Rengarenk Bir Dünya

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,507
Tepkime Puanı
189
Puanları
63
Yaş
50
RENGÂRENK BİR DÜNYA
Engelli deyip geçmeyin. Engelliler bedensel ve zihinsel yarışmalarda belki sağlıklı insanlardan daha hoş, daha onur verici sonuçlar alıyorlar. Üstelik çoğunun amacı bedenlerindeki engelin hiçbir başarıya engel olmadığını göstermektir. Umutla bakarlar dünyaya. Hayat farklı bir açıdan görünür onlara. Burcu’da; hayatı daha farklı bir açıdan gösteren, yalnızca güzel olanları gören, iyiyi ve kötüyü ayırt eden birçok kişide olmayan bir göze sahipti. Onun gözleri mavi, yeşil ya da kahverengi değil rengârenkti. İçinde olumsuzlukların siyahına yer verilmeyen bir renk cümbüşüydü bu. Burcu, etrafındaki nesneleri değil, onların içini görebiliyordu. Sıradan bir insana göre Burcu göremiyordu. Hayır, bu doğru değildi. Burcu herkesten daha iyi görebiliyordu. Kimsenin göremediklerini hissediyordu. Burcu doğuştan görme engelliydi. Ama o bunu hiçbir zaman dert etmemiş, başarıları için engel olarak görmemişti. Bucu kalp gözünü kullanarak neler başaracağını biliyordu. Okula gidiyordu Burcu. İkinci sınıf öğrencisiydi. Annesinden başka kimsesi yoktu. Annesinin de biricik kızından başka… Mutluydu Burcu; okulda alay konusu olmayı, her gün önüne bir şeyler koyup onu düşürmeye çalışan çocukları umursamıyordu. Engelli olan kendisi değil onlardı çünkü. Son zamanlarda Burcu annesinin öksürük sesleriyle uyanıyor, tekrar uyumaya çalışırken ağlayan annesinin hıçkırıkları ona ninni oluyordu sanki. Annesi hiçbir şeyinin olmadığını, iyileşeceğini söylüyordu. Ama Burcu inanmıyordu. Annesini bu denli ağlatan şey sıradan bir hastalık olamazdı. Burcu buna inanmakta güçlük çekiyor, doğrusu inanmak istemiyordu da. Annesi… Tek varlığı ona yalan söylüyordu. O sabah onu öperek uyandıran annesi gelmemişti. Uyuyakalmış mıydı yoksa Burcu mu çok erken uyanmıştı? Heyecanla yataktan fırladı. Okula geç kalmış olabilirdi. Annesine seslendi ama cevap gelmedi. Ekmek almaya gitmiş olmalıydı. Bekledi, bekledi, bekledi… Ne gelen vardı ne giden. Yolda birine mi takılmıştı acaba annesi? Ya da ne bilsin işte büfede kuyruk olabilirdi. Amma da kuyrukmuş canım! Kız okula geç kalacak!!! Biraz daha bekledi Burcu. Ama daha sonra dayanamayıp Aysel Hanım’a gitti. Kapı komşularıydı Aysel Hanım. Emekli resim öğretmeniydi ve Burcu’ya resim çizmeyi öğretmişti. Burcu’daki yeteneği fark etmiş annesine bildirmiş fakat annesinin isteği üzerine Burcu’yla dahi konuşmamıştı yeteneklerini. –Aysel Hanım apar topar eve geldi. Ardından kısa süreli bir sessizlik… Neler olduğunu kestiremiyordu Burcu. Nereye gitmişti Aysel Teyze! ‘Aysel Teyze!’ diye seslendi birkaç defa. Fakat aldığı tepki bir hıçkırık sesi olmuştu. Hıçkırığa yöneldi ve ellerini kullanarak Aysel Teyze’yi buldu. Yere çömelmişti Aysel Teyze, ağlıyordu. Burcu gerçeği anlamıştı ama bir yanılma payı olmalı diye ümit ederek sordu ne olduğunu. Aysel Hanım başını okşadı ve biraz beklemesini söyledi. Aysel Hanım döndüğünde Burcu ne kadar beklediğini bilmiyordu. Birileri gelmişti ve onları tanımıyordu. Aysel Teyze’si Burcu’nun yardım çağrısını almış gibi onu kolundan tutup dışarı çıkardı. Açıklayacak şeyleri vardı. Aysel Teyze’nin konuşmaya nerden ve nasıl başladığını bilmiyordu Burcu. Kendine geldiğinde hıçkırıkları bahçeyi dolduruyor, hiç kullanmadığı kelimeleri kullanıyordu. Anlamını bilmediği cümleler kuruyordu peş peşe… Hayata zaten yenik başlamıştı o ve kader yeni bir yenilgi daha tattırmıştı ona. İnanamıyordu Burcu. Daha dün annesine sarılmış, onu çok sevdiğini söylemişti. Annesi onu bırakmazdı, bırakamazdı. Gözleriydi annesi Burcu’nun… Tek varlığıydı, dünyasıydı… Kısa bir süre sonra tekrar geldi. Aysel Hanım ‘Nasılsın?’ diye sordu, nasıl bir cevap bekliyorsa! Gözlerini ikinci kez kaybetmişti. Burcu nasıl olabilirdi ki? Aysel Hanım, birazdan önemli bir kurumdan Burcu’ya yardım etmek için birkaç kişinin geleceğini söyledi. Kısa bir süre sonra Aysel Teyze’nin bahsettiği görevliler uzun bir konuşmanın ardından Burcu’yu ikna etmişlerdi eşyalarını toplayıp çocuk esirgeme yurduna yerleşmesi için. Çok zaman almadı, Burcu’nun kendi gibi engelli bedenlerinde olan ama kocaman bir dünyaya sahip çocuklarla kaynaşması. Kimisi göremiyor, kimisi duyamıyor kimisi konuşamıyordu. Hatta kimisi söylenenleri anlamıyor, isteneni uygulayamıyordu. Onlarında mı kimsesi yoktu Burcu gibi? Annelerine ne olmuştu peki? Onların ki neden bırakmıştı yavrularını? Anneler hep bırakır mıydı yoksa böyle?! Hayır, Burcu’nun ki bırakmamıştı. Burcu’nun annesi sadece Burcu’nun dünyasına göç etmişti. Annesi orada yaşıyordu ve Burcu onu görüyordu. Her gece geliyordu annesi. Saçını okşuyor, ona öğütler veriyordu. Burcu bunu anlamıştı. Odasında kendinden başka iki kız daha vardı. Oda arkadaşlarından biri olan Aylin’in hiçbir zaman bacakları olmamıştı. Hiçbir zaman koşamamış, koşmanın tadına varamamıştı. Dünyaya gözlerini açtığında buradaydı. Bu binada büyümüştü. Ne annesi vardı, ne de babası… İsmini burada çalışan bir görevliden almıştı. Aylin, görevlinin vefat eden kızının ismiydi. Aylin’e ismini verdikten sonra bazı sorunlardan dolayı görevden alınmıştı. İrem ise dört yaşına kadar söylediği şarkıları duyabiliyor, kendi sesiyle övünebiliyordu. O talihsiz kaza hem sesini hem kulaklarını almıştı ondan. Varlıklı bir ailenin çocuğuydu İrem. Bir hafta sonu pikniğe giderken trafik kazası geçirmişti. Annesinin son nefesini verdiğini gözleriyle gördüğünde kulağına giren cam parçasının acısını unutmuştu bile. Yardım istemek için dudaklarını kıpırdattığında sesinin çıkmadığını fark etmişti ve gerek kulaklarının acısından gerekse yaşadığı olaydan etkilenip orada bayılıvermişti. Uyandığında bu odada yatıyordu oda. Burcu uyandığında yatağındaydı, annesini görmüştü yine. Giderken Allah’a emanet olmasını söyledi. Gitme dediyse de Burcu, siyah saçlarını dalgalandırarak yine gitmişti annesi. Burcu ilk defa annesinin saçlarını siyah olarak hayal etmişti. Siyah yeni bir renkti onun için. Yeni hayatına bu renkle uyanmıştı Burcu. Ağlamaktan yastığının sırılsıklam olduğunu fark edip, annesinin işlemeli mendilini almak için elini çantasına attı. Birkaç tane taş çarptı eline. Hepsinin topladı. Bunları hatırlamıştı. Her yıl olduğu gibi doğum gününe bir ay kala annesi otuz taş vermişti. Burcu her gün bir tanesini atardı. Saydı on beş taş kalmıştı. Büyük bir hınçla hepsini fırlattı. Ne doğumu ne günü!!! Annesi yoktu onun ve o, annesi olmadığı için bir partiyi hak etmeyeceğini düşünüyordu. Annesi her yıl bir kek yapardı onun için. Üzerine mum diye nitelendirdiği birkaç çubuk dikerdi. Hep böyle olmuştu bu. Annesi ona hiç hediye almamıştı. Ama ona her yıl en güze nasihatlerini, en içten öpücüklerini vermişti. Bu yıl kim öpecekti onu?! Tekrar ağlamaya başladı Burcu. Rengârenk dünyasındaki renkler soluyor, gülleri kuruyordu. Gülümseyen insanlar sanki anlamış gibi suratlarını asmaya başlıyorlardı. Gökyüzündeki en büyük, en parlak yıldızı kaymış, kaybolmuştu. Bu yıldız ona yönünü gösteriyordu. Burcu’da artık kaybolmuştu… Ertesi gün kapının şiddetle çarpılması sesiyle uyandı Burcu. Biri hızla odaya girmişti. Çok geçmeden kim olduğu anlaşıldı. Temizlik kadındı bu. ‘Bıktım, vallahi bıktım bunlardan!’ diyerek girmişti odaya. Kendi gibi olan çocuklardan bıktıysa Burcu’dan da bıkmıştı bu kadın. İyi ama geleli ne kadar olmuştu ki… ‘Kalk! Hadi çabuk!’ sesiyle irkildi. Bir kolundan tutup kaldırdı onu. Bu kadar sert davranmasını gerektirecek ne vardı ki? Yoksa kadın birkaç kere seslenmiş de Burcu mu duymamıştı? Kadın yatakları topluyor, odayı süpürüyordu. Bir yandan da beddua etmeye devam ediyordu. Böyleleri yaşamamalıydı. Eğer kendi işini kendin yapamıyorsan ne işe yarıyordun ki… Burcu çıkmak istedi odadan. Kapıya yöneldi. O da ne? Takılıp düşmüştü. Elektrikli süpürgenin kablosuydu büyük ihtimalle. Büyük bir acı hissetti ama ağrının nerede olduğunu kestiremedi. O kadar şiddetliydi ki bu sızı tüm vücudunu kaplamıştı. Gerisini hatırlamıyordu. Uyandığına başına konuşan birkaç kişi vardı. Duyduklarına göre kolunu kırmıştı. Her şey üst üste gelmek zorunda mıydı yani? Doktor gittiğinde görevi kadın konuşmaya başladı ‘Bir bu eksikti. Bu kadar işin arasında bir de sen çıktın başıma!’