemi ölmek olan cümleyi mezar yapıp kızını özne tabutuna koymak ağır gelmişti. Teselli edecek bir şey yapma hissi en ücra hücreme bile ulaşmıştı. Sol elimle omzuna dokunurken diğer elim gülümse işareti yapmak için dudaklarımın uçlarında geziniyordu. Emrime uyacağını belirten bir kafa sallayıştan sonra “O ölünce orası boş kaldı. Çiçeklerini hep yaşıyor olarak görmek isteyeceğinden emindim. O yüzden bu iş için birini tutmaya karar verdim. Sude –bir arkadaşı vasıtasıyla- bu işe gönüllü oldu. Onu görünce bir şeye karar verdim: Burası bir umut yuvası olmalıydı. Toplumumuzun zorda olan kısmı yaşlılar ve engelliler için çalışmalıydı. Daha doğrusu onlar çalıştırmalıydı. Kendi kendine yetme, ‘Ben de bir şey yapabilirim.’ hissi… Onların da bunu tatmasını istedim. Gençler zaten iş bulur ama yaşlılar ve engelliler… Onlar kendilerine uygun bir işi çoook zor bulur.” dedi. Elif Hanım ve onun büyük kalpli küçük hanımına hayran kalmıştım. Kendi mevsimi –belki de- hep kış olanlara güneş olmuş, dünyalarını aydınlatmışlardı. Dolmuş olan kafe gözlerimin önüne gelirken yüreklerde haykırılan minnet duaları ilişti kulaklarıma. Örtülerdeki renk cümbüşü… Hepsi ama hepsi, verilen kirlenmemiş sevginin sıcaklığındandı. Anlıyordum, Elif Hanım’ın sonsuz neşesini nereden aldığını. “Onların gençlere yetişemeyeceklerini düşünmüştüm, bu yüzden de üzüleceklerini ancak öyle olmadı. Aksine bir gence hizmet ettiklerinde “Kimseye muhtaç değilmişiz gibi hissediyoruz.” dediler. Yalnız onları gördükçe ben üzülüyorum. Onlar yaşlı ve engelliyse, ben ölüyüm, dostum. Ölmüşüm de gömmeyi unutmuşlar.” Dedi., omzuma hafifçe vurarak destekledi şakasını.

Ardından, daha birkaç dakika önce girdiğimiz büyük kütüphanedeki kitapları hissetmeleri için parmaklarına izin verdi. Dışı pembe, beyaz renklerle simi yazan kitabı açtı ve kısa süre içinde satır aralarında kayboldu. O sırada kütüphaneyi keşfetme fırsatı buldum ve hemen gözlerimi radar görevine atadım. Matematiğimin yetemeyeceği kadar kitap… Kütüphane denen bir çatıda altında toplansalar da hepsinin ayrı bir kökeni, ailesi ve dünya görüşü vardı. Bunlara göre odalarına ayrılıp yerlerine akın etmişler, açıkça görünüyor ki bazen sığmakta zorlanmışlar ama yine de mutlular hallerinden…
Kelimelerin esaretinden kurtulan kadın, bana dönmüş ve diyeceklerine şöyle devam etmişti: “Böyle işte. Buraya kafe demek hakaret ama ne yapalım, küçük hanım öyle istedi.” Gülümsedi. “Eminim, yemeğin hazırlanmıştır. Soğutmak pek hoş olmaz.”
Adımlarımızı mavi örtülü masaya doğru atarken yüreğimin ferahladığını, karşıdan karşıya geçirdiğim kızın bir yerlerde çok ama çok mutlu olduğunu hissettim.
Tanrı beni ödüllendirmekten usanmıyordu…

Tembel kalbim, alışkanlığını bir bırakıp hızlanmaya başlamış; duruşunu değiştirmeye üşenen dudaklarım daha çok tebessüm eder olmuştu sanki.
“Aman Tanrı’m! Bana bu kadar güzel yemek hazırlamıyorsunuz. Maaşınızdan kesinti yapacağım!” dedi Elif Hanım. Profesyonel bir yalancı olduğunu söylemek yalancılık olurdu. Çatık kaşlarını alt eden gülümsemesi olmasa bile şu yürekten böyle bir cümlenin çıkıp dilleneceğine çocuklar bile inanmazdı!
Tekerlekli sandalyesinde doğrulur gibi yapan adam sesini ciddileştirdi ve “Bizi affedin, sultanım.” dedi. Bu adamın daha gerçekçi olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirdim. Onların tatlı yalanını bırakıp masaya döndüğümde sofranın zenginliği beni şaşırtmıştı. Kendisi gibi minicik çiçek desenleriyle bir kase mercimek çorbası, üstünden dumanlar çıkan pilav üstü kuru. Onun yavuklusu salata. Son vuruş için de şekerpare. Cebimdeki varla yok arası parayı hatırladım. “Üzgünüm ama bu sofrayı karşılayacak miktarda param yok.” dedi ellerim çekingen çekingen.

O duyulası kahkahasını üçüncü kez patlattı. “Beyefendi, bunu para kazanmak için yapmadık. Hem siz ücreti ödediniz bile. Neyin kafasını yaşıyorsunuz siz allasen?” Bu tarzda bir şeyler söylemişti kahkahasını sürdürürken. Ellerim yardımıyla “Neymiş o ödediğim para?” deyip tebessüm ettim.
Bana daha yakın hissetmek için mi bilmiyorum ama el işaretleriyle cevapladı sorumu: “Ziyaretiniz ve tebessümünüz, yakışıklı beyefendi. Buraya gelenlerin ilk yemeği bizden. Biliyorsunuz, bizim öncelikli amacımız para kazanmak değil, umut. Umut da tebessümde gizlidir. Tanrı, onu buraya saklamış. Bu yüzden umudun olunca gülümser veya gülümseyince bir umut hissedersin.”

