Osmanlı'nın en kudretli kadınları (tarih)

  • Konuyu başlatan Fırtına
  • Başlangıç tarihi
F

Fırtına

Guest
01_d.jpg


"Kadınlar saltanatı" dönemi, türlü entrika ve büyük mücadelelere sahne olduğu kadar, hayatta kalabilme savaşının da verildiği bir dönemdi belki de... Geçmiş tarihimize damgasını vuran en 'kudretli' kadınları Tele Vizyon dergisi son sayısında mercek altına aldı.

02_d.jpg


Kuşkusuz bu kadınların gücünde, ihtirasları kadar, kendilerini ve oğullarını korumak zorunda oluşları da etkili olmuştu. Öyle ya da böyle... Onlar tarih boyu konuşuldu ve büyük olasılıkla konuşulmaya da devam edecek..

04_d.jpg


Bir döneme hükmeden haseki ve valide sultanlar... Aslında sayıları bir elin parmağını geçmeyecek kadar az ve onların bir kısmını ismen de olsa biliyoruz. Kanuni döneminin sonlarında başlayıp, 1656 yılında Köprülü Mehmet Paşa'nın sadrazamlığına kadar devam eden dönemde, devlet yönetimi ve saray hayatında varlığını belirgin bir şekilde hissettiren bu kadınlar, bahsi geçen dönemin "kadınlar saltanatı" olarak anılmasına sebep olurlar.

05_d.jpg


İlk olarak Osmanlı tarihçisi Ahmet Refik Altınay tarafından 1916 yılında yayınlanan aynı adlı kitabında kullanılan "kadınlar saltanatı" dönemi, türlü entrika ve büyük mücadelelere sahne olduğu kadar, hayatta kalabilme savaşının da verildiği bir dönemdi belki de..

06_d.jpg


Kuşkusuz bu kadınların gücünde, ihtirasları kadar, kendilerini ve oğullarını korumak zorunda oluşları da etkili olmuştu. Öyle ya da böyle... Onlar tarih boyu konuşuldu ve büyük olasılıkla konuşulmaya da devam edecek..
 
F

Fırtına

Guest
07m_d.jpg


Mihrimah Sultan

Kanuni'nin Hürrem Sultan'dan olma kızı Mihrimah Sultan yaşamı boyunca devlet işlerinde çok söz sahibi oldu. 17 yaşındayken Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa'yla evlendi ve Rüstem Paşa bu evlilikten sonra sadrazam oldu.

08m_d.jpg


Babasını Malta'ya sefer düzenlemeye ikna etmek için kendi parasıyla 400 gemi yaptıracağına söz verdiği bile iddia edilen Mihrimah Sultan, annesinin ölümünden sonra, önce babasına, ardından kardeşi II. Selim'e danışmanlık yaparak valide sultan rolü üstlendi.

09m_d.jpg


Kendisine derin bir aşk duyduğu söylenen Mimar Sinan, adına Edinekapı'da cami, çeşme, hamam ve medreseden oluşan Mihrimah Sultan Camii ve külliyesini yapmıştır.

10n_d.jpg


Nur Banu Sultan

Sultan Selim'in adına şiirler yazdığı Nurbanu Sultan'ın kimi tarihçiler tarafından İspanya'da yaşayan Yahudi bir ailenin kızı olduğu söyleniyor. Yahudiler üzerine uyguladıkları baskıların artması üzerine Sicilya'ya yerleşen aile aynı baskıyı burada da görünce, bir Malta gemisiyle ülkeyi terk ederken Akdeniz'de Barboros Hayrettin Paşa tarafından esir edilerek İstanbul'a getirilir. Hürrem Sultan tarafından saraya alınan Nurbanu Sultan, II. Selim'e haseki olur.

11n_d.jpg


Yılmaz Çetiner'in "Harem'de Bir Venedikli - Nurbanu Sultan" kitabının yazarı Yılmaz Çetiner'in de içinde olduğu kimi tarihçiler ise III. Murat'ın annesi olan Nurbanu Sultan'ın kaynaklarla Venedikli olduğu iddia ediyor. Ünlü Baffo ailesinden..

12n_d.jpg


Venedik'te Osmanlı arşivlerinde saklı diplomatik yazışmalara göre Nurbanu Sultan eski vatanına Osmanlı sarayından bile hizmet vermektedir. Hatta bir savaşı da engellemiştir. Eşinin saltanatı dönemindeki etkisi, oğlunun saltanatında artarak devam eder.

13s_d.jpg


Safiye Sultan

Safiye Sultan'ın kimi tarihçiler tarafından Nurbanu Sultan'la karıştırıldığı iddia edilse de, onun gelini ve III. Murat'ın eşi olduğunu biliyoruz. Eski bilgilere göre Safiye, Venedik'in en asil ailelerinden birine mensup.. Babası Korfo valisi Leonardo Baffo... Babasının yanına giderken Akdeniz'de bir çatışma sırasında Türk denizcilerin eline geçer, istanbul'a getirilerek saray haremine verilir.

14s_d.jpg


Tanıdık geldi değil mi? Nurbanu Sultan'ın geçmişinin Safiye Sultan'ınki ile karıştırıldığını söylemiştik. Zaten yeni kaynaklara göre Venedik'ten gelen ve Baffo ailesine mensup olan Nurbanu Sultan... Safiye Sultan ise, Arnavut kökenli, Ducagini dağlarının Rezi köyünden olduğu söylenen bir cariye..
 
F

Fırtına

Guest
15s_d.jpg


Sarayda eğitildikten sonra, Nurbanu Sultan tarafından oğlu Şehzade Murat'a sunuluyor. Safiye, zamanla Murat'ı kendine bağlamaya ve ona her dediğini yaptırmaya başlar. Gittikçe nüfusu artar. Saray Nurbanu Sultan'la arasındaki iktidar çekişmelerine sahne olur. Tahta çıkan Sultan Murat'a, annesi Nurbanu Sultan, sırf Safiye'yi unutsun diye son derece alımlı ve güzel cariyeler sunar. Ancak başarılı olamaz. Adım adım hedeflerine ulaşan Safiye Sultan, çok can yakan bir Osmanlı kadın sultanı olarak tarihe geçer. Nurbanu Sultan gibi Venedik yanlısı bir politika izlediği iddia edilir.

16k_d.jpg


Kösem Sultan

Osmanlı tarihinin ünlü ve etkili kadınlarından olan Kösem Sultan, 1590 yılında Bosna'da Anastasya adıyla doğdu. Bosna Beylerbeyi tarafından İstanbul'a gönderildi. 15 yaşındayken Sultan I. Ahmet'e haseki oldu. Keskin zekasıyla padişahı etkisi altına aldı. Kösem Sultan kısa sürede bütün saraya nüfuzunu kabul ettirdi.

17k_d.jpg


Genç yaşında dul kalınca, tahta geçen I. Ahmet'in kardeşi I. Mustafa ve daha sonra II. Osman zamanında devlet işlerine çok fazla karıştığı için eski saraya gönderilir ama 11 yaşında tahta geçen oğlu IV. Murad'ın ilk saltanat yıllarında yeniden devlet yönetimini etkilemeye başlar.

18k_d.jpg


Sultan Murad büyüyüp yetiştikten sonra annesinin faaliyetlerini büyük ölçüde engellese de, genç yaşta ölümü üzerine Kösem Sultan yeniden etkin hale gelir. Torunu Sultan IV. Mehmed zamanında Kösem Sultan, nüfusunu korumakla birlikte, gelini, padişahın annesi Turhan Sultan, kendi yükselişine engel olarak gördüğü Kösem Sultan'a karşı çıkar ve bir gece dairesi basılarak boğdurulur. Ancak valide sultanlığı sonunda ele geçiren Turhan Sultan'ın, Köprülü Mehmet Paşa'nın sadrazamlığa gelişiyle elini eteğini devlet işlerinden çekmesiyle "Kadınlar Saltanatı" olarak adlandırılan dönem sona erer.

19h_d.jpg


Hürrem Sultan

Avrupa'da Roxelena olarak tanınan Hürrem Sultan Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi ve sonraki padişah II. Selim'in annesidir. Bir Osmanlı padişahıyla nikâhla evlenmiş ilk kadın olarak bilinir.

21_d.jpg


Güzelliği nedeniyle küçük yaşta bugünkü Ukrayna sınırları içinde bulunan Rohatyn şehrinden kaçırılan ve Kırım Hanı tarafının Osmanlı sarayına sunulan Hürrem Sultan, zekası ve güzelliğiyle padişahın dikkatini çekmeyi başarırken sarayda kendine yer edindi. Hürrem Sultan saraya geldiğinde Kanuni Mahidevran Sultan ile evliydi ve Mustafa isimli bir oğlu vardı.

20_d.jpg


Zamanla çok sevilen bir şehzade haline gelen Mustafa'nın Kanuni'den sonra padişah olmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Bu da Mahidevran Sultan'ın Valide Sultan olacağı anlamına geliyordu. Ancak Kanuni, oğlu Mustafa'yı kendisini tahttan indirmeyi planladığı inancıyla öldürttü. Hürrem Sultan'ın Kanuni'yi bu kararda etkilediği inancı yaygındır. Devlet yönetiminde etkili olan Hürrem Sultan, iran savaşını destekledi.

22_d.jpg


Ruslar ve Lehlerle barış içinde yaşanılmasını sağladı. Kanuni Sultan Süleyman'a bir kız, dört oğlan çocuğu doğurdu. En büyük oğlu Mehmet Şehzade tahta çıkamadan öldürüldü. İkinci oğlu Selim tahta çıktı. Hürrem Sultan 18 Nisan 1558 tarihinde, Kanuni'den 8 sene önce 52 yaşındayken öldü ve oğlu II. Selim'in tahta çıkışını göremedi.


sabah
 

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,522
Tepkime Puanı
193
Puanları
63
Yaş
50
Osmanlıda ki en kudretli kadınlardan biri olan hürrem sultanın yaşamının anlatıldığı muhteşem yüzyıl dizisinden sonra osmanlı kadınlarına ilgi artmış durumda. Bu güncel bilgi için teşekkürler nuran.
 
F

Fırtına

Guest
muhteşem yüzyıl dizisi osmanlı kadınlarımızı bir kez daha aklımızda güncelleştirdi.. diziyi seyrettikce osmanlı kadınlarımıza dair araştırma yapmak ve bilgi edinmekten kendimi alamıyorum.. gerçekten hepsi çok kudretli kadınlar.. kadın & şeytan.. iyi & kötü.. zeka, hırs, entrika diz boyu.. anladım ki, sarayda kadınlar birbirine sırtını asla dönmemeli.. döndüğün an'da her an ölebilirsin.. çok uyanık olmalısın çooookkk :)
 
F

Fırtına

Guest
Evlât Katili Kösem Sultan’ın Sonu!..

295px-Kosem-sultan.jpg



Günümüzde hâlâ bazılarınca yanlış olarak “Vâlide-i Mu’azzama”, “Valide-i Muhtereme” (!!!!) diye anılan evlâd katili Mahpeyker Kösem Sultan 354 yıl evvel 2/3 Eylül 1651 Cumartesi/Pazar gecesi Topkapı Sarayı’ndaki dairesinde baltacı erlerinden “Deli Doğancı” ünvanlı Kuşçu Küçük Mehmed tarafından bir perde ipiyle boğulmuş, onun ölümüyle “devlet içinde devlet” misâli saltanat süren Ocak Ağaları’nın hâkimiyyeti de sona ermişti!..

Osmanlı Devleti’ndeki/Devlet-i Aliyye’deki büyük çöküntüyü incelerken bir çok defa kaydettiğimiz gibi bu büyük çöküntünün çeşitli tezahürlerinden biri de, haremdeki kadınlardan bazılarının şahsî menfaatleri uğruna kınalı parmaklarını devlet idaresine sokabilmeleri olmuştur!..

Yavuz Sultan Selim Hân’ın (1512-1520) muhtereme eşi ve Kanunî Sultan Süleyman’ın (1521-1566) annesi Hafsa Hatun’un vefatına kadar haremdeki kadınlar devlet işlerine karışmazken/karışamazken Hafsa-Hatun’un 19 Mart 1534 Perşembe günkü vefatından sonra Kanunî’nin gözdesi/başikbal/haseki Hürrem-Sultan Harem-i Hümayun’da hâkimiyyet tesisine muvaffak olmuş ve zamanla bu hâkimiyyeti pek ilerilere götürerek nice oyunla saraydaki kadınlar saltanatının kurucusu olmuştur!

Kurulan bu kadınlar saltanatı sonraları İkinci Selim’in (1566-1574) karısı ve Üçüncü Murad’ın (1574-1595) anası Nûr-Bânû Sultan’la devam etmiş, Nûr-Bânû’yu Üçüncü Mehmed’in (15 95-1603) annesi Safiye-Sultan, Birinci Ahmed’in (1603-1617) karısı Mâhpeyker Kösem Sultan takip etmiş ve bu kadınların kirli, kanlı ve karanlık işleri Devlet’e pek pahalıya mal olmuştur!..

Kocası Sultan Birinci Ahmed ve Şehzâdeleri/oğulları Dördüncü Murad (1623-1640), Sultan İbrahim (1640-1648) ve torunu Dördüncü Mehmed/Avcı Sultan Mehmed (1648-1687) devirlerinde elli yıla yakın, kınalı parmaklarını kendi menfaati için devlet idaresine sokmasını becerebilen Mâhpeyker Kösem Sultan, bir Rum papazının kızıdır. Hırvat olduğu da iddia edilmiştir. Adının Anastasya ve Nasya olduğundan bahsedilen bu kız çocuğu küçük yaşta yetim kalıp Bosna Beylerbeyi tarafından saraya takdim edilmiş, eğitim ve öğretimini müteâkib Sultan Üçüncü Mehmed’in oğlu Birinci Ahmed’e haseki olmuş ve Birinci Ahmed’in 21 Aralık 1603 Pazar günü cülûsundan/tahta çıkmasından hemen yirmi gün sonra Safiye Sultan’ın Topkapı Sarayı’ndan Bâyezid’da şimdiki İstanbul Üniversitesi merkez binasının bulunduğu mahalledeki Eski-Saray’a gönderilmesini müteâkib (saltanat değişikliklerinde bu nakil âdettir) Harem-i Hümâyûn’a Kösem Sultan hâkim olmuş, öylece Safiye Valide Sultan’ın korkunç icraatı son bulurken; Kösem Sultan’ın marifetleri, daha münasib bir ifadeyle mel’ânet-kârâne işleri başlamıştır!..

Değiştirilen verâset usulü!..

Mâhpeyker Kösem Sultan’ın marifetleri (!) üzerinde dikkatle durulmalı, bu kadının, haremdeki hâkimiyyetle devlet işlerine müdahalesinin nelere mal olduğu iyice tetkik edilmelidir. Bu zahmete katlanıldığında görülecektir ki, Sultan Birinci Ahmed’in vefatında (21/22 Kasım 1617 gecesi)/ Yeniçeri Ağalarına dayanarak Osman Gazi’den itibaren babadan oğula intikal etmek suretiyle devam edegelen saltanattaki verâset usulünü bozarak ekberiyyet kaidesine bağlayıp hânedânın en yaşlısının tahta çıkmasını Kösem Sultan te’min etmiştir!..

Niçin yaptı kanun-ı kadîme mugayir bu işi?.. Bu niçinin cevabı şudur ki, Sultan Birinci Ahmed’in vefatında yedi oğlu hayatta olup, bunların en büyüğü, Şehzâde Osman/Genç Osman’dır. Ve devam edegelen verâset usulüne göre Veliahd Genç Osman’dır. Saltanat onun hakkıdır... Hakkıdır ama Genç Osman, Kösem Sultan’dan değil Mâhfîrûze Haseki’den doğmuştur. Ve Genç Osman’ın saltanatında elbette Mâhfîrûze Haseki “Valide Sultan” olacak, Genç Osman’ın ölümüyle evlâdları tahta çıkacak, saltanat böylece devam edip Kösem Sultan “Valide Sultan” olamayacaktır. Genç Osman’ın şehzâdeleri olmasa bile, üvey kardeşi Mehmed’ “Veliahdlığa” yükselecek, onun evlâdlarının tahta çıkışlarıyla Kösem-Sultan’ın oğullarına belki taht hiç nasip olmayacaktı!.. Başka bir ihtimal de, Mâhfîrûze hasekinin oğullarının Kösem’in oğullarını/IV. Murad ve yanlış olarak “deli” diye anılan İbrahim) öldürtme korkusudur...

Kösem-Sultan’ın ise bu çeşit ihtimallere tahammülü yoktur!.. Taht yolu onun oğullarına açılmalı ve Kösem de, “Valide Sultan”, “Saltanat nâibesi” gibi mühim mevkilerde saltanat sürmeli idi!.. Bu gaye uğruna veraset usulünü değiştirdi ve saltanatı da, hilâfeti de şer’an caiz olmayan Birinci Mustafa’yı Ocak Ağalarına dayanarak tahta çıkardı!..

Birinci Ahmed’in kardeşi ve Üçüncü Mehmed’in oğlu olan Birinci Mustafa akıl hastası idi. Bu hastalığına Kâtib Çelebi ve Müneccimbaşı gibi sahih kaynaklar şehadet etmektedirler. Saltanatı ancak doksan altı gün sürmüş ve 26 Şubat 1618 tarihinde hal’edilmiş/tahttan indirilmiş, aynı gün Genç Osman, “İkinci Osman” ünvanıyla cülûs etmiş/tahta çıkmıştır.

Genç Osman’ın cülûsunu, Mâhpeyker Kösem Sultan’a rağmen, Dâr-üs-Saâde Ağası Hacı Mustafa Ağa ile Sadâret Kaymakamı Sofu Mehmed Paşa ve Şeyhülislâm Hocazâde Esad Efendi gerçekleştirmişlerdir. Şahsiyyeti her yönü ile başlı başına tetkik mevzuu olan ve Osmanlı padişahlarının büyüklerinden sayılan Genç Osman’ın saltanatı dört sene, dört ay yedi gündür. Tarihimize “Hâile-i Osmaniyye” (Hâile-Fâcia) diye geçen vak’a sonunda 20 Mayıs 1622 Cuma günü Yedikule Zindanı’nda şehid edilen Genç Osman’ın şehadetini müteakib tahta yine akıl hastası Birinci Mustafa çıkarılmış ve böylece Kösem-Sultan’ın plânı yeni bir safhaya girmiştir!..

Birinci Mustafa’nın bu ikinci saltanatı bir sene, üç ay yirmi iki gündür. 1623 yılının 10 Eylül Pazar günü Kemankeş Alipaşa’nın gayretiyle ikinci defa tahttan indirilmiş ve Dördüncü Murad’a saltanat yolu açılarak anası Kösem-Sultan muradına ermiştir!..

Dördüncü Murad on bir yaşını bir ay, on beş gün geçe tahta çıktığında Kösem-Sultan’ın beklediği gün gelmiş, “saltanat nâibesi” olmuş, oğlunun çocukluk ve gençlik çağlarında tam sekiz yıl, sekiz ay devlet idaresini elinde bulundurmuştur!

10 Şubat 1432 Salı günü patlak veren ve Vezir-i-a’zam Müezzin-zâde Hafız Ahmed Paşa’nın parçalanıp Topal Recep Paşa denilen küstahın sadareti ile neticelenen isyandan sonra ancak 8 Haziran Salı günü devlet idaresine hâkim olup anası Kösem Sultan’ın vesayetinden kurtulan Sultan Dördüncü Murad Han’ın ilk işi, annesi ile Ocak zorbalarını tasfiye ederek Birinci Mustafa anarşisine son vermek olmuş, tarihimizdeki mühim, kıymetli icraatını saltanatının bu döneminde gerçekleştirmiş, “Hicrî bin tarihinden sonra gelen pâdişahların büyüklerinden” sayılmıştır.

Dördüncü Murad’ın 8/9 Şubat 1640 Çarşamba/Perşembe gecesi genç yaşında (28 Yaşında) vefatı anası Kösem Sultan’ı üzmemiş, kendisini ve avanesini tasfiye eden oğlunun ölümü bu haris kadına tekrar saltanat naibeliği yolunu açacağını hesaplayıp sevindirmiştir!..

Dördüncü Murad’dan sonra Sultan İbrahim tahta çıkmış ve Kösem-Sultan bu oğlunun saltanatından tekrar siyaset sahasında boy gösterip saltanat nâibesi olarak sekiz buçuk yıl kadar marifetlerine (!) devam etmiş ancak Sultan İbrahim anasının marifetlerine (!) son verince, oğlunu kapısı pencereleri örülmüş bir odaya tahttan indirip kapatan Kösem, on gün sonra bu odada, Evliyâ Çelebi’nin ifadesiyle “neûzu b’illah yüzünden bir zerre nûr kalmayan cellâd-başı Kara Ali’ye oğlunu boğdurmuştur!!!

Böylece öz evlâdının katili olan Mâhpeyker Kösem Sultan, daha sonra torunu dördüncü Mehmed/Avcı Sultan Mehmed’in 8 Ağustos 1648 günkü cülûsunda da rol oynamıştır!.. Yedi yaşının içinde taht'ta çıkan Dördüncü Mehmed’in böyle çocuk yaşında cülûsu dolayısıyla ninesi Mâhpeyker Kösem Sultan yine saltanat nâibesi olup kınalı parmaklarını devlet işlerine sokmaya devam etmiş, Kösem’in ölümüne kadar üç yıl devam eden bu karanlık anarşi devri tarihimize “Ağalar Saltanatı” olarak geçmiştir!

Sona doğru!

Dördüncü Mehmed’in annesi Turhan Hatice Sultan’dır. Bu “Valide Sultan”ın Osmanlı tarihindeki yeri, baş tarafta isimlerini saydığımız valide sultanlar gibi karanlık, kirli değildir, şahsî menfaati için devlet idaresine müdahale etmemiş, “Valide Sultan”lığını hayırlı işlerde kullanmıştır.

Ve bu “Valide Sultan”la “nine” ve saltanat nâibesi Kösem-Sultan arasında pek şiddetli bir rekabet vardır!.. Bu rekabetle Kösem-Sultan nasıl öz evlâdı Sultan İbrahim’i pek feci bir şekilde boğdurmuşsa, bu kere de torunu Dördüncü Mehmed’i zehirleterek Turhan Hatice Sultan’ın “Valide Sultan”lığına son verip Saliha Dilâşûb Sultan’dan doğan dokuz yaşındaki diğer Şehzâde Süleyman/İkinci Süleyman’ı tahta çıkarmaya teşebbüs etmişse de marifet (!) zamanında haber alınıp muvaffak olamamış, Turhan Hatice Sultan’ın adamlarından Baş-Lala Uzun Süleyman Ağa’nın tertibiyle Mâhpeyker Kösem Sultan bir perde ipiyle boğulup Devlet bu kadının şerrinden kurtulmuş, bu arada otuz sekiz Ocak Ağası idâm edilmiş, Dördüncü Mehmed, babasının katlinde parmağı olan yetmiş kişiden hayatta kalanları temizlemiştir. Kösem’in ayrı bir araştırma mevzuu olan muhteşem serveti de Hazine’ye irad kaydedilmiştir.


milligazete
 
F

Fırtına

Guest
Osmanlı da harem nedir?

63647_469144630247_253805890247_6297206_667303_n.jpg



Osmanlı'da Harem'in Gerçek Yüzü;

Tarih deyince her zaman revaçta olan konulardan bir tanesi de Osmanlı ve haremidir.

İlim ahlakına sahip bir tarihçinin Osmanlı haremi konusunda söyleyeceği şeyler çok azdır. Çünkü elinde bu konuyla ilgili yeterli belge, döküman vs. yoktur.

Kalın duvarlarla çevrili harem binası, etrafındaki harem ağalarına ait binalar ve diğer ocakların daireleriyle adeta ulaşılması imkansız bir kale gibidir. İçinde değil, etrafındaki kendilerine ait binalarda yaşayan, zorunlu hallerde Haremin içine girmeleri gerektiğinde salavat-ı şerife getirerek dolaştıkları bir ortamdır. Her odanın kapısının girişinde, duvarlarında ayetler, hadisler, dualar bulunan bir mekandır Harem..

Zorunlu hallerde ancak harem ağalarına ve tabiplere açılan bu mekana yabancı seyyahların, tarihçilerin nasıl girip, orada adeta gezmiş dolaşmış gibi haremi anlatışlarına şaşmamak elde değil.. Kaldı ki bizimkilerin en çok esas aldıkları, kullandıkları kaynaklarda, ilmi otoritelerce yüzlerce kez tenkid edilmiş, çürütülmüş bu batı tarihçilerinin kitaplarıdır.

1. Ahmed döneminde saraya gizlice girdiğini iddia eden Venedik elçisi Ottavinano, ancak Revan Kasrı'nın önündeki havuza kadar olan yerleri görebildiğini söyledikten sonra padişahın odasındaki cariyesiyle nasıl ilişki kurduğunu detaylarıyla anlatmakta ve insanlar da bu anlatıma değer vererek kaynak gösterirken yapılan ilmi ahlaksızlığa çanak tutmaktalar..

18. Yüzyılda bile ancak yazlık sarayların boş haremlerini gezebilen batılı birkaç yazar, nedense göremedikleri kısmı hayalleriyle doldurmayı denemişlerdi. Havuzu gördüler ama havuz sefalarını kendileri uydurdular sonra da uydurduklarının resmini çizdiler. Hata yaptıklarını belki de hiç bir zaman düşünmediler çünkü kendi krallarının kadınları ile yaşantıları öyleydi. Birlikte oldukları düzinelerce kadının yarı çıplak resim ve heykelleri ile saraylarının duvarlarını süsleyen bir zihniyetin Osmanlı hükümdarlarındaki edep kavramını anlayabilmelerini zaten beklemiyoruz.

Ama anlayamadığımız, bizim bize bunu nasıl yapabildiğimiz.. Yıllarca Topkapı sarayını gezdiren rehberlerin turistlere Harem'in duvarlarında yazılı Arapça metinleri göstererek bunların padişahların cariyeleri için yazdıkları aşk şiirleri olduğunu söylemelerini, ellerindeki broşürlerde de böyle yazmasını hangi düşünceyle izah etmek gerek bilemiyoruz. Zira bu Arapça metinlerin tamamı Kur'an ayetlerinden ve dualardan başka bir şey değil.

Hükümdarların çıplak cariyelerin danslarını seyrettiği idda edilen Hünkar Sofası Daire'sinin duvarlarında Bakara Suresi 257. ayetinden itibaren yedi ayet yazılıdır ki bir ayetin meali aynen şöyledir; "Allah kendisine hükümranlık verdi diye (şımarıp azarak) Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi?" Sanki adeta Osmanlı hükümdarı bu ayetle gerçek hükümdarın kim olduğunu, hükümdarım diye şımarıp azdığı taktirde Nemrutlaşabileceği ihtimalini, hergün bilinç altına kazıyor, iman edenlerin karlı bir konumda, Nemrut gibi imansızların ise ne derece zararda olduğunu görüyor ve okuyordu.

Doğru! Bu sofada padişah eşleri, çocukları, kızları, validesi ile birlikte oturur ve helal dairesinde (yani kimseyi huzurunda yarı çıplak oynatmadan) sazlar çalınıp ilahiler söylenip eğlenilirdi. Ancak bugünkü insanların eğlence kavramından anladıkları şey otomatikman Osmanlı padişahının da öyle eğlenmiş olması gerektiğini düşündürtüyordu onlara..

Onlar bunları yaptıklarına dair (yani hamam havuz sefaları, yarı çıplak cariyelerin dans etmesi gibi) belge bırakmayınca bizimkiler hayallerini belge-vesika-kaynak haline getirdiler. Öyle ya; bir erkeğin elinin altında 300-500 cariye olur da nasıl bunlarla gününü gün etmez ki..?!

Hele hele 36 Osmanlı padişahının içinden 15 tanesinin sadece bir veya iki kadınla birlikte olduğu diğerlerinin de en fazla yedi sekiz kadınla aile hayatı yaşadığı belgelerle gözlerine soksanız bu sefer de pişkin pişkin sırıtıp Osmanlı padişahlarının erkekliklerini sorgulamaya kalkacaklar. Hemen şunu da belirtelim; şu an tek eşli (ama çok metresli) evlilik sisteminin içindeki insanlar olarak, Osmanlı padişahının birlikte olduğu 7-8 kadın bile bize çok abartılı gelecektir. Ancak unutmamak gerekir ki Osmanlı'nın yaşadığı dönemde tıpkı dünyanın her yerinde olduğu gibi bir kralın güzel kölesini istediği gibi kulllanması ve bunların sayısının yirmiye otuza çıkması normaldi.

O kadar normaldi ki krallar bu kadınlarının heykellerini yaptırıp saraylarının yüksek duvarları üzerine herkesin görebileceği şekilde koydurabiliyorlar ya da yüzlerce genç ve güzel kadınla hamam sefası yapabiliyorlardı. Bizim haremi sorguladığımız gibi Avrupalılar kendi krallarının bu hallerini asla sorgulamadılar. Tarihlerinin yaşanmış bir gerçekliği olarak tarihlerinde bıraktılar.

Oysa biz, asla yaşanmamış sahneleri alıp, doğru gibi kabul edip, kendi kendimize duyduğumuz saygıyı ve özgüveni aramızdan kaldırdık. 1909 yılına kadar Harem Dairesi'ne padişahtan başka, ancak mecburiyet halinde Harem Ağaları ve doktorlar girebiliyorlardı. Son onüç yıllık dönem ise Haremi görenlerin hatıratlarında oldukça net bir biçimde anlatılıyor. Yazık ki (!) orada bile havuz – hamam sefaları yok..

Peki o zaman "Bu Harem nasıl bir yer?" denilebilir..

Kısa ve net bir cevap verelim; Tek idarecisinin Valide Sultan olduğu (yani padişahın annesi) kendisine ait, padişahın bile bozamadığı çok kesin ve katı kuralları bulunan yüzlerce genç kızın, dönemin ilim anlayışına göre en iyi eğitimi aldığı, nihayetinde de devletin önemli kademesindeki görevlilerle evlendirilerek teliyle-duvağıyle-çeyizi ile gönderildiği bir bayanlar mektebidir.

Sultan olmasıdır ki o da ancak doğurduğu çocuk tahta çıkarsa mümkündür. Özetle bütün kıyamet 600 cariyenin içinden aynı anda sayıları dördü beşi geçmeyen Kadın Efendi ve İkballer yüzünden kopmakta..

Şunu da belirtelim ki, Osmanlı padişahı dileseydi o dönemde dünyanın her yerinde olduğu gibi bu 500-600 cariyeyi önünde resmi geçit yaptırıp içlerinden dilediğini de seçebilirdi. Bunu yapabilecek siyasal otoriteye de, cariye köle konumunda olduğu için dinsel özgürlüğe sahipti..

Oysa o hareme girerken içeriye haber verilir ve onun geçeceği yol üzerindeki bütün dairelerin kapıları kapatılır, kazara bir cariye padişahla karşılaşacak olursa yaptığı edepsizlik sayılır ve o cariye cezalandırılırdı.

Öyle ki kitaplar, bu "kazara" karşılaşmalara tahammül edemeyen padişahların yüksek ökçeli takunyalar yaptırıp Harem'in içinde iken bunlarla dolaştığını yazdı. Geldiği anlaşılsın ve yolunun üzerinden çekilsinler diye.. Cariyeleri bırakın, çıktığı seferde nikahlı karısını bulunduğu şehre getirtmeyi unuttuğu için karısının sitem dolu mektuplarını alan padişahları yazdı arşiv vesikaları..

Koca Sultan'ın sitem dolu mektuba cevabı ise; "Varın söyleyin Hafsa Sultan'a; Biz gaza kılıcını kuşanmışız. Gayrısından başkasını gözümüz görmez" olacakdı..

Buraya hatıralarına ve mahremiyetlerine hürmetsizlik olmasın diye isimlerini yazmayacağımız bir hükümdarımızın gözdesi ile arasında geçenleri de almak durumunda kalacağız. Zira köle bile olsa, rızası olmadan padişah ile karı-koca hayatı yaşamadıklarının pratikte delili gibidir bu hatıra..

Koca Sultan'ın aziz ruhundan özür dileyerek; Kızı anlatır padişahımızın;

"........... kumraldı, ela gözlü idi, 23 yaşında kadardı. Gayet de iyi tahsil görmüş, son derece zarifti.. Daha saraya intisab ettiği (girdiği) günden itibaren babam kendisinden pek hoşlanmıştı. Artık, daima onu yanında gezdiriyor, kendisi ile uzun uzun, tatlı tatlı konuşuyordu. Lakin bütün bu "iltifatı şahaneye" rağmen elâ gözlü dünya güzeli, hükümdarın bazı arzularına "evet" demiyordu. Onun bu şiddetli mukavemeti babamın kendisine karşı alâkasını daha ziyade arttırıyordu. Bu hal böyle tam beş sene devam etti. Elâ gözlü güzelde hiç bir değişiklik yoktu.........."

Bir bayram günü, çok güzel görünen kız padişahın huzuruna girer tebrikini yapar. Hünkar "Hâlâ inadında devam mısın?" diye sorar. Genç kız gözlerini yere indirip susar. Bunun üzerine Hakan "Hem sen bugün ne kadar güzelsin!" der.

Genç kızın bu iltifata cevabı şu olur;

"Efendimiz!! Ömrüm oldukça size canımı feda etmeye daima hazır olacağım. Yanınızdan ayrılmam. Fakat bütün dünyayı bağışlasanız asla hareminiz olmam!.. Çünkü kocam olacak erkeğin yalnız ve yalnız bir karısı, yani tamamen bana ait olmasını isterim, aksi halde kimse ile evlenmem....."

Güzelden ümidini kesen Hükümdar ona bir konak alır, içini donatır. 45 Yaşında gayet dindar bir kıranta (oturaklı, gösterişli, bakımlı, orta yaşlı) zatla evlendirir. Kocasının tek eşi olarak hayatını devam ettirir.

Binyediyüzlü yılların başında İstanbul'a gelen İngiltere Büyükelçisi'nin eşi Lady Montague'nin hatıraları batılıların pek hoşuna gitmedi. Hareme girebilen Lady'nin yazdıkları daha önceki ve sonraki batılıların yazdıklarına ters düştüğü için, gerek o dönemde, gerekse daha sonra Lady Montague'yi yalancılıkla itham eden pek çok yazar çıkacaktı.

O'nun ülkesi olan İngiltere'de üstelik de 1800'lü yıllarda, evli bir erkek çok rahatlıkla karısını gazeteye "ihtiyaçtan satılık ev kadını" ilanı vererek satabildiği için, Osmanlının saraya giren kadın köleye maaş bağlamasını, eğitim vermesini, sonra da değerli çeyiz ve mücevherleri ile saraydan âzâd etmesini elbette anlamakta zorlanacak ve inkâr yolunu tercih edeceklerdi.

Aşağıda, onun mektuplarından yaptığımız alıntı, ne demek istediğimizi daha da iyi izah edecektir;

"Bu milletin din ve töreleri hakkında eksik bilgimiz var. Dünyanın bu tarafına seyrek geliniyor. Gelenler de ticaretten başka bir şey düşünmeyen tüccarlar.. Türkler ise, bunlarla yüz-göz olmayacak kadar ağırbaşlılar.. Bu sebeple tüccarların getirdikleri bilgiler yalan yanlış oluyor.

Belki de dünyanın bütün kadınlarından daha hür..... Hayatı hiç aksatmadan, zevkle süren, kaygılardan uzak yaşayan, boş vaktini komşu ziyaretleriyle, hamamlarda yıkanmakla, ya da bol para harcayıp yeni yeni modalar çıkarmakla geçiren yeryüzündeki tek kadın..

Avrupa'da hiç bir saray düşünemem ki, orada yabancı bir kadına karşı bu kadar namusluca davranılsın.

Hamamda ikiyüz kadar kadın vardı. Hiç birinde bizdeki gibi alaycı gülüşmeler ve fısıldaşmalara rastlamadım. Üstelik benim için "güzel, çok güzel" dediklerini işittim. Bir kadının, bir başka kadın için "güzel" diyebilmesi hâyâl bile edilemez..

Konakların hepsinde bir harem dairesi ve cariyeler var. Ancak bu cariyeler evin hanımına âit hizmetçile.. Evin erkeği ömrü boyunca bunları yolda görse tanımaz. Ne kadar garip değil mi? Kış geceleri toplanıyorlar, geç vakitlere kadar öyle güzel ve saf eğleniyorlar ki zamanın nasıl geçtiği hissedilmiyor. Her evde misafir odaları var. İkram ve misafirperverlik Türklerin yaşama kudreti gibi bir şey......."

Çok zor ve ağır bir konu olan Harem'i böyle bir kaç satırda özetlemek elbetteki mümkün değil. Ancak kendimizle, geçmişimizle barışma çabasının içinde küçük bir damla olmaktı niyetimiz..

Yazımıza bir soru ile son vermek istiyoruz;

Biz, zamanın hiç bir diliminde ve dünyanın hiç bir coğrafyasında sarayına aldığı bir köleden "valide sultan" dediğimiz zamanının "first lady"sini çıkaran bir başka medeniyet bilmiyoruz. Siz biliyor musunuz?


Yine 17. yüzyıl bazı batılı yazarlardan haremin gizliliğinin yanısıra harem hakkında konuşanların da fanteziler üretmekten başka bir şey yapmadıklarını gözlemlemek mümkündür.

Kadınlar dairesine ilişkin bir bölümü buraya, okuyucuya bu daireyi iyi bilmenin imkânsızlığını anlatabilmek için dahil ediyorum... Buraya erkeklerin girmesi yasaktır ve bu yasak Hristiyan manastırındakinden çok daha büyük bir dikkatle uygulanır... Sultanın aşk hayatının niteliği gizli tutulur. Bunun üzerine konuşmayacağım ve bu konu hakkında hiç bir bilgi edinemedim. Bu konuda fantezi kurmak kolay ama doğru bir şeyler söylemek alabildiğine güçtür (Jean-Baptiste Tavernier Nottvelle Relation de l'interieur du serrail de Grand Seigneur, 1675)

Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, Doğu haremlerini Batıdakinden ayıran bir özellik olarak yaşlılara gösterilen saygıyı örnek veriyor. Batılıların aksine Müslümanlar yaşlandıkları için hiçbir kadına hor gözle bakmamış, ona haremin en saygıdeğer kişisi muamelesini göstermiş. Yani yaşlılıkla birlikte kadınlar yok sayılmamış, onlardan sürekli genç kalmaları beklenmemiş..


şehitlerölmez.blogcu.com
 
F

Fırtına

Guest
Padişah Kızları - Sultanlar.!

harem%20kizlar.jpeg




İlk Osmanlı padişahlarının kızlarına hatun denilmekte iken Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren Sultan denilmeye başlanmıştır.

Sultan tabiri Osmanlı Padişahları' nın erkek evlatlarına, kızlarına, padişah validelerine hatta ailelerine kadar teşmil edilmiştir. Bu ünvanın Padişahların erkek çocuklarında ismin evveline kızların da ise ismin sonuna gelmesi adet olmuştu. Sultan Selim, Sultan Ahmed, Ayşe Sultan, Fatma Sultan vs. gibi.. Sultan tabiri yanlız olarak kullanılırsa padişahın kız çocukları kastedilmiş olurdu. Sultanların kız çocuklarına ise Hanım Sultan denir.

Sultan doğar doğmaz ilk olarak Darüssaade Ağasına haber verilirdi. Ağa, oda lalası vasıtasıyla silahtar ağaya müjdeli haberi gönderir o da padişahın bir kız çocuğu olduğunu sarayda ilan ederdi. Bu haber üzerine enderunda bulunan her oda doğum şerefine üç kurban keserek sultanın doğumunu kutlardı. Bu arada sarayın deniz kıyısında bulunan toplar günde beş defa tekrarlanmak üzere üçer kez atış yaparlar böylece doğum halka ve devlet ricaline duyurulurdu.

Doğum haberini alan Sadrazam ertesi gün divan azalarıyla saraya gelerek padişahı tebrik ederdi. Ziyafete gelenlere türlü maddelerden yapılan nefis şerbetler altın, gümüş ve billur kaplar da ikram olunurdu.

BEŞİK ALAYI

Sultanların doğumlarında bir takım merasimler tertip olunurdu. Bunlardan ikisi Valide Sultan ile Sadrazamın göndermiş oldukları beşik, yorgan ve sırmalı örtü münasebetiyle yapılan beşik alaylarıdır.

Çocuk doğunca padişah validesinin evvelce hazırlatmış olduğu beşik, sırmalı püşide denilen örtüsü ve yorganıyla merasim ve alayla Eskisaray' dan Yenisaray' a nakl olunurdu. Törene katılacak ağalara birgün öncesinden kethüda bey ve darüssaade ağası yazıcısı tarafından davetiyeler gönderilir, belirli saat de Eskisaray' da bulunmaları bildirilirdi.

Ertesi gün davetliler hazır olduklarında Teşrifatçı, törenin başlaması için işaretini verirdi. Bunun üzerine Valide Sultanın başağası beşiği, yorganı ve örtüyü Eskisaray' dan çıkararak Valide Sultan kathüdasına teslim ederdi. Kethüda Bey de beşiği, Valide Sultan' ın kahvecibaşısına, yorganı ikinci kahveciye, beşik örtüsünü de üçüncü kahveciye teslim ederdi.

Kahvecibaşılar kendilerine teslim edilen eşyaları sayıyla alırlar ve başlarının üzerlerine koyarlardı. Bundan sonra harekete geçen alay Beyazıd, Divanyolu ve Ayasofya önünden geçerek Bab- ı Hümayun önüne gelirdi. Çevredeki kalabalık alayı alkışlarla uğurlarken çocuğa ve babasına da uzun ömürlü olmaları için dua ederlerdi.

Orta kapıya kadar atlar üzerinde ilerleyen ağalar, burada atlarından inerek iki sıra halinde dizilerek haremin araba kapısı önüne kadar gelirlerdi. Burada kahvecibaşılar beşiği, yorganı ve beşik örtüsünü kapı önünde beklemekte olan Valide Sultan başağasına o da saygıyla alarak darüssaade ağasına teslim ederdi. Darüssaade ağası devraldığı eşyaları harem ağaları ile birlikte içeri götürerek, bu işle görevli kadınlara teslim ederdi. Daha sonra, törene katılan ağalara ve görevlilere rütbelerine göre padişah adına ihsanlarda bulunurdu. Doğumun altıncı gününde ise Sadrazamın beşik alayı töreni düzenlenirdi. Bu alay Valide sultanınkinden daha göz kamaştırıcı ve daha kalabalık olurdu. Bu sırada devlet erkanının aileleri de çocuğu görmek üzere davet olunurlardı.

Sadrazam, sultan doğar doğmaz bir beşik, bir yorgan ve bir de beşik örtüsü yaptırır, hepside inciler, elmaslar, tırtıllar ve zümrütlerle donanırdı. Doğumun beşinci günü törene katılacaklara davetiyeler gönderilir, belirli bir saat de Paşakapısında bulunmaları istenirdi. Ertesi gün belirlenen saat de Paşakapısı önünde, sadrazamın hazırlanan eşyaları Kethüda beye vermesiyle tören başlardı. Kethüda bey de beşiği baş, yorganı ikinci çuhadara beşik örtüsünü ise mehter başıya verirdi. Bunların eşyaları saygıyla alıp başiları üzerine koymasından sonra mehter takımının çaldığı marşlar ve ilahilerle alay harekete geçerdi.

Başlara giyilen renkli kavuklar, sırtlardaki renkli kürkler ve kaftanlar, ayaklardaki sarı ve kırmızı çizmelerve yemeniler beşik alayını yürüyen bir çiçek bahçesi haline getirirdi. Yine binbir emek sarf edilerek hazırlanan çiçek bahçeleri ve şeker kutuları nu renkli sahneyi daha da canlı ve muhteşem bir hale koyardı. Mehterhanenin muazzam ritmi de insanları ayrı bir vecde getirirdi. Alaya katılan ağaların heybetli görünüşleri, ağır başlı yürüyüşleri insana Niğbolu, Kosova, Varna ve Mohaç'tan hatıralar ve manzaralar yaşatır gibi olurdu. Valide beşik alayında olduğu gibi Divan yolundan geçilerek Bab-ı Hümayundan içeri girilir ve araba kapısı önünde alay sona ererdi. Daeüssaade ağası tarafından teslim alınan beşik takımı doğruca padişaha götürülür ve gösterilirdi. Padişah beşik takını gördüktan sonra hareme yollardı.

Lohusanın yattığı oda Valida Sultan, Sultanlar, kadın-efendiler, ikballer ve davetli kadınlarla dolup boşalırdı. Valide Sultan yanında sultanlar olduğu halde yüksekçe bir divanda otururdu. Misafirler ise peykelere yerleştirilmiş minderler ve yastıklar üzerinde dinlenirlerdi. Sadrazamın gönderdiği beşik takımının gelmesiyle hep birden ayağa kalkarlardı. Beşik takımı odanın ortasına gelince Valide Sultan üzerine bir avuç altın atar onu diğerleri takip ederlerdi. Orada bulunan ebe, dualar okuyarak çocuğu yeni gelen beşiğe koyar ve üç defa sallardı. Sonra çocuğu beşikten çıkararak kucağa alırdı. O zaman davetli kadınlar, getirmiş oldukları değerli taşlarır ve kumaşları beşiğin üzerine koyarlardı. Bunların hepsi ebenin olurdu.

Davetli kadınlar haremde üç gün misafir edilirler, cariyelerin de katılmasıyla çeşitli eğlenceler tertiplenir, hoşça vakitler geçirilirdi. Ayrıca davetlilere padişah tarafından hediyeler gönderilmesi de usuldendi.

SULTANLARIN YETİŞMESİ

Sultanların doğumu ile birlikte bir daire ayrılır emrine dadı, sütnine, kalfa ve cariyeler verilirdi. Eğitimiyle annesi, dadısı ve kalfası uğraşırdı. Yürümeye başladıktan itibaren bahçelere çıkar küçük cariyelerle veya aynı yaşdaki çocuklarla dadısının nezaretinde oyunlar oynardı. Sultanlar, dadısız ve kalfasız dışarı hiç çıkamazlardı.

Sultanlar beş veya altı yaşına girdiklerinde irade-i seniyye ile derse başlarlar ve kendileri için tayin edilen hocalardan ders alırlardı. Bed-i besmele denilen ilk derse törenle başlanır ve padişah da hazır bulunurdu. Bazen dersler şehzadeler dairesinde okunurdu. Okumada ilk üzerinde durulan konu, padişahın çocuklarının Kuran-ı kerimi doğru okumalarını temin etmekti. onların Kur'an-ı kerimi tecvide uygun okumaları ve bitirmeleri kendileri ve babaları için büyük bir mutluluğa sebep olurdu. Bu vesile ile bir de hatim töreni tertip ediliyor sultanlara ve hocalarına hediyeler veriliyordu. Sultanlar Kur'an-ı kerimden başka Türkçe, Matematik, Tarih, Coğrafya, Arapça ve Farsça dersleri de alırlardı.

Sultanların günümüze kadar ulaşan mektuplarından son derece düzgün ve edebi ifadeler kullandıklarını, kelime, cümle ve gramerhatalarının yok denecek kadar az olduklarını görmekteyiz.

Sultanlar erkeklerden kaçma çağına geldiklerinde başlarına yaşma örterler ve dışarıya çıktıklarında uygun elbiseler giyerlerdi.

DÜĞÜNLERİ

İlk Osmanlı padişahları kızlarını, genellikle Anadolu beyleri veya onların oğullarına verdikleri gibi kendi maiyetlerinde ki beylere de verirlerdi. Nitekim 1. Murad' ın kızı Melek Hatub, Karamanoğlu Alaaddin Bey' le; Çelebi Mehmed' in kızı Selçuk Hatun Candaroğlu Kasım Bey' le; Fatih' in kızı Gevherhan Sultan Akkoyunlu Uzun Hasan' ın oğlu Uğurlu Mehmed Bey' le; II. Bayezid' in kızı Aynışah Sultan ise Uğurlu Mehmed' in oğlu Göde Ahmed Bey' le evlenmişlerdir.

Ancak osmanlılar Anadolu birliğini temin edince etrafta kızlarını verecek hanedan kalmadığından, sultanları vezirler, kaptan paşalar ve büyük devlet adamlarıyla evlendirmeye başladılar.

Padişahların kızlarını Anadolu beylerine vermesi gibi kendi devlet adamlarıyla da evlendirmeleri, duygusal yönden ziyade siyasi idi. Zira sultanları alanların çoğu enderun mektebinden yetişen devşirme devlet adamlarıdır. Bunlar padişaha baba gözüyle bakarlardı. Bir de padişahın kızıyla evlenince hanedanın üyeleri arasına girerek nüfuzlarını da arttırırlardı. bazı yabancı yazarların, padişahların kızlarını korktuğu veya zenginliğini çekemediği paşalarla evlendirdiği iddiası, tamamen uydurma ve hayal mahsülüdür.

Padişah kızını evlendirmek isteyince sadrazama bir hatt-ı humayun yazar ve damad olacak şahsın nişan takımlarını yollamasını emrederdi. Uygun görülen adayın, fermanı alır almaz eğer evli ise, sultanlara hürmeten hanımını boşaması adet haline gelmiştir. Ayrıca II. Mahmud zamanına kadar sultanların rızası formalite icabı alınıyordu. Ancak II. Mahmud' dan itibaren durumun değiştiği ve en azından fotoğraflarla birbirini önceden tanıdıkları görülmektedir.

Sultanların nikahları bazan Yeni Sarayda ve bazan da paşa kapısında kıyılırdı. Sultanın vekili darüssaade ağası idi. Damat paşaya da münasi görülen bir vezir vekil olurdu. Nikahı şeyhülislam kıyar ve mihr-i muaccel ve mihr-i müeccel sultanın derecesiyle mutenasip olurdu. Onaltıncı asır sonlarına kadar nikah yüzbin altın üzerinden kıyılırdı.

Sultan nikahından sonra hükümdar namına merasimde bulunanlara kürk ve hil'atler giydirilirdi. Damat da hil'at giyerdi. Sultanların düğünleri babalarının sağ olup olmadıklarına veya padişahın sevdiği bir kız kardeşi veya yeğeni olup olmayışına göre olurdu. Tabii babaları sağ olan sultanların düğünleri fevkalede mükellef yapılırdı. Damat, böyle bir düğünde pek çok masraf eder, saraya gönderdiği her çeşit mücevherli (yüzük, küpe, bilezik, incili tuvalet aynası ve yine incili gelin duvağı ve hamam nalını gibi) nişan hediyesinden başlayarak bütün düğün masraflarını görürdü. Düğün müddeti muayyen olmayıp onbeş yirmi gün süren düğünler de vardı.

Gelin olan sultanın alayı ya kendisinin bulunduğu Eski Saraydan veyahut Yeni Saraydan itibaren tertip edilirdi. Sultan, Osmanlı hanedanına mahsus kırmızı atlas cibinlik içinde olarak araba ile naklolunurdu.

Gelin alayında sadrazam, vezirler, devlet erkanı ile düğün münasebetiyle sultanlara mahsus yaptırılan ve Nahl denilen balmumdan yapılmış düğün tezyinatı, alayın önünde giderdi. Sultanın çeyizi, kocasının konağına gitmeden evvel sarayda teşhir edilirdi. Sadrazam ve diğer devlet adamları oraya kendi düğün hesiyelerini de gönderirler, sonra bu çeyiz alayla damadın konağına götürülürdü.

Sultan, kocasının konağına geldiği zaman orada zevci ile Kızlar ağası tarafından karşılanır ve koltuklarına girilerek harem dairesinin kapısına götürülürdü. Damadın konağında kadın ve erkeklere ayrı ayrı ziyafetler çekilir ve yatsı namazından sonra davetliler konaktan ayrılırdı. Damat Paşa davetlilerin her birine derecelerine göre birer hediye verirdi.

Yine bu sırada darüssaade ağası padişah namına damada bir samur kürk giydirir ve paşayı sultana takdim ettikten sonra çekilirdi. Bundan sonra yenge kadın paşayı odaya sokar, damat paşa odanın bir köşesinde namaz kıldıktan sonra zevcesinin eteğini öper ve sultanın oturması için müsaadesine kadar ayakta dururdu.

Şayet damadın memuriyeti hariçte ise düğün için İstanbul' a çağırılır, konak döşer, sultanla evlenir ve sonra vazife ile İstanbul' da kalmazsa yine memuriyeti başına dönerdi. Sultan İstanbul' da kocasının konağında kalırdı.

GEÇİMLERİ

Sultanların maiyyetlerinde padişahın emriyle tayin edilen kethüdaları vardı. Bütün işleri, alış veriş vesaireleri hep bu kethüdaları vasıtasıyla görülürdü. Dul olan sultanların vazife ve aidatları matbah-ı amire ile şehremini tarafından verilmek kanundu.

Sultanların hash veya paşmaklık ismi verilen dirlikleri vardı. Bunların bazılarına herhangi bir mukataanın varidatından maaş ve bir kısmına iltizam suretiyle mukataalarda verilmişti. Bu isimler altındaki dirlikler bir mahallin varidatının bunlara tahsisi demekti. Malikane suretiyle mukataa, kaydı hayat şartıyla verilen dirlikti. Sultanları bu gelirlerini idare ve tahsil için voyvoda denilen memurlar vardı. Sultanlara bazan hazineden maaş da verilirdi. Sultan III. Mustafa Laleli Camisinin vakfiyesini tertip ettirirken bu vakfından oğullarına bin beşeryüz kızlarına biner ve kadınlarına beşer yüz kuruş tahsis eylemişti.


(Bu yazı Tarih ve Düşünce Dergisi'nden alınmıştır)
 
F

Fırtına

Guest
Hürrem Sultan, 1506 – 1558

H%C3%BCrrem-Sultan.jpg



Kötü ruhundan, entrikalarından bahsederler. Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman’ı büyüledi, avcunun içine aldı, diye anlatırlar. İyi ama kim bu Aleksandra diye de bilinen ve bir köle cariye iken sarayda birden bire oluveren Hürrem?

Doğum adı; Aleksandra Lisowska, Avrupa’da Roxelana olarak bilinir) Osmanlı padişahı I. Süleyman’ın (Kanuni Sultan Süleyman) eşi ve sonraki padişah II. Selim’in annesidir. Bir Osmanlı padişahıyla nikahla evlenmiş tek kadın olma ayrıcalığını taşır.

Kökeni; Lehistan Krallığı’nın sınırları içerisinde bulunan Rohatyn’de doğdu.

Tatar akıncılar tarafından 1520 tarihinde Rohatyn’den kaçırılmış 16. Yüzyıl kaynaklarına göre kızlık ismi bilinmiyordu. daha sonra Kırım Hanı tarafından Osmanlı sarayına sunuldu.

Ama daha sonraki kayıtlara göre mesela 19. yüzyılın Ukrayna’daki ilk kayıtlarına göre Anastasia (Kısaca Nastia) Polonyalıların geleneğinde, Aleksandra Lisowska olarak bilinir. Genelde Hürrem Sultan ya da Hürrem balsaq sultan olarak bilinirdi; Avrupa dillerinde Roxolena, Roxolana,Roxelane, Rossa, Ruziac, Türkçe’de Hürrem (Farsça kökenliخرمKhurram) neşeli olan kişi ve (Arapçada Karima -كريمة) Soylu olan kişi anlamına gelir.

Roxelana, onun gerçek ismi olmayabilir ama takma adı onun Ukraynalı soyuna ait olan (Günümüze ait yaygın isim Ruslana) ve doğu slav ismi olan, Roxolany ya da Roxelany, şimdiki Ukrayna halkında 15. Yüzyıldan sonra kullanılıyordu.


hurrem%20aniti.jpg


(Hürrem Sultan'ın doğduğu yer olduğu sanılan Ukrayna'ın Rohatyn kentindeki Hürrem Sultan anıtı..)


Saraydaki Yaşamı;

Hürrem Sultan, sarayda özel bir eğitim gördü. Güzelliği, zekası ve becerisi ile padişahın dikkatini çekmeyi bildi. Harem kadınları ve saray ileri gelenleri arasında da kendine yer edindi. Hürrem Sultan saraya geldiğinde Kanuni’nin cariyelerinden biri olan Mahidevran Sultan‘dan Mustafa isimli bir oğlu vardı. Mustafa zamanla çok sevilen bir şehzade haline geldi. Mustafa’nın Kanuni’den sonra padişah olmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Bu da Mahidevran Sultan‘ın Valide Sultan olacağı anlamına geliyordu. Oysa Hürrem Sultan her bakımdan Mahidevran Sultan‘ın önüne geçti ve Kanuni’nin güven ve sevgisini kazanarak onun nikahlı eşi oldu. (Bazı kaynaklar çeşitli entrikalar uygulayarak 16. Yüzyıl Osmanlı tarihini olumsuz yönde etkilediğini iddia ederler..)

Kızı Mihrimah Sultan’ı Vezir-i Azam Rüstem Paşa ile evlendirerek Vezir-i Azam’la bir ittifak oluşturdu. Kanuni, yeniçeriler tarafından çok sevilen oğlu Mustafa’yı kendisini tahttan indirmeyi planladığı inancıyla öldürttü. Hürrem Sultan’ın Kanuni’yi bu kararda etkilediği inancı yaygındır. Şehzade Mustafa’nın öldürülmesinden sonra Mahidevran Sultan iyice gözden düştü. Yaşamının büyük bir bölümünü fakir olarak oğlunun mezarının bulunduğu Bursa’da geçirdi. Ancak Hürrem Sultan’ın ölmesinden sonra Hürrem Sultan’ın oğlu padişah II. Selim Mahidevran Sultan‘a maaş bağlattı ve oğlu Mustafa’nın türbesini yaptırttı.

Devlet yönetiminde etkili olan Hürrem Sultan, İran savaşını destekledi. Ruslar ve Lehlerle barış içinde yaşanılmasını sağladı. Bu dönemde Ruslar Kazan ve Astrahan Hanlıklarına hakim olup doğuya doğru yayılmaya başladılar.

Hürrem Sultan 18 Nisan 1558 tarihinde eşi Kanuni Sultan Süleyman’dan önce 52 yaşındayken öldü. Oğlu II. Selim’in tahta çıkışını göremedi. Süleymaniye Camii Külliyesi içinde kendisi için yaptırılan türbeye gömüldü. Türbenin iç duvarları bir cennet bahçesini tasvir eden İznik çinileriyle kaplıdır.


hurrem%20sultan%20turbesi.jpg



Hayır İşleri;

Hürrem Sultan İstanbul’da günümüzde onun adıyla anılan Haseki Semtinde, Mimar Sinan’a Haseki Külliyesi’ni yaptırmıştır. Külliyenin içinde bir hamam, medrese ve hastane bulunmaktadır. Ayrıca Ayasofya Camii civarında yardıma muhtaç ve fakirlerin karnını doyurmak için bir mutfak yaptırtmıştır.

Ölümünden Sonra;

Hürrem Sultan Avrupa’da, modern Türkiye’de ve batıda birçok resim, müzik ve bale gibi tarihi çalışmalara konu olmuştur. Mesela Joseph Haydn’in 63. senfonisini örnek verebiliriz. Eserler Ukraynalılar tarafından yazılmıştır ama genelde İngilizce, Almanca ve Fransızcadır.

Hürrem Sultan’ın doğduğu yer olduğuna inanılan Ukrayna’nın Rohatyn kentinde bir Hürrem Sultan anıtı bulunmaktadır. 2007 yılında, Ukrayna’daki bir liman kenti olan Mariupol’daki Müslümanlar Hürrem Sultan’ın onuruna bir müze açmıştır.


112d1299594636-hurrem-sultan-hurrem-sultan-resimleri-hurrem-hurrem-sultan3.jpg



Ülkeler fatihi Kanuni Sultan Süleyman’ın gönlünü Hürrem Sultan fethetti. Muhteşem Süleyman’ ın Hürrem Sultan’a aşkı sevgili karısının kolları ve gözyaşları arasında ölmesine kadar sürdü ve ondan sonra da devam etti.

Aşk mı?

Onların aşkı devlet erkinin üstünde bir aşktı. Kanuni’nin hareminde beyleri ve Kırım hanları tarafından sunulmuş pek çok cariye vardı. Fakat Kanuni, Hürrem’i tanıdığı günden beri cazibesine kapılmış, ona aşık olmuştu.

Osmanlı’nın en güçlü kadınlarından Hürrem Sultan’ın Slav asıllı olduğu söylenir. Ukraynalılar ise Hürrem Sultan’ın Ukraynalı Roxelana olduğundan emin. İlk kez saraya, bir yabancı kadın, padişah eşi olarak Hürrem Sultan’la girmiştir. Hürrem Sultan, Rus asıllı olan bu cariye Kanuni Sultan Süleyman’ın karısı olarak imparatorluk yönetimini etkilemiş, oğullarının taht mücadelesinde oynadığı rol, daha doğrusu oğlu 2′nci Selim’i tahta geçirme çabası ile Osmanlı döneminin en güçlü kadınlarından biri olmuştur. Kanuni’nin aşırı güven ve sevgisini kazanarak onun nikahlı eşi olduktan sonra belli bir plan dahilinde çalıştı, el altından çeşitli entrikalar uygulayarak on altıncı yüzyıl Osmanlı tarihini olumsuz yönde etkiledi.

Kanuni’nin, Gülbahar Hatun’dan olan veliahtı Sultan Mustafa’yı ortadan kaldırmak için çeşitli entrikalar ile önce Gülbahar Hatun’u, ardından kırk yaşındaki veliaht Mustafa’yı boğdurttu. Devlet yönetimine de hakim olan Hürrem Sultan, İran savaşını destekledi. Ruslar ve Lehlerle barış içinde yaşanılmasını sağladı. İstanbul’da bugün Haseki olarak anılan semtte yaptırdığı külliye ile adına külliye tesis edilen ilk padişah eşi olma özelliğine de sahiptir. Osmanlının kudretli padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman ‘ın ”Muhibbi Divanı”ndaki aşk şiirleri, onun yalnız güçlü bir devlet yöneticisi ve imparatorluk kurucusu olduğu kadar, gönül dünyasındaki zenginliğini anlatmaktadır.

Cihan Padişahı; aynı zamanda aşk şairidir.

Çıktığı uzun seferler sırasında çok sevdiği Hürrem Sultan’a aşk şiirleriyle bezenmiş mektuplar göndemiştir;

N’ola baksam şem’i hüsnüne gönül pervaneveş,
Dostum sen şem olacak âşıkım pervanedir,
Gülşen-i hüsnünde dil mürgün yine saydetmeye,
Zülfünün ağında Muhibbî hâli anın divanedir,

Hürrem Sultan ise mektuplarına;

Hazret-i Sultanım diye başlar ve Yüz (ümü) yere koyup, kutsal ayağınızın bastığı toprağı öptükten sonra, benim devletimin güneşi ve sermayesi sultanım, eğer bu ayrılığın ateşine yanmış ciğeri kebap, göğsü harab, gözü yaş dolu, gecesini gündüzden ayırt edemeyen, özlem denizine düşmüş çaresiz aşkınız ile divane, Ferhat ile Mecnun’dan beter tutkun kölenizi sorarsanız, ne ki sultanımdan ayrıyım..,

Diye dil döker, saraydan ve şehir ahalisinden yazmayı da ihmal etmez;

Padişahım yine cariyenizi topraktan kaldırıp, tezkire gönderip, Mahmut Çelebi’den beş bin filori bağışlamışsınız. Bir günün için Allah’ın bin yardımı olsun. Şimdi benim sultanım, bu ne zahmet idi, kutsal bıyığınızın kılı bana beşbin filoriden değerlidir. O bağış bize canımızdan fazla minnettir.

Benim sultanım, ondan sonra şehir etrafından sorarsanız, şimdilik hastalık vardır.

Hürrem Sultan’ın tarihte oynadığı rol, bu tatlı dil ile daha da anlaşılır hale geliyor.

Topkapı müzesi arşivindeki mektuplar da bu aşkın kanıtlarından bazılarıdır;

Hürrem Sultan’dan Kanuni ye mektup;

Yüzümü yere koyup, mutluluk sığınağı ayağınızın topraklarınızı öptükten sonra, benim devletimin güneşi ve saadetimin sermayesi sultanım, eğer bu ayrılık ateşine yanmış, ciğeri kebap, sinesi harap, gözleri yaş dolu, gecesi gündüzü belirsiz olan, hasret deryasına gark bi-çare, aşkınız ile müptela, Ferhat ile Mecnun’dan beter şeyda kölenizi sorarsanız; ne zamandır ki sultanımdan ayrıyım, bülbül gibi ah u feryadım dinlemeyip, ayrılığınızdan dolayı öyle bir halim var ki, Allah, kafir olan kullarına dair vermesin. Benim devletim, benim sultanım, özellikle, bir buçuk ay olduğu halde sizden bir haber gelmemesi yüzünden, Allah biliyor ki , hiçbir şekilde rahatlık yüzü görmeyip, gece gündüz ağlayıp, kendi hayatımdan el çekip, cihan gözüme dar oldu. Ne yapacağımı bilmeden ağlayıp gözyaşları içinde gözüm kapıları gözlerken, ol ferdü rabbü’l alemin, aleme rahmet eden subhan-ı Yezdan, cümle aleme inayet nazarın edip, fetih haberi ve müjdeli haberlerini yetiştirdi. Ve bu haberi işitince Allah biliyor ki, benim padişahım, benim sultanım, ölmüş idim taze can buldum..

Benim Sultanım, şehir hakkında soracak olursanız; şimdilik henüz hastalık devam etmektedir. Ancak önceki gibi değildir. İnşallah Sultanım gelince, Allah’ın inayetiyle de geçer gider. Azizlerimiz, hazan yaprağı dökülünce geçer derler. Benim Sultanım, sık sık mübarek mektubunuzu gönderirsiniz diye, tazarru ve iltimas ederim. Zira ki, billah yalan değil, bir iki hafta geçip de ulak gelmezse alem gulguleye gelir. Türlü türlü sözler söylenir, Yoksa sadece kendi nefsim için istediğimi sanmayın.. Hürrem..


(kadın dediğin hürrem gibi, tatlı dilli olmalı..)


geldik.com
 
F

Fırtına

Guest
Kösem Sultan ın Harem Ve Saltanat Hayatı.!

kosem%20sultan.jpg



Aklı ve zekası, güzelliği, hayrat ve hasenatı ile meşhur, saliha, temiz bir hanım olan Kösem Mahpeyker Haseki, 28 yaşında saltanat vekili oldu. Kimilerine göre Moralı Ortodoks bir rahibin kızı Anastasya, kimilerine göre de Bosnalı ve Osmanlı Devleti’nin saltanat vekili Mahpeyker Valide Sultanıydı. Daha hasekiliği zamanında kendisine Kösem (sürüler önünde, rehber olarak giden) denilmiştir.

I. Ahmed’in dikkatini çekmeyi başaran Kösem Sultan, kısa sürede kendinden kıdemli hasekilerin önüne geçer, sarayın en güçlü kadını olur. Murad, Süleyman, İbrahim ve Kasım adlı şehzadeler ile Ayşe ve Fatma sultanları dünyaya getirir.

Çok şefkatli olan Mahpeyker Sultan, çevresindeki fakirlere bir daha kimseye muhtaç kalmayacak şekilde yardım etmiştir. Her sene Receb-i Şerif ayında kıyafet değiştirip araba ile hapishanelere gider, borç yüzünden hapse düşenlerin borçlarını ödeyerek onları hapisten kurtarmıştır. Katiller hariç bütün mahkûmlara yardım elini uzatmıştır.

Yaptırdığı hayır işlerinin başında Üsküdar’daki Çinili Camii, Boğaziçi’nde Anadolu Kavağı, Sultan Selim civarında Valide Medresesi Mescidi’ni yaptırdı. Mekke ve Medine’deki fakirlere yardımlarda bulunmuştur.

Osmanlı tarihinde, oğulları IV. Murad ve İbrahim ile torunu IV. Mehmet döneminde uzun yıllar devlet idaresini ele almıştır.

Osmanlı kadın sultanlarının en meşhurlarından biri olan Kösem Sultan, zaman zaman Valide-i Muazzama, Sahibet-ül Makam, Valide-i Atika, Valide-i Kebire sıfatıyla anılır.

I. Ahmed döneminde siyasi işlere fazla karışmayan Kösem Sultan, yine de çoğu zaman sözünü yerine getirtmiştir. I. Ahmed’in ölümüyle adet üzere eski saraya gider. Ancak I. Mustafa ve II. Osman döneminde etrafına tesir etmiş, devlet işlerine karışmaya başlamıştır. I. Mustafa’nın ikinci saltanat döneminde tahtan indirilişinde önemli etkisi olur.


kosem%20sultan1.jpeg



Ve oğlu IV. Murad’ın tahta çıkmasıyla Kösem Sultan, Valide Sultan olarak Topkapı Sarayına yerleşir. IV. Murad’ın daha 11 yaşında olması, iktidar ihtirası olan Kösem Valide Sultan için bulunmaz bir fırsat olmuştur. Padişahın yaşının küçüklüğünü kullanarak devleti perde arkasından idare etmeye başlar.

Mahpeyker Kösem Sultanın büyük nüfuz ve iktidarı, IV. Murad’ın idareyi tam olarak eline almasına kadar sürmüştür. IV. Murat idareyi tam olarak eline alınca da uzun süre etkisi altında kaldığı annesinin fikirlerine genel olarak kıymet vermeye devam etmiştir.

IV. Murad’ın, Kasım ve Süleymanı katlettirmesine mani olamayan Kösem Sultan, İbrahim’i ise aciz ve saltanat sürme iktidarından yoksun olduğunu ileri sürerek koruyabilmiştir.

Kimi tarihçilere göre Sultan IV. Murad, Osmanoğulları hanedanlığının devamının kesilmemesi için kardeşi İbrahim’i sağ bırakır.

Kimi tarihçilere göre de, IV. Murad’ın İbrahim’i de öldürerek Kırım Hanının tahta geçirmeyi düşündüğünü ancak buna Kösem Sultanın mani olduğunu bildirirler.

IV. Murad ölünce, padişahın öldüğü haberi İbrahim’e verilir. Ancak son üç yılında her an öldürülme korkusuyla yaşayan Sultan İbrahim, bunun bir oyun olduğunu düşünerek tahtta gözü olmadığını söyleyip, ağabeyinin sağlığını diler.

Bunun üzerine Kösem Sultan, korkudan kapısını dahi kilitlemiş olan İbrahim’in odasına gelerek ona padişahın öldüğünü, tahta geçme sırasının kendisine geldiği söyler. Sultan İbrahim zoraki odasından çıkarılır.

IV. Muradın yattığı odaya gelip Murad’ın cesedini görmesine rağmen, hala bunun bir oyun olabileceğini düşünerek tahtta gözü olmadığını bir kez daha söyler.

IV. Murad’ın ölümünden sonra Osmanlı başkentinde yeni bir çekişme başlar. Kapıkulu, ulema, vezirler ve saray erkanı iktidarda daha fazla söz sahibi olmanın mücadelesini verirler . IV. Murad ve Sultan İbrahim’in annesi Valide Kösem Sultan, oğlu İbrahim’in saltanatı sırasında devlet işlerine daha fazla karışmaya başlar. İbrahim’in ruhsal sıkıntısına çare olmak hem de erkek evlad sahibi olabilmesi için saraya üfürükçüler davet edilmiştir. Hele bunlardan bir tanesi vardır ki, İbrahim’in saltanatı sırasında çok ünlenmiştir. Safranbolulu Cinci Hoca lakaplı Hüseyin Efendi’dir. Cinci Hocanın üfürmeleri sonucu sultanın günden güne iyileşmesi Cinci Hocanın ününe ün katar. Cinci Hocanın saraydaki etkinliği o kadar artar ki, Cinci Hoca artık devlet idaresine dahi karışmaya başlar. Rüşvet almak ve medrese hocalıklarını satmak yoluyla epeyce zenginleşir. IV. Mehmed’in cülusünün dağıtımında hazinede para olmadığı için, sadrazam tarafından, kendisinden yardım dahi istenecek bir zenginliği vardır. Cinci Hocanın öldürülmesi ve mal varlığının hazineye aktarılması sonrasında cülus olarak askere dağıtılan paralar halk arasında uzun bir süre “Cinci Hoca Akçesi” diye anılmıştır.

Kösem Sultan, Zihni zaafından ve tecrübesizliğinden ıstırap ettiği oğlunu avutmak ve Osmanoğullarını, hanedanlığın sona erme tehlikesinden korumak amacıyla padişaha sürekli yeni cariyeler takdim etmiştir.

Zamanla sayıları artan hasekiler ve cariyeler , hazineye bir hayli yük olmuştur. Sarayda kadınlar arasında nüfuz çatışmaları başlamıştır. Kösem Sultana karşı cephe alanlar olmuştur. Şekerpare adındaki kadın, Kösem Sultana karşı kafa tutar, bir davranışından dolayı Kösem Sultandan şiddetli bir dayak dahi yemiştir.

Ruhi rahatsızlıkları nedeniyle Sultan İbrahim’e söz geçirmekte zorlanan ve iktidarda etkisiz kaldığını gören Kösem Sultan, Topkapı Sarayından uzaklaşır, ancak devlet işleriyle uğraşmaya devam eder.

Sadrazam Salih Paşa, İbrahim’in tahammül edilmez bir hal aldığını, devlet işlerinin iyi gitmediğini, İbrahim’in taht'tan indirilerek yerine Mehmed’i tahta çıkarmak lazım geldiğini Kösem Sultana gizlice iletir. Sultan İbrahim tarafından bu durumun öğrenilmesi sadrazamın sonunu getirir. Kösem Sultan da Florya’daki İskender Çelebi bahçesine sürülür.

Sultan İbrahim daha da ileri giderek, annesini Rodos’a sürdürmek istemişse de buna engel olunmuştur.

Saraydan uzaklaştırılan Kösem Sultan boş durmaz. Oğlunun bu hareketine karşılık Ocak Ağalarının ve yeteneksiz vezirlerin sebep olduğu yolsuzluklardan oğlunu sorumlu tutup, oğluna karşı propaganda hareketine girişir.

Gözlerini iktidar ihtirası bürüyen Kösem Sultan daha da ileri giderek, Sadrazam Ahmet Paşaya, “Bu beni ve seni sağ komaz, alem harap oluyor; devlet elden gidiyor bunun hakkından gelelim de şehzadeyi cülus ettirelim.” diyerek planını açıklar.

Sadrazam Ahmet Paşanın bu oyuna alet olmak istememesi üzerine, Kösem Sultan tekrar ümidini Ocak Ağalarına bağlar. Ocak Ağaları da ilk hedef olarak Sadrazamı azlettirerek, onun yerine kendilerine yakın ve işlerini yaptırabilecekleri birini sadrazamlığa getirtmek isterler. Daha sonra padişahı tahttan indirmeyi planlarlar. Halkın sevgisini kazanmış padişaha karşı doğrudan cephe almaktan çekinmişlerdir. Çünkü halk, Genç Osman’a yapılanları unutmamış ve bundan dolayı da Ocağa karşı kin beslemektedir.

Ağalar ve askerler anlaşarak sadrazamın azli ve katli için Şeyhülislamın kapısını çaldılar ve ondan fetva istediler. Durumu öğrenen padişah, Şeyhülislama bir haseki göndererek durumun aslını öğrenmek ister ve askerlerin dağılmasını söyler. Ancak Şeyhülislam haseki vasıtasıyla Padişaha, sadrazamın teslimi için haber gönderir. Bununla da yetinmeyen Şeyhülislam makamına yakışmayacak bir tarzda Padişahın sadrazamı teslim etmemesi halinde sonunun iyi olmayacağı yönünde tehditvari bir haber de gönderir.

Ocak Ağaları, askerler ve Şeyhülislam’ın işbirliği sonucu sadrazamlığa Mehmet Paşa getirilir. Padişah Sultan İbrahim, Mehmet Paşa’ya, Ahmet Paşayı sadrazamlıktan azlettiğini, ancak ona bir şey yapılmamasını söyler. Yeni Sadrazam Mehmet Paşa ise, Ocağın bunu kabul etmeyeceğini, Ahmet Paşa’nın öldürülmesini istediklerini söyler. Padişah da kendisine kızarak, tüm olanlardan kendisinin sorumlu olduğunu, askerin dağılmasından sonra kendisiyle hesaplaşacağını söyler. Korkuya kapılan sadrazam, evine kapanıp sadaret mührünü Ocak Ağalarına teslim eder. Ağalar da kendisine padişahtan korkmamasını, esas amaçlarının padişahı tahttan indirmek olduğunu, endişelenmesine gerek olmadığını sadrazama iletirler.

Eski sadrazam can korkusuyla saklanmak ister ancak birçok kapıdan geri çevrilir. Sonunda kendisine kapısını açan birini bulur ancak onun da ihanetine uğrar ve bu kişi tarafından yeri isyancılara bildirilir. Ahmet Paşa isyancılar tarafından öldürülür ve cesedi At Meydanında çınar ağacının altına çıplak olarak bırakılır.

Sultan İbrahim, sarayda on iki bin muhafızı silahlandırdığını, dağılmadıkları takdirde üzerlerine yürüyeceğini isyancılara bildirir. Bundan çekinen ve korkan isyancılara destek Valide Kösem Sultan’dan gelir. İsyancılara korkmamaları gerektiğini, saray muhafızların komutanı ile işbirliği içinde olduğunu, padişahı tahttan indirmeleri için onlara saraya gelmelerini bildirir.

Saraya gelen isyancıları Kösem Sultan karşılar ve hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranır. Vaziyet hakkında bilgi ister ve Sultan İbrahim’i savunur gibi görünür. Sonunda Şeyhülislamın da fetvasıyla 7 yaşındaki Mehmed’in cülusüne karar verilir. Hal kararı padişaha ulema ve askerler tarafından bildirilir. Hal’lini kabul etmeyen Sultan İbrahim ulemaya tepki gösterir ancak zorla tahttan indirilir ve hapsedilir.

Ruhsal sıkıntısı olan Sultan İbrahim yapılan haksızlıklar yüzünden mahbesinde büsbütün sıkılmıştır. Zindandan farkı olmayan mahbesinde gece gündüz feryadı figan eden Sultan İbrahim’e bu mahbesi dahi çok görülerek, mahbesin kapısı ve pencereleri Kösem Sultan tarafından ördürülerek tam bir mezara çevrilir. Sultan İbrahim’in feryatları saray halkını sabaha kadar uyutmaz. Saray halkı onun bu durumuna gözyaşları döker.

Saltanat makamının üç-beş ocak ağasının elinde oyuncak olduğunu düşünen halk, saray ağaları ve askerin bir kısmı; bu olaya sebep olan Kösem Sultan, Ocak Ağaları ve ulema aleyhinde kin beslemeye başlar. Sultan İbrahim’in tekrar tahta çıkarılma fikri seslendirilir. Bu durum Sultan İbrahim’i tahttan indiren işbirlikçileri korkutur ve kendilerinin yaşaması için Sultan İbrahim’in öldürülmesinin şart olduğu kararlaştırılır.

Kösem Sultanın işbirlikçileri Sadrazam Sofu Mehmed, Şeyhülislam Abdürrahim ve yandaşları, Sultan İbrahim’in katli için saraya gelirler. Saray halkı cinayete seyirci olmak istemeyip kaçışır. Hatta Sultan İbrahim’i katledecek olan Cellad Kara Ali dahi kaçmış, ancak yakalanarak Sadrazam tarafından dövülmüş, Sultan İbrahim’in hapsedildiği yere kadar da sürüklenerek götürülmüştür.

Elinde Kur’an-ı Kerim ile isyancıları karşılayan Sultan İbrahim Şeyhülislama “Bak’a Abdürrahim, Yusuf Paşa bana senin için dinsiz, imansız, fitnekar bir heriftir, sağ bırakma demişti; seni öldürmedim; çünkü Allah’tan korktum; meğer sen beni öldürecekmişsin. İşte Kitabullah, beni ne hüküm ile öldürürsünüz, zalimler!” diye bağırır. Ve Sultan oracıkta canice öldürülür.

Sultan İbrahim’in öldürülmesi büyük üzüntüye sebep olur. Çünkü halk dertlerini dinleyen, türbelere giden, şeyhlerle sık sık görüşen padişahını sevmektedir. Ve şairler, katledilen Sultanın dili olur. Tarihçi solakzade Hemdemi;

“Nasib oldu şehadet akıbet ol şah-ı mazluma,

Ne çare bu imiş hod ta ezel takdir-i yezdani..”

Beytiyle Sultan İbrahim’in katledilmesinden duyduğu üzüntüyü dile getirmiştir.

Sultan İbrahim’i tahttan indiren ve onu katledenler bu olayı meşru göstermek için onu “DELİ” olarak damgalamışlar ve kadın düşkünü olarak göstermeye çalışmışlardır.

Tarihimizde “DELİ” diye anılan Sultan İbrahim bu lakabını Can düşmanı olan Şeyhülislam Karaçelebizade Abdülaziz Efendinin Ravzatü’l Ebrar adlı tarihinden mülhem olarak II. Meşrutiyet devrinde yaşamış bazı tarihçilerin, özellikle Mizancı Murad’ın işgüzarlıklarına borçludur. M. Çağatay Uluçay’ın “Sultan İbrahim deli mi yoksa hasta mıydı?” başlıklı incelemesinden ve dönemindeki faaliyetlerden Sultan İbrahim’in ruhi bir rahatsızlığının olduğu ancak kesinlikle deli olmadığı anlaşılıyor.

Sultan İbrahim tahta çıktığında sarayın yiyici takımını dağıtmış, etrafındakilerin fazla servet edinmesine mani olmuştur. Halk arasındaki bir gezintisinde, fırın önünde ekmek kuyruğu bekleyenleri görünce, bu duruma razı olmamış ve sadrazamdan bu durumu çözmesini emretmiştir. Sultan İbrahim bazı hatlarında reayanın sıkıntılarından duyduğu ızdırabı ve bazen sabahlara kadar uyuyamadığını da dile getirmiştir.

Kösem Sultan, Sultan İbrahim’in tahtan indirilmesi ve Mehmed’in tahta çıkmasından sonra, adet üzere eski saraya taşınması gerekirken, IV. Mehmed’in annesi Turhan Sultanın gençliğini ve tecrübesizliğini bahane ederek yeni sarayda kalmaya devam etmiştir.

İktidar hırsı her geçen gün artan Kösem Sultan, 7 yaşındaki IV. Mehmed’in tahta çıkmasıyla bu defa padişahın annesi Valide Turhan Sultan ile mücadele edecektir.

IV. Mehmed’in ilk yıllarında eski gücüne kavuşan Kösem Sultan “Valide-i Muazzama” diye hürmet görmüştür. Yeniçeri ocağından aldığı destek ile hükümdar gibi saltanat sürmüştür.

Ancak , Turhan Sultan valide sultanlık sırasının kendisine geldiğini, Büyük Validenin artık kenara çekilmesi gerektiğini düşünür ve yavaş yavaş devlet işlerine karışmaya başlar. Böylece Valide Sultan ile Büyük Valide Sultan karşı karşıya gelir. Saray ağaları arasında dahi bu iki kadın yüzünden iki cephe oluşur. İki cephe arasında zıtlaşmalar ve kavgalar saray içinde huzursuzluğu artırır. Hatta bu çatışma ortamında devlet işlerine yeterli derecede önem verilememiş ve Anadolu’da yer yer isyanlar çıkmıştır.

Sadrazam Siyavuş Paşa ile ocak ağalarının arası da açıktır. Bu ortamda hem ocak ağaları hem de sarayda can korkusuna düşen Kösem Sultan, işi kökünden halletmeye karar verirler. Turhan Sultandan kurtulmak için IV. Mehmed’i tahttan indirerek yerine Süleyman’ı çıkarmayı düşünürler. Süleyman tahta çıkarsa Kösem Sultan kendisine rakip bir valide sultanın olmayacağını düşünür. Çünkü Süleyman’ın annesi Dilaşub Sultan, kendisine karşı koyabilecek bir kişilikte ve güçte değildir.

Ve plan hazırlanır. Kösem Sultan gece sarayın kapılarını açık bıraktıracak, Yeniçeri ağaları adamlarıyla birlikte içeri girecek Süleyman’ı tahta çıkaracaklardır. Turhan Sultan ve adamlarını alıp götürecekler, IV. Mehmed’i de zehirli şerbet ile zehirleyeceklerdir.

Ancak Yeniçeri Ağaları ve Kösem Sultan tarafından hazırlanan bu plan Padişah ve annesi tarafından öğrenilir. Planın ortaya çıkması üzerine Turhan Sultan, derhal harekete geçer ve adamları tarafından Kösem Sultanın öldürülmesi için hazırlık yapılır. Kösem Sultan odasında yandaşları Yeniçeri ağalarını beklerken kapıda Turhan Sultanın adamlarını görür, can havliyle kaçmağa çalışır ancak son çırpınışlar fayda etmez. Zülüflü baltacılardan Küçük Mehmed celladı olur ve Kösem Sultanı oracıkta boğar.

Osmanlı Devleti’inde birçok padişahtan daha çok iktidar sürmüş olan Kösem Sultan, eşi I. Ahmed’in türbesine gömülmüştür.



tarihim.org
 
F

Fırtına

Guest
Padişahların Anneleri Nereli?

1.jpg


I. MURAT'IN ANNESİ NİLÜFER HATUN;

YARHİSAR TEKFURU MİHALİSİN KIZIDIR. ASIL ADI HOLOFİRA'DIR; MÜSLÜMAN OLDUKTAN SONRA NİLÜFER ADINI ALMIŞTIR. ORHAN GAZİ'YLE TANIŞTIĞI SIRADA BİLECİK TEKFURUNUN OĞLUYLA NİŞANLIDIR. ORHAN GAZİ VE ADAMLARI TARAFINDAN DÜĞÜN GÜNÜNDE KAÇIRILMIŞTIR.


2.jpg


YILDIRIM BEYAZID'IN ANNESİ GÜLÇİÇEK HATUN;

ASLEN RUM OLAN GÜLÇİÇEK HATUN'UN TÜRBESİ BURSA'DA BULUNMAKTADIR.


3.jpg


ÇELEBİ MEHMET'İN ANNESİ DEVLET HATUN;

GERMİYANOĞULLARI HÜKÜMDARI ŞAH ÇELEBİ'NİN KIZI, II. YAKUP BEY'İN KIZ KARDEŞİDİR.


4.jpg


II. MURAT'IN ANNESİ EMİNE HATUN;

DULKADİROĞLU MEHMED BEY'İN KIZIDIR. KİMİ KAYNAKLARDA II. MURADIN ANNESİ VERONİKA OLARAK GEÇER.


5.jpg


FATİH SULTAN'IN ANNESİ HÜMA HATUN;

ESKİ ADI DESPİNA OLAN BİR SIRP OLDUĞU SÖYLENSE DE CANDAROĞULLARI SOYUNDANDIR.


6.jpg


II. BEYAZID'IN ANNESİ GÜLBAHAR HATUN;

GÜLBAHAR HATUN'UN ARNAVUT, SIRP VEYA FRANSIZ ASILLI OLDUĞU SANILMAKTADIR.


7.jpg


KANUNİ SULTAN SÜLEYMANIN ANNESİ AYŞE HAFSA SULTAN;

AYŞE HAFSA SULTAN'IN KÖKENİ HAKKINDA ÇEŞİTLİ KAYNAKLARDA İKİ DEĞİŞİK TEORİ YER ALMAKTADIR.

BUNLARDAN BİRİNCİSİNE GÖRE AYŞE HAFSA SULTAN'IN KIRIM HANI MENGLİ GİRAY'IN KIZI OLDUĞU ÖNE SÜRÜLMÜŞTÜR.

ANCAK İKİNCİ BİR TEORİYE GÖRE KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN MENGLİ GİRAY'IN KIZINDAN DEĞİL DE, YAVUZ SULTAN SELİM'İN BAŞKA BİR EŞİ OLAN AVRUPA KÖKENLİ BİR CARİYEDEN DÜNYAYA GELMİŞTİR.


8.jpg


II. SELİM'İN ANNESİ HÜRREM SULTAN;

LEH ASILLI YAHUDİ BİR AİLEDE DOĞAN HÜRREM SULTAN'IN ASIL ADI ROXELANNE'DI (ANASTASİYA LİSOWSKA)


9.jpg


III. MURAT'IN ANNESİ NURBANU SULTAN;

1520 LERDE HENÜZ 10 YAŞLARINDA BİLE DEĞİLKEN KORSANLAR TARAFINDAN KAÇIRILMIŞ VE İSTANBUL'DA DÖNEMİN EN ÜNLÜ TİCARET MERKEZİ OLAN PERADAKİ KÖLE TACİRLERİNDEN BİRİNE SATILMIŞTI. TAM ADI VE KAÇIRILDIĞI ÜLKE KESİN OLARAK BİLİNMEMEKLE BİRLİKTE OSMANLI KAYNAKLARINDA YAHUDİ BİR AİLENİN ÇOCUĞU OLDUĞUNDAN BAHSEDİLİRKEN BAZI TARİHÇİLER ONUN VENEDİKLİ OLDUĞUNU İDDİA EDERLER.


10.jpg


III. MEHMET'İN ANNESİ SAFİYE SULTAN;

SAFİYE SULTAN ASIL ADIYLA SOFİA BAFFO 1530'LARIN SONUNDA VENEDİK'TE DÜNYAYA GELDİ. O DA KORSANLAR TARAFINDAN KAÇIRILIP OSMANLIYA GETİRİLDİ.
 
F

Fırtına

Guest
Padişahların Anneleri Nereli?

11.jpg


I. MUSTAFA'NIN ANNESİ ARNAVUT ASILLIDIR;

III. MEHMET'İN CARİYELERİNDEN BİRİDİR. OĞLUNUN AKLİ DENGESİ BOZUK OLDUĞU İÇİN SARAYDA ÖNEMLİ BİR ROL OYNAMIŞTIR. ANCAK İSMİ BİLİNMEYEN NEDENLERLE TARİHE GEÇMEMİŞTİR. BAZI GÜVENİLMEYEN KAYNAKLARDA İSMİNİN FULDANE SULTAN OLDUĞU BELİRTİLMİŞTİR. ABAZA ASILLI OLDUĞU BİLİNMEKTEDİR.


12.jpg


I. AHMET'İN ANNESİ HANDAN SULTAN;

HANDAN SULTAN RUM ASILLIDIR VE DOĞDUĞU ZAMANKİ İSMİ HELEN'DİR. 1603 YILINDA OĞLU I. AHMET 13 YAŞINDA TAHTA ÇIKARILINCA VALİDE SULTAN OLDU.


13.jpg


GENÇ OSMAN'IN ANNESİ MAHFİRUZ HADİCE SULTAN;

SIRP ASILLIDIR VE DOĞDUĞU ZAMANKİ İSMİ MARİ'DİR. OĞLU GENÇ OSMAN'IN 1618 YILINDA 14 YAŞINDAYKEN TAHTA GEÇMESİ ÜZERİNE VALİDE SULTAN OLDU. KENDİSİNE DEVLETLU İSMETLU MAHFİRUZ VALİDE SULTAN AHİYAT ÜS-ŞAN HAZRETLERİ UNVANIYLA HİTAP EDİLİRDİ.


14.jpg


IV. MURAT'IN ANNESİ KÖSEM (MAHPEYKER) SULTAN;

OSMANLI TARİHİNİN ÜNLÜ VE ETKİLİ KADINLARINDAN OLAN KÖSEM SULTAN, 1590 YILINDA BOSNA'DA ANASTASYA ADIYLA DOĞDU. BOSNA BEYLERBEYİ TARAFINDAN İSTANBUL'A KIZLARAĞASI OLARAK GÖNDERİLDİ. 15 YAŞINDAYKEN SULTAN I. AHMET'E HASEKİ OLDU.


15.jpg


IV. MEHMET'İN ANNESİ TURHAN SULTAN;

RUS ASILLIYDI VE DOĞDUĞU ZAMANKİ İSMİ NADYA İDİ. 12 YAŞLARINDA İKEN KIRIM TATARLARI'NIN ELİNE ESİR DÜŞTÜ VE İSTANBUL'A GETİRİLEREK SARAYA VERİLDİ. OĞLU IV. MEHMET 1648 YILINDA 6 YAŞINDAYKEN TAHTA GEÇİNCE VALİDE SULTAN OLDU.


16.jpg


II. SÜLEYMAN'IN ANNESİ SALİHA DİLAŞUB HATUN;

SIRP KÖKENLİ OLDUĞU SÖYLENİR.


17.jpg


II. AHMET'İN ANNESİ HATİCE MUAZZEZ SULTAN;

YAHUDİ LEH ASILLIYDI VE DOĞDUĞU ZAMANKİ İSMİ EVA İDİ. OĞLU III. AHMET TAHTA GEÇMEDEN ÖLDÜĞÜ İÇİN VALİDE SULTAN OLAMADI.


18.jpg


II. MUSTAFA VE III. AHMEDİN ANNELERİ EMETULLAH RABİA GÜLNUŞ VALİDE SULTAN;

1647 YILINDA GİRİT ADASINDA VENEDİKLİ BİR AİLENİN ÇOCUĞU OLARAK DÜNYAYA GELDİ. BABASININ ADI RETİMO VERZİZZİ'YDİ VE DOĞDUĞU ZAMANKİ İSMİ EVEMİA İDİ. 1695 YILINDA OĞLU II. MUSTAFA'NIN TAHTA ÇIKMASI ÜZERİNE VALİDE SULTAN OLDU.



haberegir.com
 
F

Fırtına

Guest
Kanuni ve hürrem sultanın birbirine yazdığı aşk mektubu.!

hurrem_kanuni.jpg




Yüzümü yere koyup mutluluk sığınağı ayağınızın topraklarınızı öptükten sonra, benim devletimin güneşi ve saadetimin sermayesi sultanım, eğer bu ayrılık ateşine yanmış, ciğeri kebap, sinesi harap, gözleri yaş dolu, gecesi gündüzü belirsiz olan, hasret deryasına gark bi-çare, aşkınız ile müptela, Ferhat ile Mecnun'dan beter, şeyda kölenizi sorarsanız; ne zamandır ki sultanımdan ayrıyım bülbül gibi ah u feryadım dinlemeyip ayrılığınızdan dolayı öyle bir halim var ki Allah kafir olan kullarına dair vermesin..

Benim devletim, benim sultanım, özellikle bir buçuk ay olduğu halde sizden bir haber gelmemesi yüzünden Allah biliyor ki,, hiçbir şekilde rahatlık yüzü görmeyip gece gündüz ağlayıp, kendi hayatımdan el çekip, cihan gözüme dar oldu.. Ne yapacağımı bilmeden ağlayıp gözyaşları içinde gözüm kapıları gözlerken, ol ferdü rabbü'l alemin aleme rahmet eden subhan-ı Yezdan cümle aleme inayet nazarın edip fetih haberi ve müjdeli haberlerini yetiştirdi.. Ve bu haberi işitince Allah biliyor ki, benim padişahım, benim sultanım, ölmüş idim taze can buldum..

………Benim Sultanım, şehir hakkında soracak olursanız; şimdilik henüz hastalık devam etmektedir. Ancak önceki gibi değildir. İnşaallah Sultanım gelince Allah'ın inayetiyle de geçer gider. Azizlerimiz hazan yaprağı dökülünce geçer derler..

Benim Sultanım, sık sık mübarek mektubunuzu gönderirsiniz diye tazarru ve iltimas ederim.. Zira ki billah yalan değil, bir iki hafta geçip de ulak gelmezse alem gulguleye gelir.. Türlü türlü sözler söylenir.. Yoksa sadece kendi nefsim için istediğimi sanmayın..



Öyle nam sahibi ki sabah rüzgarı gibi merhamet artırıp saçar, öyle selâm ki gönül kapan şeker dudakların kavuşması gibi, öyle dualar ki âşıkların avazı gibi yanık, öyle övgüler ki derûnî arzuların ve kalbin meyillerinin sözleri gibi ateşi şûlelendirir, öyle kalp sâfiyatları ki sanki safâ nuruyla nurlanmış selvi boyluların yanakları gibi, öyle mensup olmalar ve bağlanmalar ki lâle yanaklıların sünbül gibi vefa kokularıyla kokulanmış, öyle yakarışlar ki başı göklere uzanan sancağın alemi gibi, öyle Mehdiler ki kendisinden yardım istenen Allah Teâlâ Hazretleri'nin katında 'Allah' 'Allah' nidaları gibi makbul (...) Benim Yûsuf yüzlüm, şeker sözlüm, latîf, nazenin sultanım, Allah dergahına yüzüm süpürge kılıp, bir derecede niyaz ederim ki, sizi benden ömren ayırmak sözü haram ola, mübarek yüzünüzü yine tez zamanda bana göstere......

Canımın parçası sultanım, hazretlerinin mübarek ayağını bastığı bu çirkin yüzümü sürdükten sonra benim can-ı azizim devletim saadetim sultanım Allah'a çok şükür ki mübarek şerefli mektubunuz gelip gözlere nur, gönüllere sevinç hasıl kıldı.. Allah kıyamete dek seni benden ayırmayıp bir daha mübarek dizlerinize yüz sürmeyi nasib ede (...)

Eğer biz çaresiz zayıf cariyenizi sorarsanız, vallah benim canım ne gecem gecedir, ne gündüzüm gündüz.. Sizin gibi padişahın sohbetinden ayrıldığım için benim halim ne olsa gerekir? Vallah ve Tallah ayrılığınız ateşinde gece ve gündüz yanarım.. Benim halimi Allah'tan başka kimse bilmez.. Benim canımın parçası gözümün nuru iki cihanda ümidim vallah dünyada hemen siz muradımsınız.. Benim halim ne söz ile söylenir ne kalem ile yazılır. (...) Kılıcınız üstün olup, düşmanlarınız kahrolsun, baki selam..



Kanuni Sultan Süleyman Han’ın Hürrem Sultan için yazdığı gazel;

Celis-i halvetim, varım, habibim mah-ı tabanım,
Enisim, mahremim, varım, güzeller şahı sultanım.

Hayatım hasılım, ömrüm, şarab-ı kevserim, adnim,
Baharım, behçetim, rüzum, nigarım verd-i handanım.

Neşatım, işretim, bezmim, çerağım, neyyirim, şem’im,
Turuncu u nar u narencim, benim şem’-i şebistanım.

Nebatım, sükkerim, genc,m, cihan içinde bi-rencim,
Azizim, Yusuf’um varım, gönül Mısr’ındaki hanım.

Stanbulum, Karaman’ım, diyar-ı milket-i Rum’um,
Bedahşan’ım ve Kıpçağım ve Bağdad’ım, Horasanım.

Saçı varım, kaşı yayım, gözü pür fitne, bimarım,
Ölürsem boynuna kanım, meded he na-müsülmanım.

Kapında çünki meddahım, seni medh ederim daim,
Yürek pür gam, gözüm pür nem, Muhibbi’yim hoş halim!

Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman’ın mahlası)



Bugünkü dille;

Benim birlikte olduğum, sevgilim, parıldayan ayım, Can dostum, en yakınım, güzellerin şahı sultanım,

Hayatımın, yaşamımın sebebi Cennetim, Kevser şarabım, Baharım, sevincim, günlerimin anlamı, gönlüme nakşolmuş resim gibi sevgilim, benim gülen gülüm,

Sevinç kaynağım, içkimdeki lezzet, eğlenceli meclisim, nurlu parlak ışığım, meş’alem, Turuncum, narım, narencim, benim gecelerimin, visal odamın aydınlığı,

Nebatım, şekerim, hazinem, cihanda hiç örselenmemiş, el değmemiş sevgilim, Gönlümdeki Mısır’ın Sultanı, Hazret-i Yusuf’um, varlığımın anlamı,

İstanbul’um, Karaman’ım, Bütün Anadolu ve Rum ülkesindeki diyara bedel sevgilim, Değerli lal madeninin çıktığı yer olan Bedahşan’ım ve Kıpçağım, Bağdad’ım, Horasan’ım,

Güzel saçlım, yay kaşlım, gözleri ışıl ışıl fitneler koparan sevgilim, hastayım..! Eğer ölürsem benim vebalim senin boynunadır, çünkü bana eza ederek kanıma sen girdin, bana imdad et, ey Müslüman olmayan güzel sevgilim,

Kapında, devamlı olarak seni medhederim, seni överim, sanki hep seni öğmek için görevlendirilmiş gibiyim,

Yüreğim gam ile, gözlerim yaşlarla dolu, ben Muhibbi’yim, sevgi adamıyım, bana bir şeyler oldu, sarhoş gibiyim.. Bir hoş hale geldim,
 
F

Fırtına

Guest
Osmanlının Yükselme Dönemi.!

fatih_sultan_mehmet.gif



FATİH DÖNEMİ (II. MEHMET)

İslam aleminin en önemli isteklerinden biri olan İstanbul'un fethi bu dönemde gerçekleşti. İstanbul'un Fatih tarafından kolayca fethedilmesinin nedenlerinden biride; o dönemde varlığını sürdüren katolik Ortodoks çekişmeleriydi.

Fatih İstanbul'u aldıktan sonra Ortodoks halka din özgürlüğü sağlanmış. Ancak Katolik ve Ortodoks kiliselerinin başına kiliselerarası birleşmeye karşı olan din adamları getirerek Avrupa Hrıstiyan birliğini bölmeyi, amaçlamıştır.

İstanbul'un alınmasından sonra Karadeniz ve Ege ticaretinin Osmanlıların eline geçmesinden rahatsızlık duyan Venedik ile 16 yıl savaş yapılmış ancak biri denizde diğeri karada güçlü olduğundan birbirlerine karşı üstünlük sağlayamadılar. Ve anlaşma yoluna gittiler. Söz konusu anlaşma ortamından dolayı Osmanlı tarihinde ilk imtiyazlar Venedik'e verilmiştir.

Venedik'e Osmanlı sularında serbest ticaret yapma hakkını verdiği gibi Venedik bayrağı taşıyan her gemiye bu haklar verilmiştir. Bundan maksat Hıristiyan birliğini bozmaktı.

Balkanlarda Sırbistan, Mora, Bosna, Hersek, Eflak-Boğdan Osmanlı topraklarına katılmıştır.

Anadoluda'ki fetihler;

* Cenevizlerden Amasra alındı.

* Sinop alınarak Candaroğullarına son verildi.

* Trabzon Rum İmp son verildi.

* Karamanoğularına son verildi.

Uzun Hasan'la 1474'te Otlukbeli Savaşı yapılarak Doğu Anadolu Osmanlı topraklarına katıldı.

Denizlerdeki fetihler;

* Ege adalarında; İmroz, Taşoz, Limni, Midilli, Bozcaada, Semadirek alındı.

* Gedik Ahmet Paşa komutanlığında Kırım Hanlığına son verildi. Böylece Karadeniz Türk gölü haline geldi.

* Sen Jan Şövalyelerinden Rodos adası alınamadı.

* Galya seferiyle Otranto kalesi ele geçirildi.

Anadolu'da Türk birliği sağlamak için çalışmalar yapıldı.

Askerlere toprak dağıtılarak ilk kez toprak reformu gerçekleştirildi.

Bilime ve sanata önem verildi.

Batı kültürüne ilk açılan osmanlı padişahıdır.

İlk altın para onun döneminde bastırıldı.

Kanunnameyi Ali Osman ile Kardeş katline izin verildi.

(Veraset sisteminden doğan taht kavgalarını önlemek devlet bütünlüğünü korumak için)

Fatih kanunnamesi kaynağını örfi hukuktan almıştır.


ii_beyazit.gif



II. BEYAZIT DÖNEMİ


Din işlerine devlet işlerinden daha fazla önem verdiği için sofu Beyazıt adını almıştır.

Yükselme dönemi padişahı olmasına rağmen önemli bir fetihte bulunmamıştır.


*Fetihlerde duraklama dönemi.

Cem Sultan olayından dolayı huzursuzluk yaşanmış, bu olay bir dış sorun haline gelmiştir.

Memlükler Cem Sultanı korudukları için savaş yapılmıştır.

Venediklilerle savaşlar yapılmış; Modon, Koron, İnebahtı, Navarin limanlan alınarak Venedikle barış yapılmıştır.

Şah İsmail'in şii propagandası yüzünden Osmanlı-İran savaşı başlamıştır. Bu propagandalar sonucu çıkan Şahkulu isyanı zorlukla bastırılmıştır. II. Beyazıt sofuluğundan dolayı Doğu üzerinde çok büyük bir etkinlik sağlayamamış tahtan çekilmek için yerine oğlu Korkut'u önerince diğer oğlu Selim babasına isyan etmiştir. Ve bu arada Yeniçeriler de Selim'i desteklediler. Böylelikle Yeniçeriler ilk kez devlet yönetimine karışarak siyasi tercihlerini göstermiş oldular.


yavuz_sultan_selim.gif



YAVUZ SULTAN DÖNEMİ (I. SELİM)


İslam ve Türk topluluklarını bir araya getirerek bir Türk islam imparatorluğu yaratmak amacındaydı.

Yeniçerilerin desteğiyle tahta geçen ilk Osmanlı Padişahıdır.

Çaldıran Seferi sonunda Turnadağı savaşıyla Dulkadiroğulları beyliğine son vererek Anadolu'da Türk Birliği sağlanmıştır (En son katılan beylik; Dulkadiroğulları)

Mısır seferi sonrası halifelik unvanını almış, bu andan itibaren devlet teokratik (dinle yönetilen) yapıya kavuşmuştur.

Şah İsmail'in Şii mezhebine dayalı olarak Anadolu'ya yayılmak istemesi üzerine, Anadolu'da dinsel ve ulusal birlik sağlamaya yönelmiş, böylelikle Doğu ticaret yolları (Baharat yolu) Osmanlı denetimine katılmış oldu (İran ve Çaldıran seferinin nedenidir)

Fatih devrine dayanan Osmanlı-Memlük anlaşmazlığı Şah İsmail'inde karışması yüzünden Yavuz'un Mısır seferine çıkmasına sebep oldu.

Mısır seferi sonucunda halifeliği ele geçirmesiyle siyasi otoritesini arttırmıştır. Hem de Baharat yollarını ele geçirerek Osmanlı devletini büyük bir zenginliğe kavuşturmuştur.

Osmanlı ile Memlûk arasında yapılan Mercidabık ve Ridaniye sonucunda Memlûk devletine son verilmiştir.

Bu savaşlar sonucunda Suriye, Filistin, Mısır Osmanlı egemenliğine geçmiş Hicaz emirliği Osmanlı devletine bağlanmıştır.

Memlüklerin yıkılmasından sonra Venediklilerin Kıbrıs için verdiği vergi Osmanlılara geçmiş ve böylelikle Osmanlıların Doğu Akdeniz'deki egemenliği güçlenmiştir.

İran ve Mısır seferi sonucunda İstanbul'a getirilen sanatçı ve ilim adamları Osmanlı'da İran ve Arap etkinliğim arttırmıştır.


kanuni_sultan_suleyman.gif



KANUNİ DÖNEMİ (I. Süleyman)


Kanuni devrinde şu iç isyanlarıyla uğraşılmıştır;

==> Canberdi Gazali,

==> Ahmet Paşa,

==> Baba Zinnun (Yozgatlı Baba Zinnun ile Osmanlı arasındaki vergi yüzünden çıkmıştır)

==> Kalender Çelebi isyanı (şii ayaklanması)

Macar kralının vergi vermemesi yüzünden 1521'de Belgrat ele geçirilmiştir.

1522'de Rodos ele geçirildi.

Macar kralının; Avusturya Arşidukası ile Osmanlı devletine karşı cephe alması ve Şarlken'e esir düşen Fransuva Kanuni'den yardım isteyince Macaristan seferine çıkmıştır. Mohaç savaşı yapıldı. Sonucunda; Macaristan'ın başkenti Budin ele geçirildi.

1529'da Ferdinant'ın Macaristan iç işlerine karışması yüzünden I. Viyana kuşatması gerçekleştirildi. Uzun süren kış nedeniyle kuşatma başarılı olamadı.

Almanya-Avusturya seferi sonucunda 1533 İbrahim Pasa (İstanbul) anlaşması yapıldı. Bu anlaşmaya göre; Ferdinand; Kanuni'nin üstünlüğünü kabul etmiş ve Avusturya Arşidukası protokol bakımından Osmanlı sadrazamına eşit sayılmıştır. Böylelikle Kanuni Avrupa'da Osmanlı üstünlüğünü kabul ettirmiş oldu.

Kanuni Dönemi'nde Hırıstiyan birliğini parçalamak için (Fatih'in Venediğe yaptığı gibi) Fransızlara kapitülasyon verilmiştir.

Ayrıca burada coğrafi keşiflerinden sonra canlılığını kaybeden Akdeniz ticaretinin canlandırma istediği de vardır. Kapitülasyonlarda Fransız tüccarlarına serbest ticaret hakkı, gümrük hakkı, vergi hakkı, hukuki, güvenceler, dinsel ayrıcalıklar sağlanmıştır.

1538'de İspanya, Portekiz,Venedik, Ceneviz, Malta'dan oluşan Haçlı donanmasıyla Preveze Deniz Savaşı yapılmıştır. Böylelikle Orta Akdeniz egemenliği Osmanlılara geçmiştir (En büyük deniz zaferimiz)

Cezayir ve Trablusgarb'ın Osmanlı devletine bağlanması gerçekleşti. (Barbaros Hayrettin Paşa ve kardeşleri tarafından buralar ele geçirildi)

Hint seferi; Portekiz saldırılarından zarar gören Hindistandaki müslümanlarm Kanuni'den yardım istemesi üzerine 4 kez Hint seferi yapıldı. Sadece yardım amacıyla yapıldığı için önemli bir sonuç alınamadı.

Osmanlı-İran savaşlarının Yavuz döneminde kesin bir sonuca bağlanmaması nedeniyle 3 kez İran üzerine seferler yapılmıştır.

==> I. İran seferi sonucu Bağdat ele geçirilmiştir.

==> II. İran seferi sonunda Van, Tebriz geri alınmış. Diyarbakır'a kadar ilerlenmiştir.

==> III İran seferi sonucunda 1555 Amasya antlaşması imzalanmıştır. *Amasya antlaşması İranla yapılan ilk resmi antlaşmadır.

1565'de Malta seferi gerçekleşmiş ancak başarılı olunamamıştır.

1566'da Zigetvar seferi sonucunda ölmüştür. Sefer sonucu başarılıdır.


sokullu_mehmet_pasa.jpg



SOKULLU MEHMET PAŞA DÖNEMİ


Kanuni; II. Selim ve III. Murat döneminde sadrazamlık yapılmıştır.

Kanuni dönemindeki Hint seferiyle ele geçirilen Yemen'in denetimi tamamen bu dönemde sağlanmıştır.

Fatih devrinde vergiye bağlanan Sakız Adası Cenevizlilerden alınmıştır.

Osmanlı devletinin Doğu Akdeniz egemenliğini tamamen ele geçirilebilmesi, için 1571'de Lala Mustafa Paşa komutasında Kıbrıs ele geçirildi.

Kıbrıs'ın alınmasından sonra Papa'nın çağrısıyla Birleşik Haçlı donanması oluşturuldu ve 1571'de İnebahtı'nda Osmanlı donanması yakıldı. Bu olaydan sonra oluşturulan Osmanlı donanmasıyla Akdeniz'deki Haçlı donanması yenilgiye uğratıldı ve Venedik daha önceden Osmanlı devletine verdiği vergiyi yeniden ödemeye kabul etti.

Tunus kesin olarak ele geçirildi. Fas Osmanlı himayesine alındı.

Lehistan Osmanlı himayesine alındı.

Kafkasya fethedildi.

Avrupa devletlerini Osmanlı lehine çevirebilmek için;

==> Avusturyalılara bazı ayrıcalıklar verildi.

==> Fransızlara tanınan ayrıcalıklar yenilendi.

==> İngilizlere kapitülasyonlar için gerekli izin verildi.

Rusya'nın güçlenmesini önlemek ve İran savaşlarında donanmadan faydalanmak için ayrıca Orta Asya Türklerinden istifade edebilmek için Don ve Volga nehirlerini kanalla birleştirmek, Karadeniz ve Hazar denizini birleştirme çalışmaları yapmıştır. Aynı dönemde Baharat yollarını yeniden canlandırmak için Süveyş kanalını açma çalışmaları yapılmıştır.

Sokullu Mehmet Paşa'nın ölümüyle yükselme dönemi sona erdi.



edebiyatforum.com
 
F

Fırtına

Guest
Osmanlı'nın Çöküşü.!

Bu aşağıdaki yazı, Osmanlı'nın çöküş nedenini çok güzel bir şekilde açıklamış, borç batağına nasıl girdiğimizi ve Atatürk devri dışında, günümüze kadar nasıl aynı oyunların oynandığını anlatıyor..


Türkiye yüz elli senedir denetleniyor;


1854 Osmanlı-Rus Kırım savaşında, Osmanlı, İngiliz ve Fransız donanması müttefik olarak Kırım'a asker çıkardılar. 1855'de Sivastopal zapt edildi. Paris Anlaşması ile savaşa son verildi ve savaş sonunda Fransa ile İngiltere bir taşla birkaç kuş vurmuşlardı. Öncelikle Rus donanması ve tersaneleri yok edilmişti. Rusya'nın Avrupa'daki ilerlemesi bir süre durdurulmuştu. Ruslar'la, Osmanlılar'ın düşmanlığı eskisinden daha fazla artarak devam edecekti. Bunlardan daha önemlisi Osmanlı devleti, İngiltere ve Fransa'nın para tuzağına düşmüş, yüz yıl sürecek bir borç ödeme planına girmişti.

İngiltere'nin Avrupa'daki imparatorlukları yok etme stratejisinin ilk kurbanı seçilen Türkler kendi sonlarını kendileri hazırlamışlardı. Avrupa'nın emperyalist oyunlarını öğrenememenin cezasını ağır ödeyeceklerdi. Türk aydınları devlet içinde tutunacak bir dal bulmada çok geç kalmışlardı. Kırım Harbi; Osmanlı devinin çöküşünü hazırlayan II. Viyana Kuşatması'ndan sonraki hataların en büyüğü idi.

Kırım Savaşı sonrası Türkler'e "borç prangası" takılmıştır. Avrupa ile bu borç süreci Düyun-u Umumiye adıyla 1854'den 1954'e kadar sürmüştür. Ancak Avrupa'nın yerini 1946 yılında Amerika Birleşik Devletleri almış, Düyun-u Umumiye koşulları hemen hemen aynı kalmakla beraber borç yönetiminin adı IMF (Uluslararası Para Fonu) olarak değişmiş ve devam etmektedir.

Askeri, ekonomik, politik, mali ve de hukuki her türlü oyunlar oynanarak borç prangası ayağımıza takılı olarak Türkiye yüz elli senedir yaşamına devam etmektedir. 1854 Kırım Savaşı'nın Osmanlı yönetimine bazı önemli katkıları olmuştur. Bu savaş dolayısıyla Batılı asker, politika, tıp, teknik uzmanlarla temaslar yapıldı. Ruslar'a karşı yüz yıllık bir süreçten sonra kazanılan savaş, Osmanlı'nın onuruna çok şey katmıştır. Ancak buna karşın borçlanmaya başlamayı kabullenmek yanında Osmanlı'nın sosyal yaşamındaki eksikleri ortaya çıkmıştır. 1856 İkinci Tanzimat Fermanı ile ıslahat hareketleri başladı. Kırım zaferinin getirdiği moral ve kolay borçlanma padişah ve etrafının Dolmabahçe Sarayı'nı ve diğer idari birimler içinde Çırağan Sarayı'nın yaptırılması Lale Devri'nde halkı isyan ettiren Sadabat köşklerini fazlası ile aşmıştı.

Islahat-ı Maliye Komisyonu;

Kırım Savaşı bir taraftan devamlı dış borçların artmasına neden olmaktaydı. Aydınlar ve halktan ses seda çıkmıyordu. Ayağa takılan borç prangasının kuralları çalıştırılmaya başlamıştı. Düyun-u Umumiye idaresi 1881'de kurulmuş olmasına rağmen onun ilk nüvesi yirmi iki sene önce kurulmuştu. Maliye Bakanlığı bünyesinde dördü Türk, üç tanesi yabancı olmak üzere yedi üyeli "Islahat-ı Maliye Komisyonu" 1859 yılında ilk borçların verildiği en hızlı dönemde kurulmuştu. Bu komisyonun görevi, memleket maliyesini tetkik, vergilerin miktarını tespit, kamu masraflarını sınırlamaktı. Böylece IMF'nin bugünkü Türkiye masası kurulmuş oluyordu.

Batı, sömürge programını uygulamaya başlamıştı. Osmanlı Hazinesi'ne el konuldu ve Osmanlı Bankası 1863 yılında İngiliz ve Fransız sermayesi ile kuruldu. Böylece Osmanlı'ya verilecek borç ve ödemelerin kayıtlarını komisyonun denetim olanağı sağlanmış oluyordu. Bu banka Osmanlı Devleti'nin Merkez Bankası konumunda idi.

Osmanlı tarihinde görülmemiş bir harcama başladı. Önce dört yüz yıllık Topkapı Sarayı'nın, imparatorluğun yönetimine yetmediği, ilave yapılarla kullanım olanağının zorlaştığı, gelen yabancı konukların, krallarının yaşadığı saraylarla karşılaştırılınca bir anda Topkapı Sarayı'nı gözden düşürüyordu. Topkapı Sarayı, 1853 yılına kadar imparatorluğun yönetim ve yaşam merkezi olarak kaldı. Yerini Dolmabahçe'ye devretmesi Abdülmecit'in Batı özentisinden başka bir şey değildi.

Sultan Abdülmecit, Boğaz'ı çok sevmişti. Dolmabahçe Sarayı'ndan sonra Beylerbeyi'nde de bir sarayın inşaasını başlattı, ancak ömrü bu sarayı görmeye yetmedi. İlerideki tarihlerde Abdülmecit yerine geçen kardeşi Abdülaziz, Dolmabahçe Sarayı'nın kaça mal olduğunu dönemin Maliye Bakanı'na sorduğunda ona verilen cevap 3500 kuruş olmuştur. Bu miktar 3,5 milyon kuruşun kağıt ve mürekkep parasıdır.

Osmanlı İmparatorluğu'na borç vermenin yarışına giren İngiltere ve Fransa verilen borçların sadece savaş harcamalarında kullanılmasının yerine getirilmesi için 1855 borç sözleşmesine İngiliz ve Fransız hükümet temsilcilerinden kurulu bu komisyonun kurulmasını ilave etmişlerdi. Verilen borçların Osmanlı devletinin modernleşme hareketlerinde kullanılmasına engel olunmuştu.

İlk mali kontrol;

Böylece yabancıların imparatorlukta ilk mali kontrolü böylece başlamış oldu. Bu önemli konuda Şevket K. Arar ve Hüseyin Al'ın Osmanlı Bankası arşiv ve araştırma merkezince yayımlanan (Kasım 2003, İstanbul) Osmanlı Dış Borçları ve Gözetim Komisyonları (1854-1856) araştırmaları bize ışık tutmaktadır. Bugüne değin el değmemiş veya önemsenmemiş bu konu yüz elli senedir güncelliğini korumuştur.

1881 Muharrem Kararnamesi ile kurulan Düyun-u Umumiye'den oldukça farklı özellikler taşıyan bu denetim kurulu IMF ile daha göreli benzerlikler taşımaktadır. Abdülmecid'in babası II. Mahmut döneminde askeri, idari, mali ve sosyal reformlar başlatılmış ve bu reformların hızlanması için İngiltere'den borç talep edilmiş, ancak bu girişimde olumlu bir sonuç alınamamıştı. 1838 Ticaret Anlaşması'nda Osmanlı'nın ekonomi bağımsızlığını ele geçiren İngilizler'de borç vermeye karşı iyimser görüşler belirmiştir.

Bu görüşler 1854 yılında başlayan Kırım Harbi ile hızlanarak gerçekleşmiştir. Borç ile; savaşa gereksiz nedenler yaratılarak sokulan Osmanlı'nın yıkılma süreci başlamış oldu. Borç alma fikri padişahın çevresini saran Galata bankerleri ile onların ortağı devşirme bürokrasiden (kapıkulu) gelmektedir. İngiltere ve Fransa, Mısır'ın yıllık vergilerinin bir kısmına el konularak 2 milyonu ileride kullanılmak üzere 3 milyon sterlinlik borç verilmiştir. Bu 3 milyonluk borçtan Osmanlı'nın eline kesintilerden sonra 2,018 milyon sterlin geçmiştir. Öncelikle verilen borcun denetlenmesi şartı getirilmişti. Bu, Osmanlı bürokratının işine hiç gelmiyordu. Alınan borcun harcanmasındaki hırsızlıkları Batı biliyor ve engellemek istiyorlardı. Kapıkulu devşirme bürokratların foyası meydana çıkmıştı. İngiltere ve Fransa'nın direk kefil olmasında başlayan sorumluluk ile o güne değin Batı'ya çalışan devletin farelerinin deliğine yıllarca hesaplarına çalıştıkları devletlerce zehir konuluyordu.

Osmanlı padişahı ve bürokrasisi bu denetimle ilk defa karşılaşıyor ve onur kırıcı bulduğu bu koşulun kaldırılmasına uğraşıyordu. Ancak kural konulmuştu ve komisyon üstelik iki kere kurulmuştu. Birincisinde beş üyelikten üç tanesi Osmanlı'ya, biri İngiliz, diğeri Fransa'ya veriliyordu. Komisyon başkanlığı da Osmanlı'ya bırakılmıştı. İkinci komisyon bir yıl sonra 1855 yılında borcun bakiyesinin kullanımında yeniden kuruldu.

Maliye Teftiş Kurulu;

Üye sayısı üçe indi. Başkanlık Osmanlı'dan alındı. Tarafların üyeliği eşit paylaşılmıştı. Bürokratlar her türlü engellemelerle denetimin yapılmasında başarı sağlıyorlardı. İngiltere bu denetimde ısrarlı olunca ikinci komisyonda Batılılar ağırlıklarını ve yetkilerini artırdılar. Harcamaların sadece Kırım Harbi harcamalarında kullanılacağına dair Osmanlı'dan yazılı taahhütname aldılar. Ayrıca günümüz IMF'nin niyet mektubu da böylece başlamış oluyordu. İngiltere resmi olarak Osmanlı Devleti'nden mülkiye ve maliyede yeniden yapılanma çalışmalarına başlanması, verilen borçların harcamalarının aylık ve yıllık bazda dökülerek acil olarak Londra ve Paris'e gönderilme taleplerinin kabulünü yazılı olarak istiyor ve alıyordu.

Bu konuyu irdelememizin nedenleri IMF çalışmalarının benzerliğinden ziyade Osmanlı'nın çökmesini en önemli etkenlerinden birinin bürokratların olduğunu vurgulamaktır. Türkiye Cumhuriyeti; seçilenlerin, seçenlerin, atayanların, atanmışların denetlendiği bir düzende kurulmasının nedenleri Osmanlı bozuk düzeninin Mustafa Kemal Atatürk'te yarattığı birikimlerden doğmasıdır diyebiliriz. Nitekim Cumhuriyet kurulduğunda Maliye Bakanlığı idari kadroları ile örneğin defterdarlık, mal müdürlüğü ve teftiş kurulları aynen korunmuştur. Gazi'nin bu davranışı Maliye teşkilatının bir nevi aklanmasıdır.

Atatürk'ün, Osmanlı Devleti'nden aynen devraldığı ve devam ettirdiği Maliye teşkilatının denetim birimi olan Maliye Teftiş Kurulu, II. Abdülhamid'in tahta yeni çıktığı dönemlerde kurulmuştu. Septisizm ile kuşku hastalık halinde bir psikolojik rahatsızlık olarak onun genel yapısında yer almıştı. Özellikle Abdülaziz'in tahttan zorla indirilmesi ve şüpheli ölümü onun bu rahatsızlığında etkili olmuştur. Bu hastalık onu ilerleyen süreçte acımasız bir diktatör yapmıştı. Abdülhamit, Batılı devletlerle daha dengeli ve kuşkulu ilişki yürütüyordu. Bürokraside oldukça etkin bir reorganizasyon yapmıştı. Bu kadroları yetiştirecek eğitim kurumlarında devşirmelerin yerine o zamanki tabirle Osmanlı gençlerine yer açılması için çalışmalar yapıldı. Örneğin Mülkiyeyi Şahane'yi (Siyasal Bilgiler Okulu) modernize ederek öğrenci sayısı on iki kat artırıldı.

Devşirme bürokratlar;

Ekonomi ve ticaretin azınlıkların elinden Türkler'in eline geçmesini ve ayrıca devlet kurumlarında ekonomi ve maliye eğitimi almış Türk gençlerinden yararlanmak amacıyla 1883 yılında Hamidiye Ticaret Mektebi Alisi'ni (Yüksek Ticaret ve Ekonomi Okulunu) kurmuştur. Maliye Teftiş Kurulu da 1879 yılında başlatılan umumu maliyenin tanzim ve ıslahı çalışmaları kapsamında 21 Haziran 1879 yılında devlete ait tüm mali işlerin denetimini doğrudan Maliye Bakanı'na bağlı olarak yapacak yetkili bir kurul olarak kuruldu.

Teftiş kurulu neden kuruldu? II. Abdülhamit tahta çıktığında öncelikle Osmanlı'nın Batı'ya borcu ödenemeyecek düzeye ulaşmıştı. Diğer bir neden de 1854 ve 1855 yıllarında kurulan özel denetim komisyonu devşirme bürokratların engellemeleri ile sonunda kalkmıştı. Şu bilinen gerçeği II. Abdülhamit şehzade iken yaşamıştı. Devletinizi siz kendiniz denetlemezseniz yabancılar denetler. Bu onur kırıcı duruma borç batağına saplanmış bir devlet karşı koyamazdı.

Alınan borçlar; örneğin Rumeli demiryolu yapımı gibi çok büyük ihalelerle yabancılara verilip paylar çıkarcı bürokratlar ve Galata bankerlerinin hırsızlığı devam ediyordu. Bunun mali denetiminin yapılmasını II. Abdülhamit ısrarla istemesine ve teftiş kurulunun kurulmasına karşı da aynı bürokrasi engellerini ortaya koyuyordu. 1881 yılında kurulan Duyun-u Umumiye 8 bin kişilik kadrosu ile Osmanlı'nın vergi kaynaklarını yüzde 70'ini tahsil ediyordu. Bu rakamın doğruluğunu kim kontrol edecekti? İmparatorlukta böyle bir idari birim yoktu. 1879 yılında Duyun-u Umumiye'nin çalışma usul ve esasları karşılıklı tartışılıyordu.

Bürokratlar; II. Abdülhamit'in düşürülmesi için her türlü oyunları oynuyordu. Teftiş kurulunun kadroları dar tutuluyordu. Kurulun yetkileri kullandırılmıyordu. Teftişler, merkezde kurulan Şuray-ı Maliye ve Muhasebe-i Merkeziye gibi istenilenlere göre çalışacak bir sisteme kaydırılıyordu.

Burada iki önemli olayı irdelememiz gerekmektedir. Birincisi 1876 yılında tahta çıkan II. Abdülhamit'in 3 yıl sonra Maliye Bakanlığı bünyesinde bakana bağlı bir teftiş biriminin kurulmasını istemesi, ikincisi ise Atatürk'ün II. Abdülhamit döneminde kurulmuş bir müesseseyi devlet içinde muhafaza ederek devam ettirmesidir.

Borç batağı;

II. Abdülhamit'in o güne değin borç batağına saplanmış, Osmanlı'yı çökertme derecesindeki devletin yönetiminin yozlaşmasına bürokratların seyirci kalması hiçbir etkinlik yapılmaması karşısında tek başına mücadele edebilmesi ne kadar dikkate değer ise, Atatürk'ün de hiçbir şekilde önyargılı olmadığını bize göstermiş olması ve kurulun kadrosunu daha da genişleterek teftiş kadrosuna yeni eleman alımının ilk sınavını 1923 yılında açtırması da dikkati çekicidir. Teftiş Kurulu'nun bugün yürürlükte bulunan yetki hükümleri Atatürk'ün sağ olduğu 1936 yılında ayrı bir kanunla verilmiştir.

Atatürk öncelikle Duyun-u Umumiye'nin görevine son verdi. Osmanlı Bankası'nın Merkez Bankası işlevini yeni kurulan TC Merkez Bankası'na devrettirdi. Bir devlet ekonomik özgürlüğüne kavuştuğunda o devlet bağımsız olacaktır koşulu Atatürk'ün koyduğu birinci temel kuraldı.

Mali denetim Cumhuriyet döneminde Hesap Uzmanları Kurulu, Gelirler kontrolörleri ve vergi denetmenlerince yerine getirilmeye çalışıldı ise de uzman sayıları daima çok kısıtlı tutuldu. Kendimize ait öz denetim kurullarımıza bir türlü gelişme olanağı tanımadık. IMF'ye sekiz tane niyet mektubu adı altında devlet taahhütnamesi verilmiştir. Hiçbirinde Maliye Denetim Kurulları'nın kapatılacağı veya reform yapılacağı yer almamaktadır. Yazılı bir detay olmamasına rağmen kamu reformu ve maliyenin reorganizasyonu kapsamında bu kurumların kaldırılması hiçbir gerekçe gösterilmeden yapılmak istenmektedir. Bu olayların seyri bize 1854-1855 yıllarını ne kadar çok hatırlatıyor.

Ulu önder Atatürk'ü artık buna da karıştırmayalım diye gayret göstersek bile tarih onu değil, o tarihi yazdığı için Türkiye'nin bağımsızlığında her zaman yer alacaktır. Ama ne yazık ki Padişah II. Abdülhamit kadar da mı mali denetimin önemini kavrayamadık diyebilmemize engel bir neden bulamıyoruz.

Bu yazımızda olayın günümüzdeki güncelliği ve sömürgeciliğin geleneksel ekonomiyi denetleyerek baskı altında tutma yönteminin değişmediğini vurgulamak istedik. 1855 yılında başlayan denetim 1923-1946 yılları arasında geçen 23 yıllık dönem düşülürse yüz elli yılın yüz yirmi yıllık sürecinde denetleniyoruz.

O kadar şehit vererek elde ettiğimiz bağımsızlığımıza nasıl ve ne zaman kavuşacağız..? En çok bilinen zenginliğimiz olan onurumuzun kabuğu artık kırılmıştır.

Hüseyin Perviz PUR / Yeminli Mali Müşavir
 
F

Fırtına

Guest
Osmanlı saray kokuları

cariye.jpg



OSMANLIDA HAMAM, TUVALET, TEMİZLİK KÜLTÜRÜ ve SARAY KOKULARI HAKKINDA

Osmanlı imparatorluğu sahip olduğu kültür ve yaşam tarzı ile Avrupa için örnek bir devletti.

Bugün yaygınlığını yitirmiş olsa da; Osmanlı'da Türk Hamamları temizlik adına çok önemli mekanlardı. Hamam kavramı Avrupa için temiz olmak ve banyo kültürü oluşmasında yine öncülük yapmıştır. Hatta; daha da ilginç olanı Avrupa'da tuvalet kavramı bile yoktu.

1600'lerde tuvalet kavramından bihaberdiler.

1667 tarihinde Osmanlı'da "Tuvalet Vakfı" kurulurken Avrupa'da tuvalet bilinen bir şey değildi. İnsanlar ihtiyaçlarını boş buldukları alanlarda, ya da evin içinde giderip dışarıya fırlatıyordu. Şehirler pis kokuyordu. Bu yüzden yüksek topuklu ayakkabılar, şemsiyeler revaçtaydı. Osmanlı'da ise bu tarihlerde zaten hemen hemen her köşe başında var olan tuvaletlerin sayıları ise artırılıyordu. Avrupa tuvaletle tam anlamıyla olmasa da 18. yüzyılın başlarında tanıştı. Artık sarayların bir köşesinde tuvalet vardı, krallar ve aristokratlar için ihtiyaç giderme sandıkları bulunuyordu.

Doç. Dr. Said Öztürk Osmanlı'daki tuvalet anlayışının Batı ile kıyaslanmayacak derecede illeri de olduğunu söylüyor. Doç. Dr. Öztürk devamla şöyle konuşuyor; "Batı ile kıyaslandığında bu tarihte Osmanlı'da tuvalet vakfının bulunması fevkalade bir üstünlüktür. Zira bu tarihlerde Batı dünyasında tuvalet kültüründen bahsetmek mümkün değil. Daha sonraki dönemlerde de aynı durum geçerli. Batı tuvaletle çok geç tarihlerde tanışıyor. Osmanlı imparatorluğunda temizlik, sağlık, güzellik, güzel koku çok önemli ve üzerinde durulan konulardı. Sağlıklı yaşam ve huzurlu bir hayatın gereği olarak görülen temizlik ve güzel koku üzerine günümüze kadar gelen arşiv belgelerinden de anlaşıldığı üzerine Avrupa için öncü olduğumuz değerlere Avrupalılar bizlerden daha çok değer göstermişler.

Avrupa'da Banyo ve temizlik alanının geçmişi, Hıristiyanlığın Ortaçağ boyunca Avrupa'ya neler yaptığını çok iyi ortaya koyuyor; Osmanlılardan başka, sadece Roma'da hamam kültürü gelişmişti. Hamamlar aynı zamanda kültürel buluşma mekanlarıydı. Toplantı alanları, eğlence alanları, kütüphaneler gibi unsurlar suyun etrafında bir kültürel buluşma noktası oluşturuyordu. Tabii buna dinen pek hoş karşılanmayan eğlenceler de eşlik ediyordu.

Hıristiyanlık Avrupa'da yaygınlaşır ve Roma çöküşe geçerken hamam kültürü de yok olmaya başladı. Kilise, bedenin tamamen yıkanıp temizlenmesini şehveti tetikleyeceği gerekçesiyle hoş karşılamıyordu. Avrupa'nın yüzlerce yıl sürecek kir pasak içinde yaşama dönemi başladı. Tuvalet kültürü, banyo kültürü, temizlik kültürü yok olmuştu. Takip eden yüzyıllarda Avrupa'da yaşanan çeşitli salgın hastalıkların çok yüksek ölüm oranlarına ulaşmasında temizliğe ilkesel olarak karşı olan bu yaklaşımın derin bir etkisi bulunuyor.

İlginçtir ama tuvalet kültürü Roma İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu sayesinde Avrupa’da yer bulmuştur. Özellikle İstanbul’un Avrupa yakası Roma İmparatorluğu’ndan kalan altyapının yararlarını çok çok görmüş. Bu altyapıyı da sonradan Avrupa’da kullanan nadir imparatorluklardan birisi olmuş. Avrupa’da soyluların saray bahçesinde şemsiye ile dolaşmalarının en önemli sebeplerinden birisi pencereden hizmetçilerin boşalttığı pisliklerin üzerlerine gelmemesi içindi. Ya da pencerelerden uzak dolaşmak gerekiyordu. Malum ola ki bir pislendiniz! Sabun yok ki yıkayasın. Fransızların parfumleri icat etmeside buna bağlıdır derler. Dikkat ederseniz her parfümde “EAU DE TOILETTE” yazısı var. Anlamı; tuvalet suyu demektir. Avrupalı tuvalletten çıktıktan sonra parfüm kullanırmış yani “yıkanmıyoruz ama biraz güzel kokalım” diyorlarmış.

Ancak; aynı Fransızların Luvre Müzesi'nde Osmanlı koku arşivi mevcuttur. Osmanlıların sahip olduğu değerleri bir bir kendi bünyelerine katan dünün geri kalmış Avrupa devletleri bugün bizim onlara kattıklarımızı unutmuş görünüyorlar.

Güzel kokunun sanat haline geldiği Osmanlı asırlarında gelenek olarak konuğun ister yabancı devlet elçisi, ister komşu olsun gülsuyu ve buhur ikramıyla karşılandığını biliyoruz. Mevlid, mukabele, hac karşılaması ve benzeri dini toplatılarda gül suyu dökme âdeti hâlâ sürüyor.

Güle itibar yeni yapılan ya da onarılan camiler açılırken gül suyu ile yıkanmasına kadar varırdı. Osmanlı mutfağının da parçasıydı gül suyu.. Güllaç, su muhallebisi, güllabiye ve şerbetlerin tamamlayıcısıydı.

Nihayet kaynaklarda cilt ve göz hastalıklarına karşı ilaç olarak gül yağının kullanıldığı da var. Bu kadarla kalmıyor koku merakı.. Hattatların Kur'an-ı Kerim'i kopyalarken kullandıkları mürekkebin misk ve amberle karıştırıldığı el yazmalarında bugün bile fark ediliyor.

Şimdilerde, piyasada onca parfüm cirit atarken bile camilerin yakın çevresinde 'kokucular'ı görmek mümkün. Bu kişilerin tüpler içinde sunduğu esansların kaynağı olan çiçeklerin yağları hiç değişmedi; Yasemen, sümbül, gül, reyhan, ıtır, tefarik, sandal, öd ağacı, ful, kakule, tarçın, karanfil..

Osmanlılar, güzel kokunun kişiyi sakinleştireceğine inanır. Kimi araştırmacılar, Osmanlı'da koku konusunda bir devlet politikası olduğundan bile söz ediyor. Topkapı Sarayı'nda bir koku arşivi oluşturulduğunu biliyoruz. (Fransa'da Luvre Müzesi'nde Osmanlı koku arşivi mevcut.) Keza her dönemin bir kokusu olduğunu da. 2. Selim kokusu, Abdülhamit kokusu gibi... İhtişam döneminde İstanbul'da moda olan buhurların benzerleri o dönemde Avrupa'da da yaygın olarak kullanıldı. Birçok yabancı kaynakta sözü edilen 'Pastilles du Serail' bildiğimiz 'Saray Pastilleri'. 19. yüzyıl Fransa'sında rağbet gören yayınlar arasında, Osmanlı buhur ve pastillerinin reçetelerini içeren kitapçıklar var. Pretextat Lecomte 1902'de yazdığı anılarında, Avrupa'da Osmanlı buhur pastillerinin taklitlerinin ticaretinin önemli boyutta olduğunu anlatıyor.

Alkollü ıtriyatın ortaya çıkmasıyla bu tablo değişti. Sultan Abdülaziz devrinin sonlarına doğru Avrupa'dan gelen parfümler önde gelen ailelerce kullanılmaya başlandı. En fazla tutulan parfümlerden biri: Lübin Suyu.. 'Eau de Lubin' adıyla satılan ürün, kırmızı renkte, lavanta ve karanfil karışımı kokulu, temizlik hissi veren ve iç açıcı bir losyondu. Zaman içinde bazı markalar hızla moda haline gelir, sonra yerini yenilerine bırakır oldu. Bunlara rağmen gül suyu itibar kaybetmedi. Ta ki kolonya çıkana kadar..

Eskiden üretilen kokuların dünyada ün yaptığını söyledim. Bunun göstergesi 1851'de Londra 1. Uluslararası Sergisi'ne gönderilen ürünler arasındaki koku koleksiyonunun gördüğü ilginin İngiliz basınına yansıması.. Ve önemli bir işaret bu sergide Edirne sabununun aldığı 'nefaset ödülü'.. Bundan dolayı 1855 Paris uluslararası fuarına da Osmanlı başkaca ürünler yanında zengin bir koku standı gönderdi. Kadınlar tarafından serginin açıldığı gün talan edilen şişeler üç kez yenilendi. 1862 Londra 2. Uluslararası Sergisi'nde Osmanlı ürünleri 83 madalya ve 44 mansiyon aldı. Girit Valiliği, adada üretilen parfüm dolayısıyla ödül alanlardan biriydi.


katre yapım
 
F

Fırtına

Guest
Padişah kokusu

osmanl%C4%B1%20padisah.jpg



Koku padişahlar için özel üretilmiştir. Birçok padişah kendisi için özel kokular üretmiş olsada yaygın kullanılan ve sevilen bir kokudur.

Özellikleri;

Koku kullanan kişiye tazelik, rahatlık hissiyatı verir.

Parfümsü bir etki bırakır, günlük hayatta kullanılabilmesi açısından tercih edilir.

Etkileyici ve kalıcı özelliği gün boyu kullananın üzerinde kalır.

Koku sahibine karşı hoş sohbet hissiyatı duyulur.

Karşısındakini etkisine alır, bu sebeple dostluk ve muhabbeti arttırsın diye tercih edilir.
 
F

Fırtına

Guest
Yavuz kokusu

Yavuz-Sultan-Selim.jpg



Yavuz Sultan Selim 10 Ekim 1470 günü doğdu. Babası Sultan İkinci Bayezid, annesi Gülbahar Hatun'dur. Gülbahar Hatun Dulkadiroğulları beyliğindendir. Yavuz Sultan Selim, uzun boylu, geniş omuzlu, kalın kemikli, omuzlarının arası geniş, yuvarlak başlı, kırmızı yüzlü, uzun bıyıklı ve yiğit bir padişahtı. Sert tabiatlı ve cesurdu. Kuvvetli bir ilim tahsili yapmıştı.

Babası Sultan İkinci Bayezid, padişah olduktan sonra, askeri sevk ve devlet idareciliğini öğrenmesi için, Şehzade Selim'i Trabzon Sancağı'na tayin etti. Şehzade Selim, Trabzon'da devlet işlerinin yanında, ilimle uğraşır ve büyük alim Mevlana Abdülhalim Efendi'nin derslerini takip ederdi. Trabzon'u çok güzel idare eden Şehzade Selim'in bu arada komşu devletler de ilişkisi oldu. Valiliği sırasında Trabzon halkını rahat bırakmayan Gürcüler üzerine üç sefer yaptı. En önemlisi olan Kütayis seferinde Kars, Erzurum, Artvin illeri ile birçok yeri fethederek Osmanlı topraklarına kattı (1508) Buralarda yaşayan Gürcülerin hepsi müslüman oldular.

yavuz.jpg



Çok güzel ata biniyor, devrin en meşhur silahşörlerini alt edecek kadar iyi kılıç kullanıyordu. Güreşmekte, ok ve yay yapmada üstüne yoktu. Harpten hoşlanmakla beraber çok ince bir ruha da sahipti. Çok mütevazi bir kişiliğe sahip olan Yavuz Sultan Selim, her öğün yemekte tek çeşit yemek yerdi ve ağaçtan tabaklar kullanırdı. Gösterişten hoşlanmaz, devlet malını israf etmezdi. Babasından devraldığı tatminkar hazineyi ağzına kadar doldurdu.

Hazinenin kapısını mühürledikten sonra, söyle vasiyet etti;

"Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurabilirse kendi mührü ile mühürlesin, aksi halde Hazine-i Humayun benim mührümle mühürlensin."

Bu vasiyet tutuldu. O tarihten sonra gelen padişahların hiçbiri hazineyi dolduramadığından, hazinenin kapısı daima Yavuz'un mührüyle mühürlendi. Yavuz Sultan Selim, ataları hep sakal uzattıkları halde sakalını keserdi. Bunun sebebini soranlara "Sakalımı ele vermemek için kesiyorum" dediği rivayet edilir.

Bir kulağına da küpe takardı. 22 Eylül 1520'de "Aslan Pençesi" denilen bir çıban yüzünden henüz 50 yaşında iken vefat etti. Hayatının son dakikalarında Yasin-i Şerif okuyordu. Kanuni Sultan Süleyman, Fatih Camii'nde babasının cenaze namazını kıldıktan sonra, onu Sultan Selim Camii avlusundaki türbeye defnettirdi. Tarihçiler, Yavuz Sultan Selim'i sekiz yıla seksen yıllık iş sığdırmış büyük bir padişah olarak değerlendirdiler.



YAVUZ KOKUSU

Padişah kokusudur.

Çam ve Kehribar kokusu verir.

Genizde kadifemsi bir etki bırakır.

Cesareti arttırır.

Çam etkisi yorgunluğu alır, diri tutar.

güven hissi verir.
 
F

Fırtına

Guest
Hürrem sultan kokusu

hurrem.jpg



Padişahları bile etkileyen koku.. Saray kokuları içinde en etkileyici olan kokudur.

Özellikleri;

Koku kullanan kişide uzun süre kalır.

Etkileyici ve akılda kalıcı bir etki bırakır.

Kişiye tazelik ve rahatlık hissiyatı verir.

Keskin ve sıcak bir etkisi olduğu için gün içinde az kullanılması önerilir.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst