Osmanlı'nın en kudretli kadınları (tarih)

  • Konuyu başlatan Fırtına
  • Başlangıç tarihi
F

Fırtına

Guest
Harem kokusu



HaremPainting_small.jpg



Harem sözcüğü Arapça
haram (kutsal) kökünden türetilmiştir ve sözcük anlamı olarak kutsal bir alanı tanımlasa da kullanım olarak; giriş ve çıkışın denetimli olarak yapıldığı, belirli kişilerin veya belli tür davranışların bulunmasının yasak olduğu bir yeri anlatır.

Osmanlı İmparatorluğu'nda, haremin kutsallığı, saygıdeğerliği, dinsel saflığı temsil eden bir yer olması, sadece burada kadınların (anne, eş (ler), cariyeler vs.) bulunmasından değil, hane reisinin de haremde yaşamasından kaynaklanır.

Fakat Batı'daki Doğubilimcilerin haremden anladığı ile Müslüman ülkelerdeki harem anlayışı ve yaşayışı arasında ciddi farklılıklar vardır. Doğu'da harem, hanede ailenin yaşadığı, yabancıların alınmadığı kısımken, Batı'da sadece kadınların yaşadığı ve erkeklerin sahibi olduğu bir zevk ve sefa mekânı olarak düşünülmektedir.

Bu görüş birçok ressamın Doğu hakkındaki masallardan etkilenerek yaptığı tablolarla desteklenmiş, Batı'da adeta bir dogma (asla değişmeyeceği kabul edilen mutlak değerler) halini almıştır.

Osmanlı İmparatorluğu'nda harem;

Orhan Gaziyle birlikte devlet içinde yer edinmeye başlayan harem Kanuni Sultan Süleyman devrinde kurumsallaşmasını tamamlamıştır. iki temel fonksiyonu vardır.

Padişahın özel yaşamını sürdüğü ve eş bulduğu yerdir. Fatihle birlikte şehzadeler yabancı hanedanlarla evlenmeyi bıraktıklarından bu çok önemli ve hanedanın devamı için vazgeçilmez bir fonksiyondur. Ayrıca bir okuldur. Enderun mezunu devşirme gençlerle sarayda eğitim almış cariyelerin evlendirilmesiyle eğitime dayanan bir aristokrasi kurulmuştur. Padişaha ve hanedana bağlı bir aristokrasi yaratılmasını sağlamak için cariyelerin eğitilmesini sağlayan kurumdur.

Osmanlı’da harem, herkesin giremediği bir ortamdı. Sözcük olarak harem ‘dokunulmaz, kutsal’ anlamına gelir. Bilinenin aksine Osmanlı’da ‘Harem-i Humayun’, devlet adamları yetiştiren ‘Enderun’ mekteplerine paralel bir kurumdu.

Kesinlikle, cinselliğin ayyuka çıktığı, padişahın canı çektiğinde içinden kadın seçip beraber olduğu bir yer değildi. Buradaki kadınlar, Osmanlı’nın en üst kültür grubunu temsil ederdi. Bazı çevrelerde ‘harem’ kavramına cinsel ve egzotik benzetmelerin yapılmasının nedeni 17 ve 18’inci yüzyıllarda Batı’nın bu kuruma cinsel içerikli yakıştırmalar yapmış olmasıdır.





Harem%27s%20Private%20Partycopy.jpg



HAREM KOKUSU


İpeksi bir kokusu vardır.



Yumuşak, etkileyici ancak keskin değildir.
Günlük yaşamda en çok kullanılan saray kokusudur.
Koku sahibi kendisini temiz, rahat ve huzurlu hisseder.
Kokunun hafif olması sebebiyle, kolaylıkla değiştirilebilir.
 
F

Fırtına

Guest
Cariye kokusu

cari.jpg



Cariye ya da halayık, yabancı ülkelerden kaçırılıp özgürlükten yoksun bırakılan, alınıp satılabilen, her konuda efendisinin isteklerine bağlı bulunan genç kadın.. Savaşta esir edilen kadınlar için karavaş ismi de kullanılırdı. İslam Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu'nda 19. yy ortalarına kadar var olan bir sistemdi..

Cariyelerin efendilerinden oğulları Yahudi ve Arap toplumu gibi bazı toplumlarda genellikle köle kabul edilmemişlerdir. İslamiyet öncesi Araplarda yaygın olan cariyelik sistemi Arapların İslamiyet'le tanışmalarından sonra da devam etmiş ancak Kur'an cariyelerin hak ve hukuku ile ilgili bazı durumları düzenlemiştir.

Köleliğin insani ve ahlaki bir kurum olmadığı aydınlanma çağında ilk olarak seslendirilmeye başlanmıştır. İlk kanunlar İngiltere’de ve ABD’de 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, 1807 yılında çıkarılmış, daha sonra diğer Avrupa devletleri onları izlemişti. Avrupa'da İngiltere'den sonra köleliği ilk kaldıran Osmanlı İmparatorluğu'dur. Osmanlı'da kölelik, Sultan Abdülmecid döneminde 1847 ’de bir fermanla yasaklanmıştır.


Cariye kokusu;

Lavanta benzeri bir kokudur.

En önemli özelliği zihni açar.

Büyük rahatlık hissi verir.

Stres için çok iyidir, yumuşak beğenilen bir kokudur.

Yorgunluğu alır, ferahlatır.
 
F

Fırtına

Guest
10 Soruda Osmanlı ve Türk Kimliği.!

osmanli-320.jpg



''Türklüğün ağır bastığı bir Müslümanlık'' olarak tanımlanabilecek Osmanlı kimliği.. İmparatorluk var oldukça, egemenliğini sürdürmüştür. Türklük ise ''doğumu zaruret nedeniyle ve ihtiyatla geciktirilmiş'' bir kimlik olmuştur.

1. Osmanlı, Türk düşmanı mıydı?

2. Osmanlı tarihçileri Türklerden nasıl bahseder?

3. Hanedan, Türklüğünün farkında mıydı?

4. Türklük ne zaman ön plana çıktı?

5. Yöneticiler Türk olmayanlardan mı seçilirdi?

6. Osmanlı, Anadolu'yu ihmal mi etti?

7. İmparatorluk'ta Türkçe ihmal mi edildi?

8. Osmanlıca farklı bir dil midir?

9. İmparatorluk'ta milliyetçi anlayış niçin yoktu?

10. Avrupa, Osmanlı'yı nasıl adlandırdı?

1. Osmanlı, Türk düşmanı mıydı?

Bazı Osmanlı tarihçilerinin eserlerinde Türkler için, 'etrak-ı bi-idrak' yani 'idraksiz Türkler' denilmesinden hareket eden kimi araştırmacılar, Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk devleti olmadığını iddia ederler.

Bu, tutarsız bir yaklaşımdır. Bu iddiayı öne süren yazarlar incelendiğinde, bunun etnik bir yönü ifade etmek için değil, sosyolojik ve siyasi bir durumu belirtmek için kullanıldığı görülür. Ayrıca bu ifade ile kötülenenler, genellikle devlete karşı kimi hadiselere karışmış olan Türkmenler ile Şah İsmail'e katılan Türkmenlerdir. Düşman olarak görülen bir devlete yapılan bu katılımları aşağılamak için kullanılan bir ifade söz konusudur.

'Türk' ve 'Türkmen' sözcüklerinin olumsuz ifadelerle anılması, yalnızca Osmanlı dönemi tarihçilerine özgü bir davranış değildir. Selçuklu tarihçilerinin de Türkmenler aleyhine bu şekilde olumsuz sözleri vardır.

Osmanlı döneminin bazı tarihçileri bu olumsuz ifadeleri, Türk kimliğini değil, köylü ve göçebeleri kötülemek için kullanırlar. Özellikle yarı göçebe hayat yaşayan Türkmenler devlet düzenine ayak uyduramamaları ve yerleşik hayata zarar vermeleri nedeniyle eleştirilmektedir.

Fatih Kanunnâmesi'nde bir ceza bahsinde geçen ''Türk veya şehirli olsa'' ifadesi, Türk kelimesinin göçebe Türkmenler ve köylüler için kullanıldığını açık bir biçimde ortaya koyar.

Osmanlı tarihçilerinin eserleri incelendiğinde, 'Türk' ve 'Türkmen' isimleri aleyhindeki ifadelere, genellikle Osmanlı yönetimine karşı yürütülen mücadelelerin anlatıldığı bölümlere rastlanır. Fetret Devri'nden, Şeyh Bedreddin ayaklanmasına, Safevi devletinin Anadolu'daki faaliyetlerinden Celalî isyanlarına dek, hadiseler aktarılırken, Osmanlı tarihçileri 'kaba Türk' veya 'cahil Türkmen' gibi tanımlar kullanmışlardır.

2. Osmanlı tarihçileri Türklerden nasıl bahseder?

En önemli Osmanlı tarihçilerinden olan ve uzun süre şeyhülislâmlık yapan Hoca Sadeddin, 'Tacü't -tevârih' adlı eserinde, Osmanlı fetihlerini anlatırken 'Türk yiğitleri' , 'Zaferleri gölge edinmiş Türk askerleri' gibi ifadelerle , Osmanlı ordusunu över..

17. Yüzyıl tarihçilerinden Solakzâde Mehmet Hemdemi de tarihinin birçok yerinde Türk adını olumlu olarak kullanır ve Cem olayını anlatırken, onu ''Konstantiniyye'yi fetheden Türk'ün oğlu'' diye anar.. 16. Yüzyıl'ın en büyük tarihçilerinden Gelibolulu Mustafa Ali ise 'Künhül-ahbâr' adlı dünya tarihinde, Türk kabilelerini anlatırken bunları ''seçkin millet , güzel ümmet'' olarak zikreder. Birçok Osmanlı tarihçisinde bu tür ifadelere rastlanır.

3. Hanedan,Türklüğünün farkında mıydı?

Osmanlı tarihleri incelendiğinde, Orta Asya'dan geldiklerinin ve Türklüklerinin farkında oldukları görülür. Bu kitaplarda Osmanlı Hanedanı, Oğuz Han'a bağlanır. Osmanlılar Oğuz neslinden ve Kayı boyundandır. Osmanlı tarihi Türk tarihinin bir parçası olarak ele alınır.

Nitekim Şehzade Cem'in oğluna Oğuz Han, İkinci Bayezid'in oğluna ise Korkut isimlerinin verilmesi, bir rastlantı değil, dönemin siyasi yapısı içinde, bilinçli bir tercihtir.

Osmanlı bir millet ismi değildir. Osmanlı adı; Selçuklu, Karahanlı, Gazneli isimleri gibi, bir hanedanın adıdır. Selçuklular, Karahanlılar, Gazneliler gibi Osmanlılar da bir Türk devletidir. Ancak hiç unutulmaması gereken, Osmanlı Hanedanı'nın bir 'İmparatorluk' kurmuş olmasıdır.

4. Türklük ne zaman ön plana çıktı?

II. Murad dönemi kültürel bakımdan oldukça önemlidir. Timur istilasından sonra Anadolu'da aşiret kültürü tekrar canlanmıştı. Osmanlı'lar Timur'un halefleri karşısında meşrutiyetlerini sağlamak ve Türkmen çevrelerinde nüfus kazanmak için, daha önce pek ön plana çıkarmadıkları Oğuzların Kayı koluna mensubiyetlerini, II. Murad döneminde iyice vurguladılar. Paralara ve toplara Kayı kolunun damgası vuruldu.

Bu dönemde Arapça ve Farsça'dan, Türkçe'ye yapılan tercümenler Osmanlı-Türk kültürünün gelişmesi bakımından oldukça önemlidir. Bu eserlerin önemli bir kısmı II. Murad'ın emir ve teşvikleriyle tercüme edilmiştir. II. Murad zamanında Türkçe ön plana çıktı ve edebî bir dil olarak gelişti.

II. Murad zamanındaki bu hava, Fatih döneminde bir süre devam etmiştir. İmparatorluğun büyümesi ve Timur tehlikesinin sona ermesi ile Türk kimliği bir daha bu kadar ön plana çıkarılmamıştır.

5. Yöneticiler Türk olmayanlardan mı seçilirdi?

Osmanlı İmparatorluğu'nda, Fatih'ten itibaren bütün yöneticilerin Türk olmayan devşirme kökenlilerden seçildiği, yaygın bir inanıştır. Ancak bu yanlıştır. Fatih döneminde Çandarlı Halil Paşa'nın öldürülmesinden sonra Türk kökenli idareciler bir müddet veziriazamlığa getirilmemiştir. Ancak bu bir denge siyasetinin sonucu idi. Nitekim devşirmelerin nüfusunun artması üzerine Fatih, veziriazamlığa bir Türk'ü, Karamanlı Mehmed Paşa'yı tayin etmişti.