“Birinin ilk defa buraya geldiğini nereden anlıyorsunuz ki? Bu iyi niyetinizi suistimal etmesinler.”
“Sarışın olabilirim ama hafızam mükemmeldir. Hem daha bu niyeti suistimal eden bir vicdanî engelliyle karşılaşmadım. Varsa öyle bir engeli, gelsin, umut olmaya çalışalım onun için.” Gülümsemesine göz kırpışını, sözlerine de şunları ilave etti Elif Hanım: “Eee, tadına bakmayacak mısın? Aksi halde ben saldıracağım!”
Tekerlekli sandalyede oturan adam küçük piyesi devam ettirme ihtiyacı hissedercesine “Afiyet olsun. Bunları sizin için yaptık. Bu aç kurda kaptırmayın!” deyip hızla uzaklaştı. Peşinden de “Gel buraya!” diye koşturan Elif Hanım…

Sandalyeme kurulurken, çocukların deyimiyle, “koccamaaan” gülümsedim ve yemeklerimi keyifle, her bir lokmanın son lezzetini de damağımda hissedene kadar.
Bitirdiğimde, kasada duran Elif Hanım’a teşekkür edip çıkacaktım ki ziyaretçi defterini şereflendirmemi istedi. Büyük bir kıvanç ve hazla doldurmaya başladım:
“Hayır, buraya kafe demek hakaretten de öte bir küfür gibi. Kafeden çok bir ev, ailenizle yaşadığınız kalpsel ısınmaya uğrayan bir ev. Sırf buna vesile olduğu için bile cennete gidecektir kızınız. Keşke bu ortamı doyasıya görseydi…
Kızınız için üzgünüm, Elif Hanım fakat burası… burası da bir engelli için bir cennet. Kızınız, cennete gitmek için hazırlık yaparken fark etmeden bir cennet bırakmış gerisinde. Çok da güzel etmiş.

Evet, bir engelli de yapabilir, hem de çok leziz şeyler…
Herkes adına teşekkürler.”

Sonuna da bir kalp koydum notumun. Sonrasında Elif Hanım, çok zorlanmadan tekrar gelme sözü aldı benden.
Dönmek için önce gitmek gerekiyordu… Elif Hanım’ın yanında duran Sude’nin de dışarıda işi olması münasebetiyle beraber çıktık. Bu defa da onu dinleme görevi üstlendim.
“Çok sevdiniz, değil mi? Elif Hanım, hepimizin gün ışığı. Bize engellilerin de bir şeyler yapabileceğini, para kazanabileceğini gösterdi, yaşattı, iliklerimize kadar hissettirdi. Bize muhteşem olduğumuzu söylüyor ama asıl muhteşem olan o, bence.
Kulak misafiriniz oldum. Nergislerin çocuğum olduğunu söyledi. İnanma. Ben onların teyzeleriyim. Onların annesi, kızı Umut’tu. Zavallı Umut, kalp yetmezliğinden ölmüş. Öyle birinin kalp yetmezliğine inanmak güç.” dedi acı acı gülümseyerek.
“Çiçekçiye gelmiş olabiliriz. Eğer geldiysek beni, zahmet olacak ama, kapıya götürürseniz sevinirim. Gelmediysek de gelene kadar eşlik ederseniz…”
Üzülerek de olsa solundaki kapıya götürdüm kendisini.
“Teşekkür ederim, Umut. İnan, çok iyi bir dinleyicisin. Kendine iyi bak, tekrar gelme sözünü unutma.” dedi, benim olmadığım yerlere el sallarken. Yine göstermişti yanaklarında büyüttüğü güllerini.

Nergisler mevsimin kış olduğunu haykırmış olsa da ben baharımı yaşıyordum. Birden o iri kıyım adam geldi aklıma. Baharımda soğuk bir rüzgar esti. Çok garip… Bazıları taşkın yüreğiyle kalp yetmezliği çekerken bazıları tam kalbiyle yürek yetmezliği çekiyor. Ne engel ama! Sonra şükretmeye karar verdim. Evet, konuşma engelim olabilir ama neyse ki kalbimden engelli değilim.

Ben Merve Kütle. 1 Nisan 1996’da Kumluca’da doğdum. Çiftçi bir ailenin dört kızından üçüncüsüyüm. Annem, Fatma; babam Yusuf KÜTLE. İki ablam (Tuba ve Gamze) ve bir küçük kardeşim (Zeynep) var.
Öğrenimime Beykonak Sevim Öner İlköğretim Okulu’nda başlayıp 4 yıl orada eğitim gördükten sonra Barbaros İlköğretim Okulu’na devam ettim ve buradan okul birincisi olarak mezun oldum. Liseye Kumluca Anadolu Öğretmen Lisesi’nde başladım. 1,5 yıl da burada öğrenim gördüm. Yarım yıl MF bölümünde bulundum. “KENDİ İSTEĞİMLE” dil eğitimi alıp hayallerimi gerçekleştirmek için şu an öğrencisi olduğum Kumluca Anadolu Lisesi’ne geçiş yaptım. Bu lisede –her ne kadar tabelamızda TM yazsa da- YDL 11. Sınıf öğrencisiyim. Ankara Üniversitesi’nde Japon Dili ve Edebiyatı okumak istiyorum.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst