Yaşar Kemal Hakkında Herşey

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Edebiyat ve Politika (Söyleşi)

[Milliyet gazetesi Genel Yayın Müdürü Sayın Abdi İpekçi’nin “Her Hafta Bir Sohbet” köşesinde yer alan konuşma]

B7UiWPkCAAI03HR.jpg

Edebiyat ve Politika
19.04.1971



İPEKÇİ — Yaşar, bugüne kadar edebiyatta ne yapmak istedin, bundan sonra ne yapmak istiyorsun?

YAŞAR KEMAL — Ta çocukluğumdan bu yana, kendimi bildim bileli, okur-yazar değilken bile şiir söylerdim. Sonra folklor çalışmaları yaptım. Röportajlar yazdım. Hikayeler, romanlar yazdım. Çalışma tarzım gösteriyor ki, halktan yana, halkla birlikte işini gören bir sanatçıyım. Benim kişiliğimi ve sanatımı halktan ayırmak mümkün değil. Yirmi yedi yaşıma kadar halk içinde, halkla birlikte çalıştım. Yani bir kol emekçisiydim. 1951’de İstanbula geldiğimde, elimde bir kitaplık hikaye vardı. Örneğin, benim dünyaya çıkmış ilk eserim İnce Memed değildir, “Bebek” hikayesidir. Önce Fransızcaya çevrildi, sonra İngilizceye, İtalyancaya, Rusçaya, Romenceye, birçok dillere. Son yirmi yılın dünyada çıkmış birçok hikaye antolojisinde “Bebek” hikayesini de buluruz. 17-18 yaşlarımda bende sol düşünce belirmeye başlamıştı. Sanatım onunla tay gitti, yani paralel. Ben iki şeye inanırım. İki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz değişimine; halk ve doğa. Sanatımı halkımla birlikte, onun büyük yaratıcılığı ile birlik olarak, onun için yaparım. Politikam da sanatımdan ayrılmaz. Halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi... Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım. Benim sanatım, içinden çıktığım sınıfın yani proletaryanın çıkarlarının emrindedir. Ben etle kemik nasıl biribirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum.

İPEKÇİ — Evet, edebi çalışmalarına daima halka dönük bir düşünce hakim oldu ve bunu da bir yerde politik düşünce ile birleştirerek yürüttün. Bir ara aktif politikaya da girdin. Sonra da galiba çıktın. Neden girdin, neden çıktın?

YAŞAR KEMAL — 1960 Anayasasından sonra Türkiye İşçi Partisi kuruldu. Bu partiyi kuranlar işçilerdi, sendika liderleriydi. Aşağıdan yukarı kurulan bir partiydi. Bu parti kuruluncaya kadarki bütün çabalarım, çalışmalarım gösteriyor ki, ben bu partiye girmeliydim. Kendimi mecbur saydım. Mehmet Ali Aybarın başkan olduğu bu partiye 1962 yılında girdim. Elimden geldiğince de çalıştım. Benim hiçbir politik ihtirasım olmadı, olmayacak. Bunda kararlıyım. Amma emekçilerin yanında, ölünceye kadar onların hakları için, onların yönetime gelmeleri için sonuna kadar çalışacağım. Benim bütün derdim emekçi sınıfının bizatihi, yüzde yüz yönetime gelmesidir. Sosyalizm, yalnız ve yalnız budur, işçilerin adına herhangi bir tabakanın, bölüğün yönetime el koymasını kabul etmiyorum. Emekçileri sömürenlere ne kadar karşıysam, emekçiler adına iktidara gelmek isteyenlere de aşağı yukarı o kadar karşıyım.

Benim işim, emekçi ile beraber olmaktır. Emekçiler adına iktidara el koymuşlar, sosyalizmi her zaman yozlaştırabilirler, demokrasiyi yozlaştırabilirler. Bilinçlenmiş emekçi, demokrasinin ve sosyalizmin yozlaşmasına hiçbir zaman izin vermez. Çünkü onun çıkarı demokraside ve sosyalizmin uygulanmasındadır. Türkiyede 1950’de halkın oyu ile gerçekleştirmeye çalıştığı demokrasiye ben biçimsel de olsa saygılıyım.

İPEKÇİ — Yani halkla beraber olmasını mı istiyorsun?

YAŞAR KEMAL — Halk, 1950 yılında ne yaptı? Kendisini 100 yıldır ezen bürokrasiyi olanak bulunca oylarıyla yönetimden uzaklaştırdı. Bana öyle geliyor ki, bu gizliden gizliye işleyen, biçimlenen, oluşan, emekçinin bir çıkar bilincidir. Biçimsel demokrasi, biz de gözümüzle gördük ve yaşadık ki, bürokrasinin 700 yıllık zulmüne son verdi. Şöyle geriye dönüp baktığımızda bürokrasinin jandarmalarının birer işkence zebanileri olduğunu görürüz. Bana öyle geliyor ki, Türk halkının bürokrasiden çektiğini dünyanın hiçbir halkı hiçbir yönetimden çekmemiştir. Yemen çölleri, Sarıkamışlar, 9 yıllık askerlikler, zeametler, timarlar, aşarlar ve dayaklar ve hapishaneler, Kuyucu Murat Paşalar, Celali kırımları... Anadolu halkı tarihin en büyük zulmü altında inlemiştir ve fırsat bulur bulmaz bürokrasiyi devirmiştir. Sonuç yanlış oldu. Halk bürokrasi ile Demokrat Partiyi seçmek durumunda bırakılmıştı. Halk, haklı olarak DP’yi seçti ve sonuç yanlış çıktı. Bu, halkın bilincinin yanlış yola yönelmesi değildir, yöneltilmesidir.

İPEKÇİ — Senin istediğin sosyalist düzeni halk getirebilecek mi? Buna inanıyor musun?

YAŞAR KEMAL — Benim istediğim sosyalist düzeni yalnız ve yalnız halk getirebilir. Benim istediğim sosyalist düzeni halktan başka hiç kimsenin getireceğine inanmıyorum. Emekçi adına, emekçiden başka hangi tabaka ve bölük yönetime el koyarsa, halk adına değil, emekçi adına değil, kendi adına, kendi çıkarına yönetime el koymuş olur. Sosyalizmi halk getiremezse kimse getiremez. Sosyalizm, bilinçlenmiş emekçinin kendi eliyle kuracağı düzendir. Başka türlüsü olmaz.

İPEKÇİ — Yani yukarıdan empoze edilecek bir sosyalist düzeni istemiyorsun, öyle mi?

YAŞAR KEMAL — Böyle bir sosyalist düzen olmaz ki...

İPEKÇİ — Ne olur?

YAŞAR KEMAL — Ne bileyim ben. Bir şey olur, bir düzen olur amma, emekçiler yüzde yüz yönetimde değillerse o sosyalizm olmaz. 30 yıldan bu yana, sosyalistçe düşündüm, sosyalizm ve emekçi meseleleri üzerinde epeyce düşündüm, epeyce de okudum, emekçiye sınıf bilinci nasıl götürülür, yani politik bilinç nasıl götürülür? Elbette aydınlar. Aydınların okumak, öğrenmek, sosyalist bilince varmak olanakları emekçiden daha çoktur. Yalnız, bu bilinç götürme, emekçi adına yönetime el koymak için olmamalıdır. Emekçiler içinden bir bürokrat tabaka yaratmak için olmamalıdır. Bu bilinç götürme işi, emekçileri yüzde yüz yönetime getirmek için, gelmeleri için olmalıdır.

İPEKÇİ — Bunun Türkiyede olamayacağını, hiç değilse kolay ve çabuk olamayacağını düşünenler var. Bunlara başka alternatifler arıyorlar, sosyalistler olarak. Bu görüşe karşı mısın, beraber misin?

YAŞAR KEMAL — Ben, yukarıda da boyuna tekrar ettiğim gibi, emekçinin yüzde yüz el koymadığı yönetimin adına sosyalizm demem.

İPEKÇİ — Türkiyede bugün sol, birçok parçalara bölünüyor. Bu hususta ne düşünüyorsun?