Fatih'in ölümünden sonra veziriazamın çıkan isyan sırasında katledilmesi tekrar devşirme hakimiyetini başlattı. Ancak tamamen devşirmeler veziriazam olmadı; Türk kökenli veziriazamlar da vardı. Fakat Türk kökenli veziriazamların çoğalması 1680'ler den sonra oldu. Bu tarihten itibaren veziriazamlığa gelenlerin büyük çoğunluğu Türk kökenlidir. Osmanlı veziriazamları incelenirse, devşirme-Türk oranının yaklaşık olarak yüzde 56'ya, yüzde 44 olduğu görülür. Veziriazamlığa veya vezirlik makamına bakarak, Türklerin yönetimden uzak tutulduğu gibi bir sonuç çıkarılır. Ancak devlet idaresi sadece bunlardan ibaret değildir. Devşirmelerin ağırlıklı olarak görev yaptıkları bir yer de Saray'dır. Bunun dışında devletin diğer kademelerinde Türkler çoğunluktadır.

6. Osmanlı, Anadolu'yu ihmal mi etti?

Sıkça dile getirilen bir iddia da, Osmanlı'nın Anadolu'yu ihmal ettiğidir. Anadolu, Osmanlı İmparatorluğu zamanında, devletin topraklarından sadece bir kısmı idi. Osmanlı Beyliği, Söğüt ve çevresinde kurulmuş bir beylik olduğu için, Anadolu kökenli kabul edilip, burası İmparatorluk topraklarının ana çekirdeği olarak görülürse, mesele anlaşılmaz.

Osmanlı İmparatorluğu'nun dünyanın en büyük imparatorluklarından birisi olarak tarih sahnesine çıkması, Anadolu sayesinde değil, siyasî direnişlerin az olduğu ve zengin Rumeli sayesinde olmuştur.

Osmanlı Beyliği'nin Rumeli'de kuvvetlendikten sonra Anadolu'yu içine aldığına dikkat etmek gerekir. Devletin ana siyasî organizasyonunu sağladığı bölge de Rumeli'dir. Osmanlı İmparatorluğu, Rumeli 'de öylesine sağlam bir yapı kurmuştur ki, Fetret Devri'nde Anadolu toprakları çok kısa sürede elinden çıkarken, Osmanlı büyük bir bölümü elinde kalan Rumeli toprakları sayesinde varlığını sürdürebilmiştir. Timur istilasından sonra Osmanlılar Rumeli'yi gerçek yurtları saymaya başladılar ve Ankara Savaşı'na kadar, başkent Bursa iken, bu gelişmeler sonucunda, Edirne başkent oldu.

Dikkat edilmesi gereken bir husus da, Osmanlı devlet teşkilatında kurulan ilk yönetim birimlerinin Rumeli adını taşıması ve teşrifatta daha sonra kurulan Anadolu adlı birimlerden önde gelmesidir. Örneğin, Rumeli Beylerbeyliği Anadolu Beylerbeyliği'nden, Rumeli Kadıaskerliği Anadolu Kadıaskerliği'nden üstündü.

P. Wittek, Rumeli'nin Osmanlılar için 'varlık nedeni' olduğunu, Balkan Harbi sonunda Osmanlıların bu varlık nedenlerini yitirdiklerini söyler.

Sofya'nın 1385'te, buna karşılık Erzurum'un 1518'de, Selanik'in 1387'de; buna karşılık Van'ın 1530'larda Osmanlı egemenliğine girdiği düşünülürse, durum daha iyi anlaşılabilir.

7. İmparatorluk'ta, Türkçe ihmal mi edildi?

Osmanlılardan önce Türkiye Selçuklularının resmî dili Farsça idi. Daha sonra kurulan beyliklerde de bu durum uzun süre devam etti. Osmanlı ise Türkçe'yi ilk dönemlerden itibaren resmî dil olarak kabul edip, yazışmalarında Türkçe'yi kullanmıştır. Edebî ve bilimsel eserlerdeki Arapça ve Farsça egemenliği de Osmanlı döneminde giderek azalmıştır. Astronomi ve matematik alanlarında var olan ama sonraları giderek azalan Arapça ağırlığı da, Arap bilim adamlarının bu dallardaki öncülüklerinden kaynaklanır. Coğrafya ve tarih alanlarında ise, Osmanlı döneminde baştan sona Türkçe'nin egemenliği vardır.

Osmanlı'dan önceki Türk devletlerinde yazılan bilimsel eserlerde Türkçe'nin adı bile yoktur. Nitekim Osmanlı'dan çok önce yaşamış iki büyük Türk bilim adamı, İbn Sina ve Farabi'nin eserlerinin Arapça olduğunu unutmamak gerekir.

8. Osmanlıca farklı bir dil midir?


Osmanlıca, Osmanlı döneminde kullanılan ve Arap harfleriyle yazılan Türkçe'dir. Ayrı bir dil değildir. Bazı yazarların eserlerinde aşırı derecede Arapça ve Farsça kullanmalarından hareket edenler, Osmanlıca'yı farklı bir dil gibi takdim ederler.

Devletin resmî yazışmaları incelendiği zaman, lâkaplar çıkarıldığında, kullanılan dilin anlaşılmasında fazla bir güçlük yoktur.

Tabii bu noktada, günümüzün sadeleştirilmiş Türkçe'siyle Osmanlı dönemi Türkçe'si arasındaki farkın varlığını da vurgulamak yerinde olur.

9. İmparatorluk'ta milliyetçi anlayış niçin yoktu?

Osmanlı İmparatorluğu'ndan, modern zamanların milliyetçilik anlayışını beklemek, yanlış olur. Bugünün kavramlarını geçmişte var olmaması, çok doğaldır.

Modern kavram ve kurumları tarihte aramaya kalkmak ve olmayacak ve bu bakış açısıyla geçmişi eleştirmek, Osmanlı İmparatorluğu'nu yargılamak, son derece hatalı bir düşünce biçimidir.


Bir imparatorluktan, millî bir devlet gibi davranması beklenilemez.