. Burcu kendini daha kötü hissetmeye başlamıştı. Yine onun yüzünden birçok kişinin canı sıkılmıştı. Keşke hiç doğmasaydı, insanların canını sıkmaktan başka bir işe yaramadığını düşünüyordu. Kadın öfkeyle bir yandan Burcu’nun üzerindekiler çıkarıyor bir yandan konuşmaya devam ediyordu. ‘Haber vermeden gitmeye çalışırsan böyle olur. Yardım et biraz. Banyo yapacaksın daha. Nasıl da kirlenmişsin. İğrenç kokuyorsun. Şimdi ki aklım olsaydı da okusaydım. Allah’ım nelerle uğraşıyorum!’. Burcu yine ağlıyordu. Aslında o hep ağlıyordu. İlk defa bu kadar ağlamıştı. Düştüğünde, elini kestiğinde ya da bir yeri ağrıdığında ağlardı hep. Sonra annesi öperdi ve geçerdi tüm sızısı… Şimdide kalbi ağrıyordu. Hem de ne ağrı! Duşunu almıştı Burcu. Kaynar suyla ve biraz da dayak yiyerek alınan bir duş ona bir yıl yeterdi. Kadın söylenerek banyoyu topluyordu. Artık ağlamıyordu Burcu. Dünyasındaki kuruyan güllerle birlikte gözyaşları da kurumuştu sanki… Dalıp gitmişti yine kendi dünyasının derinliklerine. Görüyordu ama yeşilleri, mavileri, pembeleri, morları değil siyahları, kahverengileri, grileri bordoları… Açılan kapı sesiyle irkildi. Gelen müdür yardımcısıydı. Burcu’nun bir ziyaretçisi olduğunu söyledi. Çok şaşırmıştı. Kim gelebilirdi ki? Onu sevenleri onun dünyasıyla birlikte yok olmuştu. Bir an unutulmadığını düşündü ve kısa süreli bir mutluluğa kapıldı. Daha sonra yine kapandı dünyasına. Çünkü insanlar yalnızca menfaat için konuşuyordu onunla. Misafir salonuna gittiğinde yumuşak bir ses ‘Doğum günün kutlu olsun yavrum!’ dedi. Tanıdı. Bu ses Aysel Teyze’ye aitti. Sahi bugün onun doğum günüydü. Zaman ve mekân kavramını yitirmişti. Aysel Teyze öptü Burcu’yu. Ama annesi gibi sıcak değildi onun öpücüğü. Olamazdı… Hediyesini verdi Aysel Teyze. Birkaç resim defteri, bir fırça takımı ve bir kutu boya almıştı. Konuşmak istiyordu Aysel Teyze. Burcu’nun resim yeteneğinden bahsedecekti. Ve bir resim yarışmasında serbestti konusu. İnanıyordu hatta biliyordu Aysel Hanım, yapabilirdi Burcu. Başaracaktı! Ama Burcu inanmıyordu. Görmeyen biri çizemezdi de. Çok dil döktü Aysel Hanım. Sonunda kararını değiştirebildi Burcu’nun. Evet çizecekti. Burcu kendi dünyasında dolaşan annesini çizecekti. Herkese gösterecekti ne kadar güzel bir annesi olduğunu. Odasına çıktığında boyalarını arkadaşına verdi. Onun boyaya ihtiyacı yoktu. Çünkü o rengârenk dünyasının karanlıklarını açacaktı… Resmini bitirdiğinde saatin epey geç olduğunu, görevli kadının haykırışlarıyla anladı. ‘Hâlâ neden uyumadınız? Uyumak için sabahı mı bekliyorsunuz?!’. Hızla yatağına girdi. Yarın Aysel Teyze bir doktorlar gelecekti. Uyuması gerekiyordu. Ertesi sabah doktor onu muayene ederken Aysel Hanım hayret dolu övgüler yağdırıyordu Burcu’ya. Sahi o kadar güzel miydi resimleri? Doktor ona kolunun iyileştiğini söylediğinde Burcu, Aysel Teyze’sine neler çizdiğini anlatıyordu. Aysel Hanım birkaç resim seçerek yarışmaya götüreceğini söyledi. Burcu’da inanıyordu artık, annesinin resmi kazanacaktı. Annesi dünyanın en güzel kadınıydı çünkü. Yarışma sonucu iki hafta sonra açıklanacaktı. O zamana kadar beklemeliydi sabrettiğinde sonunda mutlu olacağını biliyordu. İki hafta boyunca durmadan çizdi annesini. Dünyasını kendisini çizdi. Resimlerini göremese de hissediyordu çizgileri. Hepsi onun eseriydi. Akşama doğru Aysel Hanım iyi haberlerle geldi. Burcu kazanmıştı. Artık burada kalmasına, çirkin görevlinin kötü sözlerini duymasına gerek yoktu. Hemen bugün işlemlere başlayacaktı. Aysel Teyze’si Burcu İstanbul’a yerleşecekti. Orada kendi gibi yetenekli birçok arkadaşıyla kalacaktı. Yarın gidiyordu. Bu gece herkesle vedalaşmalıydı. Gece bütün arkadaşları gelmişti odasına, burada kaldığı bir ay boyunca kimseyle konuşmamasına rağmen tanıyordu herkesi. Mutluydu Burcu; iki gün sonra bütün dünya öğrenecekti annesini. Burcu’nun ışığını parıldayan yıldızını… Ertesi gün Aysel Hanım aldı Burcu’yu hazırladı ve arabaya binmesi için yardım etti. Ardından bastı gaza… İstanbul’a kadar uyudu Burcu, hiç ara vermeden annesini gördü. Çiçek topluyordu. Tüm çiçekler siyahtı annesi gibi… Aysel Hanım uyandığında, Burcu yeni bir hayata başlamış gibiydi. Evet, karşısında yeni evi duruyordu. İçeri girdiler birlikte. Teyzesi yerleşmesine yardım etti. Ve yarın geleceğini Burcu’yu alıp programa gideceğini söyledi. Ardından gitti. Burcu odada yalnızdı. Gerçi o hep yalnızdı tek dostu kalemi ve resim defteriydi. Çizmeye başladı yine. Hiç ara vermeden çizdi. Sabah Aysel Teyze geldiğinde burcu çoktan uyuyakalmış ya da hiç uyumamıştı aslında. Heyecandan belli… Aysel Hanım Burcu’nun hazırlanmasına yardım etti ve programa gittiler birlikte. Burcu ’’Maşaallah pek de güzelmiş, aman da nazar değmeyin sesleri arasında aldı kupasını ve havaya kaldırdı. Engelinin sadece bedeninde olduğunu vurgularcasına… O gece geç saatlere kadar bekledi annesini.ama bir türlü gelmiyordu.küsmüş müydü acaba?!hayır hayır gelmişti annesi,işte oradaydı.tanıyamamıştı Burcu sadece.annesinin saçları sarı,gözleri yeşil elbisesi ise bembeyazdı.ellerindeki çiçekler mavi ,kırmızı ve pembenin tonlarını yansıtıyordu.yemyeşil bir patikadaydı.evet burcu’nun yıldızı hiç kaymamıştı.O bütün parlaklığıyla oradaydı ve şimdi burcu’yu çağırıyordu. Burcu annesine kavuşacaktı. Annesiyle birlikte rengârenk bir dünyada yaşayacaktı üstelik burcu görebiliyordu orada. Evet, evet gidecekti Burcu. Kendi dünyasında annesiyle birlikte renklerin arasında yaşamak için derin bir nefes aldı yatağında ve gözlerini kapadı bu karanlık dünyaya bir daha açmamak üzere…

ÖZGEÇMİŞİM:
Ben Elif YARAR.1997 yılında Aksaray ilinde doğdum.Babamın mesleği dolayısıyla ilköğretimimi Konya’da tamamladım.Şu an kendi tercihim olan Aksaray Ahmet Cevdet Paşa Sosyal Bilimler Lisesi’nde yatılı öğrencilerden biriyim.
 
Tekerlekli Sandalye
Üst