YAŞAR KEMAL — Artık epeyce yaşlıyım. Hoşgörürlükle düşünmeyi öğrendim. Bir bölük sosyalist benim önerdiğim yoldan gitmese de, sosyalizme varmak için, bana karşı olsa da, ben onu kabul ederim. Düşüncemi bir örnekle daha iyi anlatabilirim belki. Bugünlerde bir Deniz Gezmiş olayı var. Ben bu Deniz Gezmiş olayı ile birlik değilim. Ayrı düşüncelerde, ayrı yollardayız. Yalnız, Deniz Gezmişin karşısına durup dururken, düşünmeden, olayı derinliğine araştırmadan çıkmam. Deniz Gezmişlerin hareketinin emekçinin bilinçlenmesine “ne kadar faydası var, ne kadar zararı var?” bunun üzerinde önemle dururum. Büyük emekçi kitlesinin bilinçlenmesinde Deniz Gezmiş hareketi faydalı oluyorsa, bu yol benim yoluma karşı da olsa onu tutarım. Tutmasam bile, onlara yardım etmesem bile, hoşgörü ile karşılarım. Ben küçük bölümlerin, tabakaların, küçük örgütlerin bugün beynelmilel, sıkı, korkunç bir örgüt haline gelmiş burjuvazinin karşısında etkili olabileceklerine inanamıyorum. Organize burjuva örgütlerinin, pekişmiş sömürücü örgütlerinin modern kapitalizmin karşısına yalnız be yalnız bilinçlenmiş, örgütlenmiş işçi kitlelerinin bütünüyle çıkabileceğine, etkili olabileceğine, yönetimi ele geçirebileceğine inanırım.

İPEKÇİ — Yani bürokrat aydınların sosyalizmi yapmak amacıyla iktidara gelmesini kabul etmiyorsun. Bütün konuşmalarından bu sonuç çıkarılabilir mi?

YAŞAR KEMAL — Çıkarılmalı. “Tırnağın var ise başını kaşı”, “kurda neden boynun kalın demişler, kendi işimi kendim görürüm demiş.” Halkımızın böyle sözleri çok. Herhangi bir sebeple yönetimi ele geçirmiş aydın ve bürokrat tabakaları, emekçiler adına, çıkarına bir şeyler yapmazlar demiyorum. Belki bir şeyler yaparlar ama, o sosyalizm olmaz, emekçilerin yönetimi olmaz. Bürokrasi yönetimi almışsa, aydınlar, teknokratlar yönetimi ele geçirmişlerse, ekonomi onların çıkarları için çalışacak demektir. Emekçilerin çıkarlarından daha çok. Biz biliyoruz ki, gördük ki, çağımızda yönetimi ele almış, devlete el koymuş proletarya sınıfı, yönetimi elinde tutamamış, bürokrasiye kaptırmıştır. Bunun sebepleri vardır. Bilinç eksikliği, örgüt yetersizliği... Daha bir sürü sebepleri olabilir. Acı olan, korkunç olan emekçi sınıfının kendi yönetimini başka bir tabakaya kaptırmasıdır. Çağımızda devrim yapmış emekçi sınıfı, yönetimi başka bir tabakaya kaptırırken onların emekçilere devretmelerini beklemek safdillik olmaz mı? Belki olur. Belki derya tutuşa...

İPEKÇİ — Bir iki örnek verebilir misin?

YAŞAR KEMAL — Tabii, Leninin ölümünden sonra Sovyetler Birliği emekçileri, yönetimin tümünü değilse de büyük bir kısmını Staline, Stalinin bürokratlarına, kendi içlerinden çıkmış bürokratlara, birtakım aydınlara kaptırdı. Bugünlerde Sovyetler Birliğinde, yönetimdeki Stalin bürokratlarıyla emekçiler arasında kıyasıya bir savaş var. Benim üzerinde durduğum, bütün hayatımda karşı koyduğum ve korktuğum bir şey var. O da terörizmdir. Halkın üzerindeki baskıdır. Ben diktatoryadan dehşet korkarım.

İPEKÇİ — Sol diktatoryadan da korkar mısın?

YAŞAR KEMAL — Sosyalizmde diktatorya olmamalı. Gerçek bir sosyalizmde diktatorya olamaz, terörizm gerçekleşemez. Halka baskı diye bir şey düşünülemez. Örnekler vermek istiyorum. Burjuvaların demokrasisiyle, proleterlerin demokrasisini aynı kefeye koyacak değilim. İki demokrasinin çok az biribirlerine benzerlikleri vardır. Gene de benzerlikleri vardır. Burjuva demokrasisini ele alalım: Bizdeki Süleyman Bey demokrasisini herhalde demokrasi sayamayız. Bu demokrasinin gerçek bir burjuva demokrasisiyle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Benim dediğim, İngiliz demokrasisidir. Üstünde duracağım, İngiliz demokrasisinde özgürlük sorunudur. İngiliz demokrasisinde özgürlük var mı, yok mu? Bütün sorun bu. Bir yanıyla özgürlük yok. Çünkü İngiliz halkı kapitalistlerce koşullandırılıyor. Kapitalistlerin elindeki on milyonluk gazete tirajı, milyonlarca seyircisi olan televizyonlar, milyonlarca dinleyicisi olan radyolar... Halkın düşüncesinin üstünden bir karanlık gece gibi geçiyorlar. İnanılmaz bir baskı altına alıyorlar düşünceleri, duyguları. Bu modern araçlarla halkları tutsak kılıyorlar. 1963 yılında İngilteredeyken BBC benden konuşmalar istemişti. Radyoya on konuşma hazırladım. Konuşmalarımı teybe aldılar, ücretini verdiler, hem de çok büyük bir ücret, fakat yayınlamadılar. O konuşmalardan birinde İngiltere için “çelikperde” demiştim. Halk cumhuriyetlerine “demirperde” diyorlardı, Amerikaya “altınperde”, ben de İngiltereye “çelikperde”yi yakıştırmıştım. Epeyce bir süre kaldığım İngilterede, İngiltere için bu düşünceye varmıştım. İşte bu “çelikperde”de kapitalizmin bütün baskısına rağmen bir özgürlük var. İngilterede hiç kimse düşüncelerinden dolayı kınanmıyor, hapsedilmiyor, baskılara uğramıyor. Bunun sebebi üstünde düşündüm. Niçin bu özgürlük? Çünkü İngilterede uzun yıllardan bu yana yönetimde burjuvazi bulunuyor. Burjuvazinin ekonomik bir temeli vardır. Üretim araçlarına sahip olduğundan ve elindeki bu güce çok güvendiğinden İngiliz burjuvazisinin yönetimde kalabilmek için başka çarelere başvurmasına gerek yoktur. Gene biliyoruz ki, çağımızda başka çareye başvuran sınıflar, gücünün büyük bir kısmını yitirmiş sınıflardır. Almanyada proletarya karşısında bunalmış burjuvazi, Nazizm çaresine başvurdu. Hitler bürokratları Almanyada korkunç bir baskı düzeni yarattılar. İtalyada Mussolini de öyle... Proletarya iktidara yüzde yüz el koyduğu zaman da bir demokrasi gerçekleşecektir. Şimdiye kadar dünyamızın görmediği, tanımadığı bir özgürlük düzeni kurulacaktır. Ekonomik eşitlik sağlandığı zaman, arkasından mutlaka ve mutlaka politik eşitliği de getirecektir. Bütün baskılar ekonomik eşitsizliği sürdürebilmek içindir. Baskıların temelinde eşitsizlikler yatar. Şimdi bürokrasi üstünde durmak istiyorum. Bürokrasinin bir özgürlük sağlayabilmesi için ne burjuvazi, ne de proletarya gibi sağlam bir temeli vardır. O, yönetimde kalabilmek için korkunç bir baskı düzeni kurmak zorundadır. Bu havadaki sınıfın tek dayanağı bir baskı örgütü kurmasıdır. Onun için bürokratlar, nerede kim adına iktidara gelmişlerse, ayakta kalabilmek için, korkunç bir baskı rejimi kurmuşlardır. Unuttum. Şunu da ekleyeyim: Proletarya yönetime yüzde yüz el koyduğu zaman düşüncelerinden dolayı hiç kimseyi mahkum etmek gereğini duymayacaktır. Örgütlü proletaryanın gücü bir özgürlük düzeni, hem de dünyamızın şimdiye kadar görmediği bir özgürlük düzeni kurmaya yetecektir. Bilinçlenmiş, örgütlenmiş proletaryanın, düşüncesinden, eyleminden dolayı kimseyi mahkum etmeye, insanların özgürlüklerini kısıtlamaya bir ihtiyacı olmayacaktır.

İPEKÇİ — Ama Sovyet Rusyada bunun aksi yok mu bugün? Aydınların, sanatçıların hürriyetsizlikten şikayetleri...

YAŞAR KEMAL — Dedim ya, dünyada en gerçek demokrasi proletaryanın yönetime yüzde yüz el koyduğu zaman olacaktır. Sovyetler Birliğinde, eğer birtakım insanlar hapsediliyorsa, düşüncelerinden dolayı kınanıyorlarsa, proletarya orada yüzde yüz iktidarda değil demektir. Benim inancım, varılacak yere, en çabuk, gene Sovyet emekçilerinin savaşı sonucu varılacaktır. Sovyet emekçisi, ne pahasına olursa olsun bürokrasinin son kalıntılarını da temizleyecektir. Devrim bir bütündür ve süreklidir. Sovyetler Birliğinde emekçi her an kendini yeniliyor. Sovyet emekçisi 1917’den bu yana türlü unsurlarla, durmadan, yorulmadan savaşıyor. Sovyet emekçisinin, baştan bu yana, demokratik çabası, savaşı kesintisiz sürüp gidiyor.

İPEKÇİ — Başlangıçta dedin ki, en çok korktuğum şey terörizm ve diktatoryadır. Türkiyedeki bu kuşkuların ne durumda?

YAŞAR KEMAL — Türkiyede bürokrasi, sosyalist düşüncenin gücünden faydalanarak yeniden yönetime el koymak istiyor. Bu gücün büyük bir terör ve dikta yaratması için bir sebep yok gibime geliyor. Kadim bürokratik güç, sırtını baskıya ve diktaya dayayacağına, emekçilerle birleşir, onunla birlikte yönetime el koyarsa belki baskı ve dikta gereğini duymaz. Ya da hafif bir baskı ile yönetimi yürütür. Ben çok korkuyorum ki, Halk Partisinin zulüm devrine bir daha dönüş olmasın.

İPEKÇİ — O halde ne yapmak lazım?

YAŞAR KEMAL — Anayasayı sonuna kadar uygulamak gerek. Hükümetlerin, hangi hükümet olursa olsun, Anayasayı karşısına almaması gerekir. AP yönetimi ele aldığından bu yana Anayasayı karşısına aldı. Gizli ya da açık, Anayasayı uygulamamak için elinden geleni yaptı. Bilhassa ilericilere, sosyalistlere karşı inanılmayacak bir baskı düzeni uyguladı. 27 Mayıstan sonra gördük ki, Türkiyede örgüt olarak büyük güçler ilericilerdir, aydınlardır. İlerici Anayasaya düşman AP, komprador burjuvazi, toprak ağaları bir daha 27 Mayıs tuzağına düşmemek için ilerici güçlerin karşısına karşı bir örgüt, bir güç dikmek gereğini duydular. Bunun için camileri kullandılar. Bütünüyle gericiliği kullandılar. Bu gizli güçler, AP’nin yardımıyla Konya olaylarını, Kanlı Pazarları, Kırıkhanları yarattılar. Bence her şeyden önce AP yönetiminin başını, kurduğu bu örgütler yemiştir.

İPEKÇİ — Peki, solun savaşında şiddet metotlarına başvurulmasını uygun buluyor musun?

YAŞAR KEMAL — Şiddet zor yoldur. Her ne kadar kolay ve düz görünüyorsa da, şiddet her zaman dolambaçlı, güç bir yoldur. İnsan mecbur kalmadıkça şiddete başvurmaz. Şiddet çaresizliktir. Hemen hemen kuruluşundan bu yana İşçi Partisi içindeyim, şu on yıldır Türkiyede İşçi Partililerin, sosyalistlerin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi. İşçi Partililer inanılmaz bir baskıya, zulüm altında yaşamaya mecbur tutuldular. İşçi Partilileri dövdüler, öldürdüler, işlerinden ettiler. Böylesine bir baskıya, zulme maruz bırakılmış insanlar elbette buna karşı koyacaklardı, koymalıydılar. Benim kanım şu ki, şiddeti doğuran şiddettir. Biz çok gayret ettik. Daha yeni filizlenen sol, şiddete başvurmasın istedik. Demokratik yollardan emekçilere biz bilinç götürürken, şiddetle karşılaşmayalım istedik. Anayasa, bizim emekçilere gitmemize, onlara sınıf bilinci götürmemize, örgütlenmemize izin veriyordu. Anayasanın tamı tamına uygulanmasını istedik. Yöneticilerin şiddete başvurmamaları istemekten dilimizde tüy bitti. Biz şiddetin şiddet doğuracağını biliyorduk. Ben bugünkü solun yersel bazı şiddet hareketlerini bir savunma sayıyorum, hem de en meşru bir savunma.

İPEKÇİ — Yani meşru yoldan mücadele etmek imkanları açık tutulsaydı, şiddet metotları...

YAŞAR KEMAL — Zannetmiyorum, olmayacaktı... Ben buna inanmıyorum ve partinin içinde olduğum için inanmıyorum.

İPEKÇİ — Şimdi Aybar yeni bir parti kurma hazırlıkları içinde görülüyor.

YAŞAR KEMAL — Ben Aybara güveniyorum. Aybar gerçek bir sosyalist. Aybar bizim politikacılarımız arasında kendi kişiliğine ve düşüncelerine saygı duymuş bir yiğit adam. Bizim çağımızda bağımsız düşünmek, bir düşüncenin kutsallığına kendini adamak, gerekirse kendi üstüne, kendi hataları üstüne yürümek güç bir iş. Aybar kendi hatalarımız üstüne yürümüş bir insan. Bir sosyalistin işi, dünyayı temelinden değiştirmektir. Değiştirip de ne olacak? Dünyayı ne için değiştireceğiz? İnsanları daha çok mutlu kılmak için. Aybarla bu düşünceyi sonuna kadar paylaşıyorum. Hiçbir taviz vermeden... O düşünce de şu: İnsan sosyalizm için değildir. Sosyalizm insan içindir. Eğer sosyalizm, insanları eşit kılmıyorsa, mutlu yapmayacaksa, ki bu mümkün değildir, başka yollar aramamız gerekir. Yahut da sosyalizmin uygulanmasında bir yanlışlık var, kendi üstümüze yürüyerek bu yanlışlarımızı düzeltmeliyiz, gözyaşlarımıza bakmayarak. Savaşlarımızda tek amacımız, insan soyunun mutluluğu olmalıdır. Sosyalizm bir mutluluk aracı olmayacaksa ne yapayım ben o sosyalizmi. Sosyalist düşünce bilimsel bir gerçektir. İnsanları mutlu yapmaması için hiçbir sebep yoktur.

İPEKÇİ — Sosyalist anlayışınız nedir?

YAŞAR KEMAL — Sosyalizm yaşayan bir şeydir, ölü değil. Her an hayatla tay gitmesi gereken bir düzendir. Her an yenilenen doğada, insan toplumları da her an yenilenir, değişir. Evren sonsuz çelişkilerden ibarettir. En büyük çelişki, sömürenlerle sömürülen sınıf arasındadır. Çelişkiler her zaman niteliklerini değiştirecektir. Ana çelişkiler güçlerini uzun sürelerde koruyabilirler. Ama onların da nitelikleri değişir. Bunun için bugünkü değişik dünyamızda bir model sosyalizmin, bir tek modelin olabileceğine inanmıyorum. Bir tek model sosyalizmi kabul etmek, Marksist düşünceye, diyalektiğe aykırıdır. Marksist düşüncenin en yetkili bir adamı saydığım Lenin, devrimi yaptıktan sonra, ya da devrime hazırlanırken kendi modelini yaratmaya uğraştı. Bütün gerçek büyük sosyalistlerin kurdukları sosyalizm kendi yurt gerçeklerinden, koşullarından doğmuştur. Sosyalizm modelini, çağın sosyal, ekonomik, coğrafik, kültürel koşulları yaratır. Türkiyenin sosyalizmi, Türkiyenin tarihi, kültürel, ekonomik, sosyal, coğrafik koşullarından doğacaktır. Sosyalizm durgun, ölü, ölecek bir düzen olsaydı her an yaşayan, her an yaratılan, her an yaratan bir düzen olmasaydı, ehh, belki de onun için bir tek model icat etmek olanağını bulabilirdik. Eğer dünyamız bir elden çıkmışçasına inişsiz, çıkışsız, düzenli, her yanı biribirine benzer bir dünya olsaydı, sosyalizmin belki bir tek modeli olabilirdi. Bu kadar karmaşık, bu kadar çelişkilerle dolu bir dünyada bir model sosyalizm olabileceğine inanmak, diyalektikten haberi olmamak demektir. Burjuva düzenlerinin aşağı yukarı bir modelleri vardır. Çünkü burjuva düzenleri, doğaya karşı, diyalektiğe karşı kurulmuş ölücü kuruluşlardır. Yaşayan sosyalizmi de bir model kabul edemeyiz. Onun için her memleket kendi sosyalizmini öbür kuruluşların deneylerinden de faydalanarak kendisi kuracaktır.

İPEKÇİ — Sosyalizmde bir model kabul etmediğine göre, Türkiye sosyalizmi için şimdiden bir biçim düşünüyor musun, ya da düşünülüyor mu?

YAŞAR KEMAL — Uzun süreli bir iştir. Bir memleketin sosyalizmini bütünüyle o memleketin koşulları, o memleketin düşünürleri, o memleketin emekçileri kurarlar. Kendine özgü sosyalizmin yaratılması uzun süreli bir çabanın sonucunda olacaktır.

İPEKÇİ — Yönetimi ele geçirdikten sonra mı Türkiye sosyalizmi kurulacaktır diyorsun?

YAŞAR KEMAL — Hayır. Şimdiden düşünülüyor tabii. Şimdiden oluşmaya başlıyor Türkiye sosyalizmi.

İPEKÇİ — Şu halde bunun için önemli olan birikim midir?

YAŞAR KEMAL — Evet, birikim. Nasıl emekçi sınıfının bilinçlenmesi bir birikim sonunda olursa, özgü sosyalizmler de birikimler sonucunda, büyük çabalarla oluşacaktır. Emekçiyi bilinçlendirme birikimi nasıl sosyalizme geçmek için kesin bir araçsa, kendine özgü sosyalizmi yaratmak da ona bağlı bir birikim sonucu olacaktır.

İPEKÇİ — Senin edebiyatta yapmak istediğin de bu birikime hizmettir denebilir mi?

YAŞAR KEMAL — Odur. Öyle düşünüyorum. Emekçileri bilinçlendirmek için uzun yıllardan bu yana emekçiler arasında bulunuyorum. Politika yapan bir adamım. Sanatım da buna bağlıdır. Onun da bilinçlendirmeye yararı olmasını, hem de çok yararı olmasını isterim. Sosyalizm benim için insanları bütün yabancılardan arıtıp bütün yozlaşmalardan kurtarıp kendi özüne kavuşturmaktır. İnsanın bir tek mi özü var? İnsanın özü nedir? Belalı bir soru. Bana öyle geliyor ki, insanın özü, onun yaratıcılığıdır. Ortaya gerçek, sağlam bir insan tarifi koyabiliriz bu yoldan giderek: İnsan, yaratıcı bir mahluktur. Gene yukarıda söylemiştim. Evrende iki sonsuz doğurgan yaratıcı güç vardır. Biri insan, öbürü doğa. İnsan, yaratıcılığını yitirdiği gün, doğa yaratıcılığını bitirdiği gün her şey bitecektir. Doğa da insan da yok olacaklardır. Biz, sosyalistler olarak insanları yitirmiş oldukları yaratıcılıklarına kavuşturmak amacındayız. Yeryüzünde en büyük çabamız budur. Çünkü sömürgenlerin ilk ve başlıca işleri insanları kişiliklerinden sıyırmak olmuştur.

İPEKÇİ — Son olarak bir soru sorayım Yaşar. Genel olarak tartışması yapılan bir sorun var. Sosyalist bir iktidarın kurulması şiddet yoluyla mı olmalıdır, oy yoluyla mı olmalıdır? Bu tabii çok şematik bir...

YAŞAR KEMAL — Birikim yoluyla olmalıdır. Şimdi şudur; bizim Türkiyedeki birtakım sosyalistlerin de hataları bu. Kimisi diyor ki, ben oyla gelirim. Elbette en güzel şey, en makbul şey, proletaryanın halkın oyu ile iktidara gelmesidir. Bundan daha ideal bir şey düşünülemez. Yalnız ben ille de oyla gelirim diye kaideler koymak yanlıştır, sosyalizme karşıdır. Ben ille şiddet yoluyla gelirim demek de sosyalist düşünceye karşıt olmak demektir. Kaide konamaz. İlle ben gerilla yoluyla gelirim, dağdan inerim, Ankarayı işgal ederim, yanlış bir düşüncedir. Marksizme karşıdır. O zaman nedir? O zaman birikim sağlayacağım ben. İşçi, emekçi bilinçlenecek ve örgütlenecek. Örgütlendiği zaman oyla gelir, oyla gelemezse öyle bir koşul doğar ki, öyle gelir. Belki de helikopterle gelir!

Şimdi arkadaş, edebiyata gelince; biraz evvel dedim ki, bizim işimiz kendi özüne kavuşturmak insanoğlunu. Ha, edebiyatın bunda büyük büyük faydası vardır. Mesela ben Türk aydınlarından çoğunun iyi niyetine rağmen sosyalizme yardımcı olacağına inanmıyorum. 200 yıldır Türk aydını Batının maymunluğunu yapmıştır. Taklit etmiştir Batıyı... Maymun, yaratıcı değildir. İnsana benzer ama, yaratıcı değildir. Türk burjuva aydınları da 200 yıldır Batının maymunluğunu yaptığı için 200 yıl insana bir yardımı olmamıştır.

İPEKÇİ — Sen maymun olmak istemiyorsun?

YAŞAR KEMAL — Evet! Maymunlara karşı dövüşen adam maymun olur mu canım? 200 yıldır insan soyuna hiçbir şey katmamış, çok az şey katmış yahut da, ne bileyim ben, karıncanın sidiğini denize yaptığı gibi bir şey yapmış. Buna da fayda denmez. Şimdi 200 sene sonra kendi özümüze dönelim, kendi sosyalizmimizi, gerçek sosyalizmi kuralım derken, bunlar karşımıza geçerler bizim. Bu sefer bunlar kendilerine model ararlar.

İPEKÇİ — Bunlar dediğin kim?

YAŞAR KEMAL — Aydınlar. Birtakım aydınlar model ararlar. Ya Sovyetler Birliği modelini ararlar, ya Çin modelini ararlar. Halbuki Leninin bütün çabası, kendi modelini yaratma çabası olmuştur.

İPEKÇİ — Allende’yi böyle kabul eder misin?

YAŞAR KEMAL — Allende benim için ideal. Ve dünyadaki bütün sosyalistlerin yüreğine su serpti. Çünkü bir iddia vardı ki, Marksizme karşı bir iddiadır bu, “Marksistler iktidara oyla gelemezler,” derler. Şimdi bu tecrübede Allende, sonunda yenilse bile, “oyla gelemez” düşüncesinin yanlış olduğunu göstermesi bakımından büyük bir iş yapmıştır. Yüreğime su serpti. “Oyla gelemez.” Ne demek oyla gelemez? Gelir. Göbek ata ata gelir işte. Oyla da gelir, şiddetle de gelir, bilmediğimiz türlü yollardan gelebilir. Yeter ki, bir birikim olsun, yeter ki, bilinç birikimi olsun, yeter ki, örgüt birikimi olsun. Yeter ki, kendi modelini yaratma birikimi ve çalışması olsun. Şimdi benim edebiyatta yaptığım şey, edebiyatçı olarak, bununla tay giden bir hikayedir. Ben sanatçı olarak elimden geldiğince kendi kendime, kendi değerlerimize karşı yabancılaşmamaya çalıştım. Bilinçli olarak kendi gerçeklerimize, kendi insani değerlerimize, kendi kendine sadık kalmaya çalıştım. Sanatımı memleketimin koşullarından, kişiliğinden, renginden ayırmamaya gayret ettim. Her insanın bir yoğurt yiyişi var. Her milletin de... Sosyalist insan yeni bir insandır. Sosyalist sanatçı yeni bir sanatçıdır. Bu kendimize dönüşte, roman sanatında birtakım kaynaklara başvurmak zorunluluğunu duydum. Dünyanın büyük ustalarından yararlanmak, onlara çıraklık etmek olağandır. Stendhal’den, Balzac’tan, Tolstoydan, Dostoyevskiden, Faulkner’dan faydalanmak olağandır. Dünyanın bütün kültür değerlerine başvurmak zorundayız. Dünyada tek başımıza yaşamıyoruz. Amma temel, kendimiz olacağız. Kendi kültür değerlerimiz ile yetiştikten, büyüdükten, kaynaştıktan sonra elbette dünya kültürüne başvuracağız, dünya kültür değerlerinden faydalanacağız. Yalnız, kendi kültür değerlerine sırt çevirmiş bir kimse hiçbir zaman dünya kültür değerlerinden faydalanamaz. Bir Türk romancısı, bir halk hikayecisi Köroğlunu nasıl anlatır bilmiyorsa, bir masalcının ustalığına varmamışsa, Dede Korkutu okumamışsa, Yunusu ezberlememişse, Karacaoğlanı, Pir Sultanı yüreğinin derinliğinde duyamamışsa, onun bir Homerosu anlayabileceğini sanmıyorum. Bir Kafka’ya, Bir Çehova, bir James Joyce’a varabileceğine inanamıyorum.

İPEKÇİ — Gene politikaya dönelim mi?

YAŞAR KEMAL — Dönelim.

İPEKÇİ — Sosyalist yönetimin kurulması şiddet yoluyla mı, yoksa oy yoluyla mı olmalıdır?

YAŞAR KEMAL — Bence böyle bir sual sorulmamalı bile. İlle de oy yoluyla gelirim diye bir kaide koymak sosyalizme aykırıdır. İlle de şiddet yoluyla gelirim, o da aykırıdır. Mesele, birikim meselesidir. Emekçiyi bilinçlemek, örgütlemek, onda yönetime el koyacak birikimi gerçekleştirmek. İşte bütün mesele bu. Geleceğin koşulları bilinmez ki, yönetime nasıl geleceği bilinsin. Tahminler yapılabilir ve bu tahminler her zaman doğru çıkmayabilir de.

İPEKÇİ — İktidara gelmek için senin hiçbir tahminin yok mu?

YAŞAR KEMAL — Ben Türkiyede işçi kadar köylünün de gücüne güveniyorum. Devrimci yeteneğine inanıyorum. Ekonomik denge bozulduğunda, köylü bugünkü durumundan aşağı bir yere indiğinde Türkiyede devrim gerçekleşebilir. Köylünün bugün bulunduğu durumdan aşağılara inmesi gün meselesidir, bugünkü gidiş, köylüyü şimdiki ekonomik düzeyinde tutamaz.

İPEKÇİ — Söz sözü açtı, unuttuk. TİP’ten neden ayrıldığını söylemedin.

YAŞAR KEMAL — Basit bir gerçek. TİP niteliğini yitirdi. Bürokratların eline geçti. Emekçilerden koptu. Bir aydınlar kulübü oldu. Emekçilerden yana bir insan olarak TİP’te daha uzun bir süre kalamazdım. Yolcu yolunda gerek. Ben kendi yoluma, onlar kendi yoluna.

İPEKÇİ — Teşekkür ederim.


Kaynak: yasarkemal.net
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54

Yaşar Kemal demek


Yaşar Kemal denince, aklıma hep hayatımın en heyecanlı anlarından birisi geliyor. İlkokul yıllarımda, çok kitap okuyan bir kız vardı. Ve o kız, hayatımda ilk aşık olduğum kişiydi. O zamanlar çok utangaç bir çocuk olduğum için, bir türlü cesaret edip ona merhaba diyemedim. Baktım böyle olmayacak, bir arkadaşımın aracığıyla ondan kitap istedim. Kız bir gün sonra, Yaşar Kemal'in "Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca" adlı kitabıyla geldi yanıma. Bu bahaneyle hem kızla tanışmıştım hem de Yaşar Kemal'le. Yaşar Kemal'le tanışmam, böyle çok özel bir ana denk gelmişti. Onu tanımak; savaşlara lanet etmek demek, onu tanımak insanı, doğayı, diğer canlıları sevmek demek, onu tanımak zulme, adaletsizliğe karşı gelmek demek, onu tanımak barışa el uzatıp umudun peşinden koşmak demek.

Yaşar Kemal'i tanımak, böyle bir şey işte. Bugün kalem yolunu seçmişsem, şüpahesiz onun duruşunun etkisi çok büyüktür. İyi ki bu ülkeden Yaşar Kemal gibi güzel insanlar gelip geçti. İyi ki silahların yerine kalemi ellerine alıp mücadele ettiler. O ve onun gibileri olmasaydı, silahların gölgesi her tarafı kaplayıp, umuda, barışa, güzel günlere inanan insanlar yok denecek kadar az olacaktı. Yaşar Kemal gibi değerli şahsiyetlerin yolu, kesinlikle bir bayrak yarışı olup elden ele geçmeli. Bu bayrak elden ele geçip çoğaldıkça, düşlediğimiz ülke ve dünya düzeni kurulmaya başlanacak.

Çocuklarımız ne dağlarda vurulacak, ne de tenha yerlerde kirletilip hayatları söndürülecek. Bundan daha güzel bir yarış mı olur söyler misiniz? Onların duruşları, düşünceleri hayatım boyunca hep rehberim olacaklar. Ve onların eserlerinden ellerime gelen bayrağı, başka ellere ulaştırmak için sonuna kadar mücadele edeceğim. Karanlığın bayrağını her tarafa yaymış olabilirler ama umudun bayrağı, bir gün mutlaka geçecektir onu. Binlerce kez selam olsun bayrağına Yaşar Kemal, binlerce kez selam olsun seni doğuran anaya ve binlerce kez Allah'ın rahmeti üzerine olsun.

Sinan Kurt

28.02.15 İstanbul
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Tekin Sönmez’in Yaşar Kemal’le Uzun Bir Söyleşisi

Sanat çalışmalarına Çukurova yöresinde folklor derleme ve araştırmalarıyla başladığın biliniyor Yaşar Kemal. Bunun öncesi ve sonrasıyla ilgili bilgiler vermeni isteyeceğim ilkin.

B7UiWPkCAAI03HR.jpg

Tekin Sönmez’in Yaşar Kemal’le Uzun Bir Söyleşisi
29.5.1978


Daha okur yazar olmadan işe şiirle başladım, Karacaoğlan gibi olma niyetiyle olacak. Sonra okula gittim, ilkokulda yaşlı halk şairleriyle çakıştığımı anımsıyorum. Daha Kadirlide bu günleri anımsayanlar var. Gene benim ilkokul arkadaşım Aşık Mecit vardı, ikimiz ilkokulun son sınıfındaydık. O çok güzel saz çalardı, bense berbat. Benim saz çalamamamın sebebi var, anam aşık olacağım da diyar diyar dolaşacağım diye saza, aşıklığa düşman olmuştu. Onun tek çocuğuydum ve gözünden ayırmıyordu beni. Okulda, düğünlerde bayramlarda beni hep Aşık Mecitle çakıştırırlardı. Aşık Mecitle Kadirlide bir kahvede bir gece sabaha kadar çakıştığımı şimdi iyice anımsıyorum.

Bu konuda biraz daha söyleşelim.