Örneğin, İlber Ortaylı bu konuda, ''Türklük, İmparatorluk var oldukça, doğumu zaruret nedeniyle ve ihtiyatla geciktirilmiş bir kimlikti. Yıkım anında ise, derhal patladı. Kozmopolit bir 'Osmanlı' eliti vardı; yeni dünya düzeninin şartlarında derhal Türk oldular. Osmanlı kimliği, salt bir Müslüman kimliği olarak kalmamıştır. Sadrazam Said Paşa'nın ve benzerlerinin girişimlerinde olduğu gibi, Türklüğün ağır bastığı bir müslümanlıktır'' demektedir.

10. Avrupa , Osmanlı'yı nasıl adlandırırdı?


11. Yüzyıl'dan itibaren kullanılan 'Türkiye' sözcüğü, Osmanlı döneminde daha da yaygınlaştı. Osmanlı topraklarına giren seyyahlar, eserlerinde bu bahsi anlatırken, ''Türkiye'ye girdik'' demekteydiler. Avrupa'da yazılan kitaplarda, yapılan haritalarda, Osmanlı İmparatorluğu, 'Türk İmparatorluğu' diye zikredilir. Osmanlı, 'Türk' diye adlandırılırken, padişaha ''Türkler'in Sultanı'' denilirdi. Özellikle 16. Yüzyıl'da 'Türk korkusu' nedeniyle Avrupa'da binlerce kitap kaleme alındı. Bu kitapların hepsinde Osmanlı, 'Türk' olarak zikredilirdi. Bunların en önemlilerinden birisi olan Richard Knolles'in 1603 yılında yayımlanan eseri 'The General History of the Turks' (Türklerin Genel Tarihi) adını taşıyordu. Bu kitabın ilk cümlesi ise, ''Türklerin Muhteşem İmparatorluğu, çağımızın dehşeti...'' şeklindeydi.

Osmanlı'nın Türk kimliği Avrupa'ya o kadar tesir etmişti ki, İmparatorluk'tan giden her şey 'Türk' adını alıyordu. Yemen kahvesinin Türk kahvesi olarak adlandırılması gibi.. Hatta Avrupalılar, Müslümanlığı kabul edenleri, ''Türk oldu'' şeklinde anmaktaydılar. Uzun süre Osmanlı ülkesinde kalan ve onun kültüründen etkilenen bazı seyyahlar ülkelerine döndüklerinde Türkleştikleri suçlamasıyla hapse atıldılar.


forumsura.org
 
F

Fırtına

Guest
İşte Osmanlı'yı Yıkan Kadın!

i2yz.jpg




Osmanlı İmparatorluğuna Ortadoğu da darbe vuran kadın, İngiliz Gertrude Bel..

Soylu bir İngiliz ailesinden gelen Bell, Oxford Üniversitesinde tarih eğitimi aldıktan sonra Ortadoğuya sayısız ziyaretler yaptı. Çok iyi Arapça, Farsça ve Türkçe bilen Bell, bu ziyaretlerde kadınlığını da kullanarak o zamanlar Osmanlının kontrolünde olan Kudüste, Suriyede ve Irakta yerel halk ve tüccarlarla güçlü dostluklar kurdu.

Pratik zekası ve güçlü hafızasına, zamanını ve geçmişi anlama becerisi de eklenince İngilterede çok tanınan Ortadoğu uzmanlarından biri haline geldi. Birinci Dünya Savaşı yaklaşırken ingiliz hükümeti, bilgilerinden faydalanmak için onu İngiliz istihbarat Servisine davet etti. Bell, İngilizlerin Irakı işgalinde ve yerel halkın onlarla birlik olmasında kilit rol oynadı. Hizmetleri ülkesinde o kadar takdir edildi ki Ortadoğu yu yemden şekillendirmek için Churchill tarafından 1921 de düzenlenen Kahire Konferansına katılan tek kadın oydu.

Doğu ya ilk seyahat;

Gertrude Bell, 1868 de Durhamda zengin ve soylu bir ailede dünyaya geldi. 15 yaşına kadar eğitimine ailesinin yaşadığı büyük bir şatoda özel öğretmenlerle devam etti. O tarihlerde hemen hemen tüm soylu genç kızların yaptığı gibi iyi bir koca bulma hevesine girmedi. Ailesinin, özellikle de üvey annesinin teşvikiyle 18 yaşında Oxford Üniversitesi tarih bölümüne kayıt oldu. Okulu birincilikle bitirdi. Arkeoloji ve eski medeniyetlere olan merakı nedeniyle her zaman hayalini kurduğu yolculuğa çıkma zamanı gelmişti.

İlk yolculuğu İstanbula oldu. Daha sonraki durak Tahrandı. önemli bir aileden geldiği için Tahranda bir prenses gibi karşılandı. Büyükelçilik rezidansını bir "ana kamp" gibi kullanarak oradan Mısıra, Ürdüne, Suriyeye geziler yaptı. Hem dilini geliştirdi, hem de arkeolojik yerlerin bulunmasında ve korunmasında yerel yönetimlere büyük yardımı dokundu. Gittiği yerlerde gördüklerini günlüklerine yazıyor ve çizdiği haritaları İngiliz Kraliyet Coğrafya Merkezine gönderiyordu. 1913 te İngiltereye döndüğünde artık herkes Gertrude Bell'i bir Ortadoğu uzmanı olarak görüyordu.

M 15 e katılma;

Birinci Dünya Savaşının başlamasına aylar kala Osmanlı İmparatorluğu dağılma sinyalleri verirken, İngilitere de diğer tüm Avrupa ülkeleri gibi Ortadoğunun değerini anlamıştı. İngiliz Hükümeti, Ortadoğu hakkında sayısız konferanslar veren, kitaplar yazan Bell'in yardımını istedi. Bölgeyi çok iyi tanıyor, yerel yöneticilerle çok iyi anlaşıyor ve halkı çok iyi anlıyordu. 1915 in Kasım ayında Gertrude Bell, İngiliz İstihbaratına katıldı.

Ortadoğu bölümünde çalışmaya başlayan Bell için en büyük mutluluk nihayet uzun zamandır hayalini kurduğu ortadoğu ya geri dönecek olmasıydı. Londradan kalkan gemiyle Kahireye geldi. Teşkilatta artık "Queen of Desert (Çöl Kraliçesi)" olarak tanınıyordu. Orada 1911 yılında Karakeşte bir kaç gün bir araya geldiği genç bir arkeologla tanıştı. T.E Lawrence adındaki genç arkeolog, daha sonraları Arabistanlı Lawrence olarak anılacak ve Ortadoğudaki tüm dengelerini Osmanlı aleyhine bozacaktı.

Irakın işgalinde baş roldeydi;

Bell, Kahirede bir ofiste tüm gün çalışıyordu. Bölgeyi o kadar iyi tanıyordu ki, çizdiği haritalar, merkeze gönderdiği istihbarat bilgileri İngilizler Irakı işgal ederken kilit rol oynadı. İşgal, Bell'in çizdiği haritalara ve su kuyularına, tek tek gösterdiği planlara bakarak gerçekleştirildi. İngilizlerin Basrayı işgalinden sonra Bell, orada bir ofise yerleşti.

1917 de de Bağdat İngilizlerin eline düşünce, İngiliz İstihbaratının Ortadoğu sorumlusu oldu. Savaş sona erdiğinde, Bell'in İngiltere için önemi daha da arttı. Yeni Irakın sınırlarının çizilmesinde en büyük söz sahibi o oldu. Çoğu günler kendini odasına kapatıp, haritaların başında saatler geçiriyordu. 1919 da Pariste düzenlenen konferansta Bell'in ve birlikte çalıştığı Arabistanlı Lawrence'ın fikirleri dikkate alındı.

Yeni sınırları çizilmiş Irakın ileri gelenleri tarafından "El Hatun" olarak tanınıyordu. Barıştan sonra tüm günü ülkenin ileri gelenlerini, şeyhleri dinlemek ve fikirlerini paylaşmaktı. Irakın gölgedeki lideri o olmuştu. Osmanlı himayesinde yüzlerce yıl yaşadıktan sonra İngilterenin himayesine giren Iraklılar, El Hatun'a kendi kendilerini yönetme zamanı geldiğini söyleyince Iraka bir lider arayışına girildi.

First Leydi El Hatun;

Nasıl, Irakı Osmanlılardan alan Bell olduysa, Irakın yöneticisi de onun işiydi. Arabistanlı Lawrence'la bir araya gelerek en iyi seçimin 1919 da Paris konferansında tanıştığı Emir Faysal olduğu kararına vardılar. 1921 deki Kahire Konferansında Churchill'i de ikna ettiler. Ve Faysal, 23 Ağustos 1921 de İngilterenin himayesinde Irak Kralı olarak taç giydi. Sıcak bir Ağustos ayında yapılan törende baş konuk, Paristeki lüks bir butikten alınan beyaz bir kıyafet giymiş olan El Hatundu. Bando, İngiliz marşı olan "Tanrı Kraliçeyi korusun" marşını çalıyordu. Modayı yakından takip eden ve güzel kıyafetleriyle sarayda dolaşan Bell, Faysal'ın en büyük danışmanı olmuştu. Öyle ki bazı davetlerde, Faysalın karısı ve çocukları Mekkede yaşadığından Irakın First Leydisi olarak tanıtılıyordu.

Geceleri Faysal ve Bell, uzun yürüyüşlere çıkıyor ve birlikte çok zaman geçiriyordu. Bunlarda haklarında aşk dedikoduları çıkmasına neden oldu. Faysal, Iraklılar arasında güç kazandığında Bell için de gitme zamanı gelmişti. Osmanlının çöküşünde, İngilizlerin Ortadoğu egemenliğinde söz sahibi olmasında en büyük payı olan insanlardan biri, 1926 yılında bir avuç dolusu uyku hapı içerek intihar etti.

Neden intihar ettiği ise hala büyük bir sır..
 
F

Fırtına

Guest
Mahidevran Sultan kimdir.?

mahidevransultan-6431.jpg





Mahidevran Sultan kimdir?

Mahidevran Sultan ya da Mahidevran Gülbahar Sultan (ö. 1580) Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman‘ın eşlerinden biridir.

Mahidevran Sultan’ın Arnavut kökenli olduğu tahmin edilmektedir. Mahidevran Sultan’ın Kanuni’yle tahta çıkmadan önce Manisa valisi olarak görev yapmaktayken evlendiği bilinmektedir.

Mahidevran Sultan 1515 yılında Kanuni’nin ilk erkek oğlu olan Şehzade Mustafa’yı dünyaya getirdi. 1520 yılında eşinin padişah olması üzerine çocuklarıyla birlikte İstanbul’a geldi. Bu sırada Hürrem Sultan saray haremine girmişti ve kısa zamanda Kanuni’nin en sevdiği eşi haline gelmişti. 1524 yılında Hürrem Sultan da bir erkek çocuk dünyaya getirdi.

Şehzade Mustafa yetişkinliğe ulaşınca Osmanlı geleneğine uyarak Amasya’ya vali olarak gönderildi. Gene gelenek olduğu üzere annesi Mahidevran Sultan da oğluyla birlikte Amasya‘ya gitti. Şehzade Mustafa’nın Kanuni’nin en büyük oğlu olması ve sevilen bir şehzade olması nedeniyle babasından sonra tahta çıkması bekleniyordu. Ancak Kanuni 1553 yılında oğlu Mustafa’yı kendisini tahttan indirmeyi planladığı inancıyla boğdurttu.. Hürrem Sultan‘ın Kanuni’yi bu kararında etkilediği inancı yaygındır.

Şehzade Mustafa’nın öldürülmesinden sonra Mahidevran Sultan iyice gözden düştü. Yaşamının büyük bir bölümünü fakir olarak oğlunun mezarının bulunduğu Bursa’da geçirdi. Ancak annesi Hürrem Sultan‘ın ölmesinden sonra Hürrem Sultan‘ın oğlu II. Selim Mahidevran Sultan’a maaş bağlattı ve 1555 yılında oğlu Mustafa’nın türbesini yaptırttı.

Mahidevran Sultan 1580 yılında Bursa’da öldü. Oğlunun türbesine gömüldü.
 
F

Fırtına

Guest
2. Selim'in Hayatı.!

2.selim_.jpg




Babası; Kanuni Sultan Süleyman,

Annesi; Hürrem Sultan,

Doğum; 28 Mayıs 1524,

Ölüm; 15 Aralık 1574,

Saltanat Aralığı; 1566-1574,

Önceki; Kanuni Sultan Süleyman,

Sonraki; 3. Murad,

28 Mayıs 1524′te İstanbul’da doğdu. Orta boylu, mavi gözlü, açık alınlı, ince kaşlı ve sarışın bir sultan idi. Şehzadeliğinde mükemmel bir terbiye içerisinde büyüdü. Küçük yaşlardan itibaren çeşitli şehirlerde sancakbeyliği yaptı.

Kütahya sancakbeyi iken, babası Sultan Süleyman’ın ölümü üzerine İstanbul’a gelerek 42 yaşında tahta oturdu. Sarı Selim diye de anılan 2. Selim, diğer padişahlara göre daha zayıf ve silik bir hükümdardı.

2. Selim’in ilk işi Avusturya ile 8 yıllık barış yapmak oldu. Bu anlaşmaya göre Avusturya Osmanlıya haraç vermeye devam edecekti.

Ayrıca o sıralarda Yemen’de çıkan isyan Sinan Paşa tarafından bastırıldı. Böylece tüm Kuzey Afrika ve Arabistan’ın en mamur kesimleri bile Osmanlı hakimiyetini tanıdı. Ancak, özellikle bu bölgelere yapılan seferlerde Kıbrıs adası birçok sorun çıkarıyordu. Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı donanması, birçok zorluğa rağmen 1571′de Kıbrıs’ı Osmanlı’ya bağladı.

Ancak Kıbrıs’ın stratejik öneminden dolayı bu adayı Osmanlıya kaptırmak istemeyen Avrupa devletleri, devasa bir haçlı donanması ile İnebahtı’da Osmanlı donanmasını kıstırdı. Yapılan savaşta Osmanlı donanmasının neredeyse tamamı imha edildi. Ancak bir sonraki yıl, Osmanlı daha büyük bir donanma indirmeyi başaracaktır. Her şeye rağmen bu yenilgi ile Osmanlı donanmasının tökezlemeye başladığı söylenebilir.

İspanyolların “alınamaz” dedikleri Tunus’u zapteden 2. Selim, ayrıca Kırım Hanının emrine verdiği 120 bin kişilik süvari ordusu ile beraber Rusya’ya a saldırdı. Moskova’ya dek ilerleyen Osmanlı ordusu, on binlerce Rus esir ile Kırım’a geri döndü.

Selim Han, 8 yıllık saltanatının sonunda 1574 yılında vefat etti. Naaşı Mimar Sinan’ın yaptırdığı Ayasofya Camii avlusundaki türbeye defnedildi.
 
F

Fırtına

Guest
Kanuni Sultan Süleyman'ın Eşleri ve Çocukları.!

Hürrem Haseki Sultan; Şehzade Mehmed, Cihangir, Mihrimah Sultan ve II. Selim'in annesi,

Mahidevran Sultan; Abd’ullah kızı ve Şehzade Mustafa’nın annesi,

Gülfem Hâtûn; Cariyelerden ve Şehzade Murad’ın annesi,

Fûl-Dâne Hâtûn; Abdullah kızı ve Şehzade Mahmud’un annesi,

Kanuni Sultan Süleymanın zevcelerinin sayısını, dört tane olarak gösterir ve bunlardan 1496'da doğup, 1550'de vefat eden ve adı bilinmeyen ancak, Mahmud adlı bir şehzadesi bulunan ve kendi makberi Şehzade camiinde bulunan bir hanımdan haber verir.

1499'da Bursa'da doğmuş Abdullah kızı Mahi Devran Haseki, 1581'de 82 yaşında ölmüştür. Evliliği 52 sene sürmüşse de, bunun fiili olmadığını Mahi Devran Haseki'nin 1534'den sonra oğlunun yanında yaşadığını bildiriyor. 1553'de yerleştiği Bursa'da, 28 sene muammer olmuş ve oğlu Şehzade Mustafa'nın türbesine defnolunmuştur.

Kanuni'nin 3. hanımı ise; Gülfem Hatun adlı 1497'de İstanbul'da doğmuş, 65 yaşında olduğu halde yine İstanbul'da vefat eden bu zevcesi 51 sene süren izdivaç müddetiyle görülüyor ki evliliği 14 yaşındayken vuku bulmuştur. Muraâd adlı bir şehzadesini babası boğdurtmuştur.

Dördüncü Hatun ise; Hürrem Haseki Sultandır. 1506'da İstanbulda doğmuştur. Ortodoks bir rahibin kızıdır. Müslüman olmadan önceki esas adı Aleksandra Lisovska'dır ve Roksalan'da denmektedir. Evlendiğinde oda 14 yaşında olup, 38 yıl dünyanın en büyük devlet başkanının hanımı olarak yaşamıştır. 1558'de vefatın da Sü-leymaniye Camiindeki türbesine gömüldü. Muhteşem Ka-anuni'ye dört şehzade bir Sultan hanım doğurdu. Kızı Mihrimah olup, erkek çocukları, Mehmed, Selim, Bayezid, Cihangir ve Abdullah adlı şehzadelerdi. Çok hayrat yaptırmıştır. Mimar/Sinan'ı çok çalıştırmıştır.

Bir de Üluçay'a göz atalım ,bakalım bu hususda neler yazmış.!

Üluçay bey, Hürrem Sultan, Mahidevran ve Gülfem Hatundan bahsetmekle beraber adı bilinmeyen hanımdan bahsetmez ancak Kanuninin başka eşleri olabileceğinide beyan eder. Gülfem Hatun'unsa öldürüldüğünü yazar. Ancak kabir taşında şehide-i saide yazıyor olması yâni kutlu şehid mânasına gelen bu ifadenin kötü bir eylemin sahibi olmadığını akla getiriyor. Hürrem Sultan hakkında üluçay menşei hakkında pek çok çeşit rivayet ileri sürmüştür. Ancak İstanbul'da doğdu dememiştir. Mahidevran hatunun, Hürrem Sultan ile hayli didiştiği ancak galibiyetin Hürrem'de kaldığı, su götürmez.!

Kanuni'nin kızlarına gelince Gluçay, Mihrimah hanım sultanın ve Raziye hanım sultan'ın kızından başka kız yazmamaktadır. Mihrimah Sultan Kanuni'nin tek kızı olduğu-hususu, Yahya Efendiye ait türbede medfun ve kabir taşında "Tasasız Raziye Sultan Kanuni Sultan Süleyman kerimesi ve Yahya Efendinin mânevi kızı" olduğu yazılı olması böylece bir tashihe uğramış oluyor.

Bunun yanında Mihrimah Sultan'ın İstanbul'da 1522'de doğduğu ve 25/ocak/1578'de İstanbulda vefat edince babasının türbesine defnolunmuştur. Çok hayırhah bir hanımdır. Edirne-kapı'daki Sinan yapısı Camii bu hanım sultan yaptırmış ve adıyla anılmaktadır. İzdivacı 1539'da Rüstem Paşa ile olmuştur. Rüstem Paşa daha sonra sadrıazam yapılmıştır. Hürrem Sultan-Mihrimah ve Rüstem Paşa Kanuniden sonra, padişah olması muhtemel olan şehzade Mustafa'yı ki bu şehzade Mahidevran hatunun oğludur saf dışı bıraktılar. Mustafa'nın boğdurulmasın da payları olduğu rivayeti vardır. Sevilen şehzadenin katlini, bu üçlünün işi olarak tahmin eden askerin tatmini için ve belki de evlâdının zayiinde dahli olduğunda şüphesi olduğundan olabilir. Rüstem Paşayı sadaretten azletti. Mihrimah Sultan daha sonra annesi Hürrem Sultan'ın vefatı üzerine, babası Kanuni'nin, dert ortağı olduğu görüldü. Babasından sonra Osmanlı tahtına geçen 2. Selim ve onun oğlu 3. Murad zamanında da pek saygı gördü ve Hâla Sultan diye lakablandı.

Hemen ilâve edelim ki Üsküdar'da İskele camii diye konuşulması tercih edilen camiin asıl adı ve yaptıranı bu Mihrimah Sultandır. Dünyanın hayran olduğu padişah Kanuni Sultan Süleyman baba olarak çok müşfik olmakla beraber devlet reisi olması hasebiyle devletin âli menfaati hususunda pek realist bir anlayış sahibidir.

Kırkaltı yıl süren devrinin bir evlâddan ziyade devlet reisi olacak anlayışıyla yetiştirilen şehzadeler, bu uzun saltanat dönemini sabırla bekleme gücünü gösteremediler. Şehzade katliyle bu padişahı suçlayanlar, hiç de şehzadelerin sabırsızlığını göz önüne almadılar ve târih yorumlarını yaptıkları istikamet tabiatıyla doğru bir neticeye varamadı.

Yılmaz Öztuna değerli eseri Devletler ve Hanedanlar adlı çalışmasında Kanuni'nin erkek evlâd sayısını onbeş olarak göstermektedir. Bizde bu bilgileri özetlemek suretiyle aktaralım efendim;

1512'de doğup, 1521'de 9 yaşında ölen Mah-mud, 1515'de doğan ve Konya Ereğli'de 6/kasım/1553 babası tarafından boğdurulan, Mustafa, Amasya'da 1526'da doğup, Bursa'da 1533'de boğdurulan Mehmed, sadece Ölüm târihi bilinen Konya'da medfun Ahmed, 1521'de İstanbul'da doğup, 22 yaşında 1543'de Manisa'da Çiçek hastalığından ölen Mehmed, bebekken ölen Abdullah, 1524'de doğan ve bilahire 2. Selim unvanıyla tahta çıkan Selim, 1525'de doğup, 1562'de Kazvin'de İran Şahına verilen sipariş üzerine öldürttürülen Bayezid, 1543'de Kütahya'da doğup, Kazvin'de 1562'de Şah'ın marifetiyle boğdurulan Orhan, yine Kütahya, Kazvin hattı içinde 1545 doğum, 17 yaşında 1562'de boğdurulan Osman, aynı hatta 14 yaşında öldürülen Abdullah, 3 yaşında Bursa'da boğdurulan Mehmed, İstanbul'da 1531'de doğup, Ağabeyi veliahd Mustafa'nın idamında geçirdiği şok'a bağlı olarak vak'adan 21 gün sonra 27/kasım 553'de vefat eden Cihangir ki İstanbuldaki Cihangir semti bu şehzadenin adına kurulmuştur, 1554'de doğup, sekiz yaşında 1562'de vefat ettiği bilinen ve hakkında başka bilgide bulunmayan Orhan'ı böylece sizlere naklettik..
 
F

Fırtına

Guest
Osmanlı döneminde 16. yy. da yaşamış bazı bedensel engelli şairler.!

Bir sanatçının şiirini anlayabilmek için, öncelikle aile yapısının, sosyal hayatının, psikolojik durumunun göz önünde bulundurulması gerekir. Ayrıca yaşadığı dönemdeki toplumsal şartların da iyi bilinmesi gerekir..

Osmanlı döneminde 16. yy. da yaşamış bazı bedensel engelli şairler;

Şairlere geçmeden önce, Osmanlı Devleti’nin genel olarak engellilere bakış tarzının nasıl olduğunu Yavuz Sultan Selim döneminden Mustafa Çelebi örneği ile ortaya koyalım;

Uzun yıllar defterdarlık yapan Mustafa Çelebi, gut hastalığına tutulur ve hareket edemez hale gelir. Buna rağmen görevine son verilmeyerek, padişahın huzuruna sedye ile getirilmesi uygun görülür. Devletin maliyesi hakkında rapor vereceği zaman iki divan çavuşu sedyeyle arz odasının kapısına kadar getirirler, ondan sonra da yerine taşırlarmış..

Bu, örnek alınması gereken bir durum.. Engeli ne olursa olsun, işleyen bir beyin var.!!!

Bedensel engelli şairler;

Şairimizin adı ”ŞAVUR..” Sultan Bayezid dönemi şairlerindendir. Kastamonu’da doğmuş, İstanbul’da şöhrete ulaşmıştır. Mesken edindiği meyhanenin merdiveninden düşer ve ayağı kırılır. Dostları bu olayın ona ders olacağını ve şarap içmeyi bırakacağını düşünürken, o ayağının kırıklığını bahane ederek mescide hiç gitmez, topallayarak meyhaneye koşar ve eskisinden daha fazla içermiş..

Birçok şehirde kadılık görevinde bulunmuş. Devlet, topaldan kadı olmaz demeyip onu görevde tutarken, şair arkadaşları şiirleriyle onu rahatsız etmekten geri kalmazlar;

”Şavur-ı a’rec kim bugün akza’l-ı kuzat
Bin yıl ki tahsil eylese Araç onun mi’racıdır..”

(Şimdilerde topal Şavur büyük şehir kadılığını istemektedir, ancak bin yıl daha öğrenim görse de onun yükselebileceği yer Araç’tır/ Taili..)

Şavur ise kendinden çok emin, bu makamı hakettiğine inanmaktadır;

”Ta’n eyler imiş bana ayaksız deyü cühhal
N’ola ayağum yooğ ise her fende elüm var..”

(Cahiller beni ayağım yok diye ayıplarlarmış.. Ayağım yoksa ne olurmuş.? Ben her çeşit bilgiye sahibim, her fende elim var..)

Şavur’un dışındaki diğer bedensel engelli şairlerimiz;

Fazli-i Leng,

Özri,

Seliki,

Meyli,

Katibi,

16. yy. da, engellilere verilen değerin 21. yy. da da verilmesi dileğiyle.!!!
 
F

Fırtına

Guest
Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan'ın Oğlu Bayezid ile 3 Torununun Acı Sonu.!

1295444898-2.jpg



Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan'ın oğullarından Bayezid ile 3 torununun acı sonu, mezarlarının bulunduğu Sivas'ta ziyarete gelenlerin yüreğini burkuyor.

Osmanlı İmparatorluğu'nun en uzun süre tahtta kalan padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın oğullarından Şehzade Bayezid'in mezarı, Sivas Yukarı Tekke Mezarlığındaki Abdulvahabi Gazi Camisi'nde yer alıyor.

Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan'ın oğlu olan Bayezid'in kabri, oğulları Orhan, Osman ve Abdullah ile birlikte camideki Abdulvahabi Gazi Türbesinin yer aldığı alanda bulunuyor. Cam ile çevrili bir alan içindeki sandukaların yan kısmında bulunan levhada, ''Şehzadeler Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu Bayezid ve oğulları Osman, Orhan, Abdullah burada metfundur. Şehit masumlara El Fatiha'' yazıyor.

Abdulvahabi Gazi Hazretleri'nin türbesini ziyarete gelen vatandaşlar, caminin içinde türbeye giden yolda sağ tarafta ''şehzadeler'' diye anılan Bayezid ve oğullarının mezarında da dua okuyor.

Bayezid ve oğullarının Sivas'ta gömülü olmalarının hikayesi Abdulvahabi Gazi Camisi Yaptırma ve Yaşatma Derneğince bastırılan broşürde de anlatılıyor.

ŞEHZADE BAYEZİD'İN YÜREK BURKAN HİKAYESİ

Tarihi kaynaklarda, annesinin Hürrem Sultan olduğu belirtilen Bayezid'in kardeşlerinden Mahmud ve Abdullah'ın çok küçük yaşlarda öldüğü, diğer kardeşleri Mehmed ve Cihangir'in genç yaşta hastalanarak, Mustafa'nın ise askerler tarafından tahtın varisi olarak desteklendiği için Hürrem Sultan'ın entrikalarının da etkisiyle Kanuni tarafından boğdurularak öldüğü bilgisi yer alıyor.

BABASI ÜSTÜNE ORDU YOLLADI

Erkek kardeşlerinden sadece Selim'in sağ kaldığı ifade edilen Bayezid'in taht kavgası yaptığı ağabeyi Selim ve onun tarafını tutan babasıyla mücadele ettiği, daha sonra yaşanan çeşitli gelişmelerin ardından oğullarını alarak İran şahına sığındığı kaydediliyor. İran'da Şah Tahmasb tarafından büyük bir törenle karşılandığı ifade edilen Bayezid'in, onun aracılığıyla babasından affını dilediği, Kanuni'nin de bir ara onu affetmeyi düşünse de Selim'in ve Tahmasb'ın tutumları karşısında bundan vazgeçtiği, bu çekişmeden yararlanmak isteyen Tahmasb'ın bir bahaneyle Bayezid'i ve oğullarını hapse attırdığı belirtiliyor.

OĞLU İLE TORUNLARINI BOĞDURTTU

Bundan sonra Kanuni, Selim ve Tahmasb arasında Bayezid'in teslimi konusunda yazışma ve pazarlıklar başladığı, anlaşma sağlanınca Kazvin'e giden Osmanlı elçilerinin 25 Eylül 1561 tarihinde önce Bayezid'i, ardından da oğullarını boğarak öldürdükleri kaydediliyor. Bayezid ve oğullarının cenazelerinin Sivas'a getirilerek defnedildiği, Bayezid öldüğü zaman 36, en büyük oğlu Orhan'ın ise 16 yaşlarında olduğu bilgisi yer alıyor.

Bayezid'in ölümünden sonra İstanbul'a getirilen eşinin de bir kale içinde tutulduğu ve yanında bulunan 3 yaşındaki oğlunun da öldürüldüğü tarihi kaynaklarda aktarılıyor.


1295444836-0.jpg


Bu camiinin içinde Beyazıd ile çocuk yaşta öldürülen çocukları yatıyor. Kanuni onları tahta göz diktiler diye katlettirmişti.


KANUNİ İLE BAYEZİD'İN YAZDIĞI DOKUNAKLI MEKTUPLAR

Karakter bakımından Kanuni'ye benzediği, melankolik, zeki, mütevazı ve cesur bir kişi olarak nitelendirildiği belirtilen Bayezid'in, ''Şahi'' mahlasıyla yazdığı şiirler bulunuyor.

Veliahtlık meselesinde babasına isyan edince Kanuni Sultan Süleyman tarafından kovulan Bayezid, af dilemek için babasına şu nazmı yolluyor;

''Ey seraser âleme Sultan Süleyman'ım baba / Tende Canım, Canımın içinde cananım baba,
Bayezîd'ine kıyar mısın benim canım baba / Bi'günahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba..

Enbiya ser-defteri yani ki Âdem hakkıçün / Hem dahi Musî ile îsî-i Meryem hakkıçün,
Kainatın server-i ol Ruh-i âzam hakkıçün / Bi'günahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba..

...Hak Taâlâ, kim cihanın şahı etmiştir seni / Öldürüp ben kulunu, güldürme şahım düşmeni,
Gözlerim nuru oğullarımdan ayırma beni / Bi'günahım, Hak bilür devletlü sultanım baba..

Tutalım iki elim baştan başa kanda ola / Bu meseldir, söylenir kim 'kul günah itse n'ola',
Bayezîd'in suçunu bağışla, kıyma bu kula / Bi'günahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba..''

Kanuni Sultan Süleyman ise oğluna cevaben yazdığı mektubunda, şu dizelere yer veriyor;

''Ey demâdem mazhar-ı tuğyân-ı isyânım oğul / Takmıyan boynuna her giz tavk-ı fermânım oğul,
Ben kıyar mıydım sana ey Bâyezîd Hânım oğul / Bî'günâhım deme bâri tevbe kıl cânım oğul..''
 
Tekerlekli Sandalye
Üst