Ya saklıydı aşk yasaklı

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,507
Tepkime Puanı
189
Puanları
63
Yaş
50
Hava iyice kararmaya başlamış, şehre her zamanki kış sisleri düşmeye başlamıştı. Hatta an geliyor kişiler birbirlerini görmekte zorluk çekiyordu. Yer yer bacalardan çıkan dumanlar da, olan sislerin arasında kendilerini kamufle ediyorlardı. Lakin koklama duyusu zayıf olanlar bile şehrin atmosferine sinmiş olan ağır kömür kokusunu alabiliyordu.
İnsanların hiç hoşlanmadığı bu kömür kokusunu o, ne çok seviyordu oysa. Nefeslediği her kokuda köyünü hatırlıyor, toprağını özlüyordu. Toprak hanelerinde, kışın evin damından akan yağmur sularını, evin içinde oraya buraya koyulan deterjan kutularını, leğenleri… Özledikleri çok uzağındaydı. Şimdi ona yakın olan tek şey soluduğu havaydı.
Çalıştığı kurumunda kapısından çıkar çıkmaz o enfes havayı (!) solumaya başladı yine. Çok güzel kokuyordu. Kömür kokusundan neredeyse kömürün kalitesi hakkında bilgi verebilirdi. O kadar yani… Bugün işyerinde epey fazla kalmıştı. Şefleri yarına yetiştirilmesi gereken işleri olduğunu söylemiş, birkaç personeli alıkoymuştu.
İşten ayrılış saatinin zamansız olması evine gidebilmesi için biraz yol yürümesini gerektirmişti. Gideceği vasıta yaklaşık bir kilometre uzağından kalkıyordu. İşyerinden çıkıp paltosuna sıkıca sarılmıştı. Gökyüzü rahmetini toprak anaya doğru yavaştan sunuyordu bir taraftan. Damlaların çıkardığı sesler insan sesi korosunu andırıyor, seslere farklı farklı manalar yüklüyordu o.Damla seslerine yaşıtlarının ıslıkları, son günlerin en hit şarkıları karışıyordu. Kimisi kızlara laf atar türünden, kimisi de en slowundan aşık olunası. Yaşıtları gibi kendisine aşık olunma kaygısı gütmeden ilerliyordu delikanlı. O, şarkılar söylemek yerine sayılar mırıldanıyordu. Sanki birinci sınıf çocuğuymuş gibi ritmik sayma yapıyordu. Altı yüz otuz iki, altı yüz otuz üç, altı yüz otuz dört…
Sayılar dilinde kalabalık yapıyor, zaman zaman dili sürçüyordu. Âmâ önemli değildi, sırasını pekâlâ biliyordu sayıların. Yanından geçen insanlar dönüp bir kez daha bakıyorlardı gence. Bunu fark etmiyordu yazık ki genç adam. Hava kararmaya başlandığından mıdır, yoksa ruhundaki karanlıktan mı bilinmez…
İki bin yedi yüz doksan beş… Nihayet son! Durakta bekleyen insanların karanlığa karışan sesleri geliyordu. Kâh sıcak gülüşmeler, kâh üşümüş bakışlar. Hepsi Ankara’ya ait, onun gibi karasal, büyük ve sisli. Saatin kaç olduğunu bilemiyordu, işyerinde epey kalmıştı. Belediye otobüsünün hareket saatlerini öğrenmişti lakin bu saat o kadar geçti ki bir gün olsun merak edip de saat on dokuzdan sonrasına bakmamıştı. Bekleyen yolculardan birine yaklaşarak:
─Affedersiniz, saat kaç acaba?
Dedi. Soruyu sorduğu kişiyi tanımıyordu. Öylesine bir yaklaşım olmuştu bu. Sorusuna gelen cevap oldukça nazikti.
─Saat on buçuk.
Tabii bu, gecenin on buçuğu oluyordu. Ne çok vakit geçmişti. Daha evine gidecek, açlıktan ses çıkarıp duran midesini dindirecekti. Cevap veren kişiye teşekkür ettikten sonra sessizce bir köşeye çekilip, o da diğerleri gibi beklemeye koyuldu.
İnsanın hayatında bekleyişler hep olmak zorunda mı diye düşündü kendince. Gerçekten de hayat hep bir bekleyiş silsilesi içinde ilerlemiyor muydu? Daha ana rahmine düşerken başlamıyor mu bu süreç? Kimisi mutluluk, kimisi hüzün getiren tüm bekleyişler insanlar içindi. Sabretmeliydi onun için her şeye, her duruma… DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN
 
Tekerlekli Sandalye
Üst