Kadirlideydim, beni bir eve çağırdılar. Elbistanlı Aşık Rahmi gelmiş, diye... Eve gittim, ev kalabalıktı. Ocağın yanında uzun boylu, kırçıl sakallı yakışıklı bir adam saz çalıyordu. Ben içeriye girince adam sazı, türküyü kesti. “İşte bu, bizim aşığımız da,” dediler beni eve getirenler. Aşık Rahmi ayağa kalkıp elimden tuttu, beni yanına oturttu, “hoş geldin aşığım, hoş geldin ustam,” dedi. Ben çok sıkılıyordum. On bir yaşında olacağım. Bunu anlamış Aşık Rahmi, beni okşar gibi sözler ediyordu. Bir de benim üstüme çok güzel bir türkü söyledi. Sonra sazını bana uzattı. “İstemem,” dedim. “Ben sazsız söylerim, anam saz çalmamı istemiyor,” dedim. Sonra geceyarısına kadar Aşık Rahmi ile atıştık. Benim sazımı da o çalıyordu. Geceyarısına doğru sazını kesti, ayağa kalktı, beni de kaldırdı, beni alnımdan öptü. “Benim köyüme gel, aşık kardeş,” dedi sonra da. “Sana ben saz öğretirim. Sana eski aşıklardan da türkü, türkülü hikaye öğretirim. Köroğlunu, Mayıl Beyi, Öksüzoğlanı öğretirim, saz da öğretirim. Eski aşıkları yutmayan, hazmetmeyen kolay kolay iyi bir aşık olamaz. Sen bunları bellersen, şu koca Anadolu, Urum, Şam, senden söz eder. Namın yayılır gider diyar diyar.” Sonra Aşık Rahminin kasabadan ayrıldıktan sonra bana dağlardan birkaç ay sonra dut ağacından değerli, sesi güzel bir cura gönderdiğini anımsıyorum. İlkokulu bitirir bitirmez ben ona gidecek, Aşık Rahminin çırağı olacaktım. Gidemedim, Aşık Rahmi yerine Adanaya ortaokula gittim. O zamanlar bizim Bozdoğan, Kadirli, Kozan Türkmeni okumaya önem veriyordu. Onun için Adanaya gittim. Yoksa şimdi, belki de elimde saz, şu anda bir kasabada köyde Köroğlu anlatıyor olurdum, olmadı işte. Arada sırada Aşık Rahmiye çıraklığa gitmediğime bir pişmanlık duyuyorum ki...

Doğaçtan şiir söyleme dönemi ne kadar sürdü? O günlerden belleğinde kalan şiir örnekleri verir misin?

Bu doğaçtan şiir söyleme huyum ne zaman bitti, şimdi hiç anımsayamıyorum. Söylediğim eski şiirlerden de aklımda hiç kalmamış. Sonra Aşık Mecit öldü. Daha doğrusu ben onun çırağı gibi bir şeydim. Ortaokuldan ayrıldıktan sonradır ki folklor derlemelerine başladım ve Adana Halkevi ilk kitabım Ağıtları 1943 yılında yayınladı. O ağıtları 1940-1941 yılları arasında Çukurovadan ve Toroslardan derlemiştim.

Peki, böyle bir kaynaktan geliyorsun ya hikayelerinin romanlarının sözlü halk şiirimizle olan ilişkilerine geçelim.

İlk hikayem uzun bir hikaye olan Pis Hikaye. İkincisi Bebek. Bana öyle geliyor ki Bebekin yapısı bir halk şiiri yapısı. Yazış biçimimde de halk şiirinin kokusunu bulmak güç olmasa gerek. Bende sözlü halk edebiyatının arınmış, çok deneylerden geçmiş biçimini, yalınlığını bulabilirsiniz desem, epeyce övünmek olur. Sağlıklı; halkla, halkın diliyle büyük bir alışverişi olmadan çağımızda bir söz sanatçısı bence kolay yetişemez. Söz sanatı kadim zamanlardan beri büyük kitlelerin sanatı olmuştur, İlyadayı halk, ozanlarla birlikte oluşturmuştur.

Tekmil destanlar için söylenir mi bu?

Bütün büyük destanlar, yitmiş ya da bugün elimizde bulunanlar ozanlarla birlikte halkın malıdır. Destanların büyük ustaları halklardır.

Söz sanatlarının günümüzdeki durumu nasıl?

Destan anlatımı, büyük önemini çağımızda yitirdi. Yoksa destanlar, öteki söz sanatları biraz da insanlıktı. On dokuzuncu yüzyılda bile söz sanatları roman, şiir, tiyatro biraz insanlıktı.

Nedenleri...

Bugün insanlık bütün değerlerinden uzaklaştığı gibi söz sanatlarından da uzaklaştı. Halklardan uzaklaştıkça söz sanatları güzelliklerini yitirdiler. Geniş insanlıktan uzaklaşıp bir bölüğün malı oldukça söz sanatları etkisini yitirdi, kanını kuruttu, cansız kaldı. Sınırına girdiği bölüğün kalıbına girdi. İlyadayı anımsar mısın, bilmem, orada doğa betimlemeleri vardır.

İlyada, o dönem savaşlarının ve doğasının destanı.

O doğa betimlemeleri bir ozanın malı olmadığı gibi, bir kavmin, haydi ulus diyelim, bir ulusun, bir topluluğun da malı değildir. O betimlemeler tüm insanların malıdır.

Bizimkilere gelince...

Bizim halk şiirimizdeki, destanlarımızdaki betimlemeler de öyle, insan ve doğa betimlemeleri... İlyadanın, ondan önceki ya da sonraki epopelerin sağlamlığı köklülüğünden geliyor. Bizim türküler de, Yunus da, Pir Sultan, Karacaoğlan da öyle.

Senin romanlarına dönelim.

Benim romanlarımda bütün bunlardan kokular olmaması olanaksız. Bunca yapay edebiyat, söz denizinde yüzdükten sonra, halktan böylesine uzaklaştıktan sonra benim romanlarımda bu kokulardan azıcığı bile kalması, kalabilmiş olması benim büyük mutluluğum olurdu. Bana birtakım aydınlar (haa, bunların arasında hikaye, roman, şiir çırpıştıranlar da var) bana masalcı diyorlar, yermek için... Yermek için olmadığını bilsem, sözlerinde azıcık doğruluk payı olduğunu sansam sevincimden deliye dönerim, şu edebiyatta benim de azıcık tuzum varmış, derim. Ama o adamların ne aklına, ne sanat anlayışlarına, ne de sanatçı güçlerine güveniyorum. Benim için en büyük mutluluk o gür ve sağlam kaynaktan gelmiş olmam. Ama o gür ve sağlam kaynağa layık olabildim mi olamadım mı bilmiyorum. Bence çağımızda bu iş zor... Nereden gelirsen gel, halka varabilme talihine ulaşmak zor. Şu insanlık böyle olmasaydı, böyle sömürücü, baskıcı, böyle birçok değerini köreltmiş, şu televizyon, radyo, sinema varken neler neler yapılmazdı! Şu kapitalizm var ya, insanlığı bütün ittirmesine karşın insanlığı iğdiş etti. Salt televizyondan dolayı insanlık birçok değerine yeniden, hem de daha güzelleştirerek kavuşur, bir mutlu, görkemli çağ yaşardık ki, sormayın.

Söz sanatları mı tek başına...

Salt söz sanatlarından dolayı mı, diyeceksiniz, ya ne sanıyorsunuz, söz insanlıktır. Söz sanatlarının değerini yitirdiği dünyada insanlık insanlığının büyük bir kısmını, mutluluğunu yitirmiştir. İnsanlık, değerleriyle bir bütündür. Değerlerini yitirdikçe mutsuzluğu da büyür, inanılmaz bir karanlıkta kalır, güneşini yitirir.

Diyelim ki, söz sanatları senin kaynağın oluyor. Ya ötekiler?

Yapıtlarımda halk şiirinde, epopelerde olduğu gibi insan değerlerinden kopmamaya çalıştım. Bir yanım toplum, bir yanım doğa, bir yanım da insan değerlerine dayalı olsun istedim. Bu çağda şu dediğim üç öğeye dayanmak her babayiğidin kârı değil. Bunu, günümüze gelinceye kadar ancak söz sanatını halkla birlikte yapanlar becerebilmişlerdir. Benimki, öyle sanıyorum ki sadece bir iyi niyet olarak kaldı. Bana masalcı diyenler bu dediklerine inanıyorlarsa, o kadar akılları, yetenekleri varsa, hem de dedikleri doğruysa ben bu işi azıcık da olsa becermişim demektir. Nerdeee, çağımızın bir yazarında öyle bir güç! Öyle mutlu olacağım ki bir masalcı olmaktan... Sonsuz mutluluklar duyacağım... Masalcı gücüne erişebildiğime, o yüce yazarlık makamına kavuşabildiğime...

Neden masalcı olmak?

Yazar masalcılık gücüne ancak büyük halkların yüzyıllar süren katkısıyla varabilir, varabilmiş. İlyadayı, Gılgamışı, Tevratı yüzyıllar boyunca büyük ustalarla birlikte halklar pişirip kotarmıştır. Hitit heykelleri, Yunan, Asur, Sümer heykelleri de öyle... Benim türkülere, masallara, epopelere erişmek istemem salt bir çabadır. Halkın dehasına varabilmek kişinin işi değildir, ne kadar yetenekli de olsa kişi...

Halka, yakın olma işi mi bu biraz?

On dokuzuncu yüzyıl yazarları, sanatçıları halklara bizden daha yakınlardı da, öyle çıktılar ortaya Tolstoylar, Dostoyevskiler, Çehovlar...

Tolstoy, Dostoyevski, Çehov diyorsun. Ya tekmil sanatlar göz önüne alındığında tek bir ad söylemek istersen?

Yalnız Şarlonun çağımızdaki macerası olağanüstü bir maceradır. Yalnız, çağımızda bir tek kişi halkların büyük sanatına, eski masalcılara has bir biçimde varabilmiş, o mertebeye ulaşmıştır, o da Şarlodur.

Sana gelince...

— Bana gelince, beni yermek için de olsa “masalcı” deseler, ben haddimi bilirim, nerede durduğumun farkındayım. Yineleyeyim, benim halk masallarının, halk türkülerinin güzelliğine erişebilmem, onlardan yola çıkmam bir iyi niyet. Bana öyle geliyor ki, ben yolumu şaşırıp da ortaokula gidip bu tür sanatçılara karışacağıma, Aşık Rahmiye gidip onlara, halka karışsaydım, daha başarılı olurdum. Her zaman böyle düşünmüyorum ya, zaman zaman bir pişmanlıktır sarıyor beni. Burada bu aydınlar, aydın sanatçılar içinde insanlıkla, sanatçılıkla çok bağdaşmayan olaylarla, davranışlarla karşılaştım.

Peki Yaşar Kemal, konuyu değiştirelim istersen. “Osmanlı edebiyatının dışında kalan edebiyatımız göçebe, Yörük kültürünün edebiyatıdır” demiştin, bir gün bana. Ona dönelim istersen..

Uzun bir hikaye. Bizim temelimiz göçebeliktir. Günümüze kadar bile daha Anadoluda yerleşmiş değiliz. Ve göçebelik yerleşiklik kadar eskidir. Toprağa yerleşmişlerin ne kadar önemli, görkemli bir kültürleri varsa göçebelerin de öylesine önemli kültürleri vardır. Anadoluda bu iki kültür aşılanmıştır. Göçebe yerleşikle nasıl alışverişte bulunmuşsa ülkemizde kültür-dil alışverişinde de bulunmuştur. Bizim kültürümüz daha çok halk kültürüdür. Ancak o elimizde diri kalmıştır. Onun karşısındaki Osmanlı kültürü bir saray, bir azınlık kültürüdür, bugün bizi besleyen ana temel o değildir. Bizim kültürümüz bugün halktan kaynaklanıyor. Bu kültürün de temelinde göçebelik kültürü ağır basıyor. Ama Anadolunun kendine has bir kültür oluşumu var. Temelde Hitit, Yunan, Frig, Asur, Hurri, Urartu kalıntıları, sonra göçebeler, göçebeler... Sinanlar, Karacaoğlanlar, Yunuslar, Dadaloğlular, Nâzım Hikmetler... Dehşet bir karışım...

Türkçemizin, dilimizin zenginliği üzerine söyleşelim. Örneğin, tekkeler, yerleşik kültür ve göçebe kültür sentezinin dilimizle etkileşimi üzerine...

Göçebe sözlüdür, doğru, gene de Anadoluda bir ayrıcalık olmuştur. Cönkler sözlü edebiyata ayrı bir nitelik kazandırmıştır. Yunus, Dedem Korkut, yüzlerce şair, destancı zamanlarında değilse de, birçokları hemen sonra, yazıya geçmişlerdir. Bundan da tekkelerin büyük yararları olmuştur. Tekkeler yüzyıllarca Anadolunun kültür koruyuculuğunu yapmışlardır. Güzin Dinonun dediği gibi, bizim bir kolumuz Belhde Ahmed Yesevi tekkesinde, bir elimiz de Hacı Bektaştadır. Diri bir kültür kaynağıdır tekkeler. Yunus tam bir Anadoludur. Hem bir göçebe, hem de yerleşik Anadoludur. Tekkeler göçebeyle yerleşiğin buluştuğu, kaynaştığı yer olmuştur.

Ha, yazılı büyük bir edebiyatı var Anadolu halkının, bu bir. Cönklere geçmiştir Anadolu. Yani dünyada ayrı bir özellik gösteriyor Anadolu toprağı. Nedir? Bektaşi tekkeleri var. Tekkeler, büyük bir halk edebiyatı kaynaklığı yapmıştır. Büyük kitapları var tekkelerin. Ve Yunus Emre belki çağında, belki de yaşadığından yüz sene sonra, yazıya geçirilmiştir. Karacaoğlanı cönklerde buluyoruz. Bütün bizim edebiyatımızı, gazavatnameleri şunu bunu biz cönklerde buluyoruz. Bir kere, bir yazılı edebiyat teşekkül ediyor ki bu yazılı edebiyat, dilin zenginleşmesine, gelişmesine yardım ediyor bu bir. İkincisi, göçebe halkın, Anadolunun başka yere göre özelliğinin sebeplerinden birisi de göçebe halkın bir dili var. Bu dilde bir doğal zenginlik var. Çiçeklerin adları çok, bu dilde. Hayvan adları, hayvan hareketlerinin, hayvan seslerinin adları sonsuz zenginlikte. Şimdi bakın söyleyeyim. Bir deve. İşte biz deve diyoruz. Devenin bir yaşındakine de deve diyoruz, altı yaşındakine de deve der İstanbul insanı, deve yavrusu der en azından. Oysa, bir deve dört yaşına kadar yedi isim alıyor. Örneğin, hayvan sesleri üzerine ben İstanbullunun bir tanesinden duymadım: At sesi diyorlar, at sesi değil, at kişnemesidir. Öküz sesi değil, öküz böğürmesidir. Çakal sesi değil, çakal pavkırmasıdır. Şimdi hayvan ve doğaya ait çiçek, bulut, kuş, yağmur, yağmurun bir sürü, karın bir sürü adı var.

Biçim biçim. ‘Çıvgın’ diyoruz örneğin. Şimdi böyle zengin bir doğa, insan, hayvan adlarıyla, sözcükleriyle, zenginlikleriyle, deyimiyle, atasözüyle böyle bir kavim geliyor Anadoluya. Burda kimi buluyor? Yerleşik bir kültür buluyor. Onların da sözcükleri toprağa ait hepsi, yerleşik kültüre ait. Kapı var, evlek var, dönüm var, saban var. Anadoluda Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Çerkesler... Bir de tabii, kadim kültürlerden kalan sözcükler var gene. Bu yerleşik kültürde, Frikya, Mezopotamya burnunun ucunda, kadim Mısır burnunun ucunda. Böylesine karmaşık sözcüklerle büyük bir zenginlik göstermiş Türk halk dili. Bir: Edebiyatı var. İki: Yazılı edebiyatı var, Anadolu halkının. Üç: Dehşet bir hareket halinde Anadolu. Kervanlar geçiyor boyuna, o da dil zenginliğini yapıyor. Büyük uygarlıklar üstüne oturmuş, o kalıtla yerleşik bir halkla birleşerek kendi dilini aşılamış.

Somut olarak bunu dilimizde görebiliriz. Tarıma, toprağa, şehirlere ait olan sözcükler yerleşik Anadolu dillerinin sözcükleridir çoğunluk. Ya da onlardan bozulmuşlardır. Doğaya, hayvancılığa, konup göçmeye, bütün bunların içeriği üstüne olan sözcükler de göçebe halkın sözcükleridir. Türkçe, yerleşik Anadolu dillerinden aşılanmıştır. Bu iş üstünde araştırmalar yapılırsa Türkçenin niçin bu kadar zengin bir dil olduğu ortaya çıkar. Anadolu Türkçesinin demek istiyorum. Kültürümüzün bütününe de bu gözle bakabiliriz. Eğer halktan kopmasak, onunla, onun içinde yaşayabilsek çağımızda söz sanatlarına büyük katkılarımız olabilir. Dünya edebiyatını daha sağlıklı etkileyebiliriz. Nâzım Hikmet bu büyük gelişime en büyük kaynak, örnek olabilir.

Nâzım Hikmet diyorsun...

Nâzım Hikmetle konuştum: “Sen hapisanede büyük şair oldun,” dedim. “Yok,” dedi. “Ben hapisanede bu kadar uzun zaman kalmasaydım benim şiirim bambaşka olabilirdi. Daha ötelere götürebilirdim şiirimi,” dedi.

Neyse, uzun bir tartışma oldu. Ben onun biraz düşüncelerini kabul ettim, o benim bir miktar düşüncelerimi kabul etti. Fakat gerçek olan üstünde durduğumuz nokta, Nâzım Hikmetin bütün bu yetenekleri ve kültürüyle hapisaneye girip halk aşısı olmasındaydı. Halk aşısının şiirini Karacaoğlan, Pir Sultan, Dadaloğlu gibi örmesiydi. Halkla beraber, halk içinde örüyordu şiirini. Ve çalışması da Karacaoğlan çalışması gibi. Karacaoğlan türküsünü yapıyor, büyük kitlelere okuyor. Nâzım da şiirlerini yapıyor, bütün hapisaneye okuyordu. Yani yaşayışı da benziyordu, şiir çalışma biçimi de benziyordu. Onun için büyük halk şiirimizin, yani sözlü edebiyatımızın en büyük halkalarından biri oldu Nâzım Hikmet. Ve ilk hapise girip birkaç yıl yattıktan sonra,

Bedreddin gibi büyük bir destan çıktı. Şaheser bir destan çıktı.

“Edebiyat halkla birlikte yapılır” sözü senindir.

Öyle. Her toplum kendi koşullarınca dilini yaratır. Göçebe kültürü diyoruz. Göçebede hep taşınırlar sanat olmuştur. Göçebede kilim, halı, keçe, kıl kara çul... Bunlardaki sanat, güzellik erişilmezdir. Kültürü de içinde bulunduğumuz doğa ve devinim biçimimiz belirler, davranış biçimimiz belirler. Göçebe ayrı gökler ayrı ayrı topraklar, ayrı ayrı insanlardır. Bunlar o kültürü yapar, belirler... Ve göçebe hayvanlarıyla doğanın ortasında, gözündedir. Edebiyat halklarla birlikte yapılır derken, Homerosu, Yunusu, öteki büyük ustaları düşünmüştüm. Örneğin İlyadayı yalnız Homerosun yaratmadığını, Homerosların yarattığını, Homeroslarla birlikte büyük halk kitlelerinin bu işi yaptıklarını biliyordum.

Peki, Karacaoğlan...

Karacaoğlanı yapanın Karacaoğlan olduğunu, sonra Karacaoğlana kişi olarak yüzlerce Karacaoğlan selinin katıldığını da, bu sellerin de halktan kaynaklandığını da kesinlikle biliyordum. Bugün koşullar değişti ya, gene de halkın içinde, halkla birlik olmaktan başka çare yok. Sanat benim içindir diyen sanatçıya inanmayın. Sanat her zaman halk için olmuştur.

Epopenin işlevi...

Epope çağlar boyunca çağın gazetesi olmuştur. Ve bu gazetedeki sanatı da sanatçılar halkla birlikte oluşturmuşlardır. Yoksa halk onları, bu yapıda çamuru olmasaydı, kabul etmezdi çağlar boyunca. Bugün de sanatı halklarla birlikte oluşturmanın yolu bulunabilir.

Bulunabilir elbet...

Televizyon, radyo, sinema bu işi dünden daha iyi yapmanın olanakları... Ama gelin görün ki günümüzde her şey sömürücü, haksız bir sınıfın adına kullanılıyor, bu sınıf bizi, herkesi büyük halklardan koparıyor, sanatla birlikte bütün insanlık değerlerini yozlaştırıyor.

Osmanlı diliyle, edebiyat ilişkisine değinelim biraz da.

Bu dilin nüansları vardı, zengin nüanslı bir dildi bu; kavramları vardı, zengin kavramlı bir dildi bu. Ondan sonra, bu dilin atasözleri deyimleri vardı. Yani Osmanlı İmparatorluğuyla beraber bir Osmanlı kültür dili oluşmuştu. Osmanlı imparatorluğu çökmeye yüz tutarken, Milliyetçilik akımıyla birlikte bir Türkçeye doğru, yalın Türkçeye doğru gidildi. Gerçekte yalın Türkçe olmadı bu. Edebiyat dilinde Osmanlı deyimlerini, atasözlerini atınca, bir edebiyat dili olamayacak kadar zayıf bir dil kaldı ortada. Birtakım şanssız insanlar da bununla edebiyat yapmaya çalıştılar. Gerçekten büyük yeteneklerdi bunlar. Örneğin Faruk Nafiz benim için çok büyük bir yetenekti. Fakat o kadar zayıf bir dille yazıyordu ki... Hececilerin dilleri o kadar zayıftı ki. Bir Ömer Seyfettin’e bakın. Ömer Seyfettin’in dili bile artık bir edebiyat dili değil. Bugün, bu dille, hala edebiyat yapmaya çalışanlar var.

Yapay bir dilin tükenişi midir bu?

Osmanlı dilini yapan bir bölük. Bölükler her zaman ortadan silinebilirler. Ama Türk dilini yapan Anadolu halkı. Halklar ortadan silinmedikçe dillerinin silinmesi hemen hemen olanaksız. Osmanlı dili imparatorluğun yarattığı yapay bir dildi. İmparatorluk ortadan kalkınca o da ortadan kalktı. Türk dilini Anadolu halkı yaptı, Anadolu halkı sürüp gidiyor. Bugün Osmanlıca ölü bir dildir, ölü bir kültürdür Osmanlı kültürü. Elbette bu ölü kültürden, dilden de faydalanacağız. Sekiz yüzyıl bizi yöneten, bizden çıkan Osmanlının bizi etkilememiş olması olanaksız. Biz bugün yalın, katıksız bir Türkçeyle Türkiye insanını yazıyoruz.

Dilin evrimi, dilin zenginleşmesi açısından bir sentez gerekiyor mu diyorsun sen?

Şimdi biz, bölgesel dilin değil, biz Türk edebiyat dilinin kalıtımcısıyız, o dile olanaklar getirdik: Anadolu dilinden, büyük olanaklar getirdik. Nâzım Hikmetten başlayarak, bizim kuşağımız, edebiyat diline, sözlü edebiyattan, Anadolu halkından büyük olanaklar, büyük zenginlikler getirdi. Bizim kuşağımıza gelinceye kadar, bizim çapımızda okunan insan olmadı. Bir Orhan Kemal çapında, bir Fakir Baykurt çapında, bir Ahmed Arif çapında... Böyle bir kuşak olmadı Türk dilinde. Türk halkının bu kadar az okur-yazar olmasına karşın, Türk halkının bizi bu kadar okuması, olağanüstü bir şey. Türk halkının bu kadar çok roman, edebiyat okuması şaşılacak bir şey. Neden? Halkın dilini yazıyoruz ve yeni bir dil yazıyoruz. Örneğin benim dilim, Çukurovanın dili değildir. Çukurovanın dilinden faydalanmış bir dildir. Örneğin Demirciler Çarşısındaki dili ben yaptım, kimse yapmadı. Bir yazarın dilidir o, edebiyat dilidir, yazın dilidir o, Çukurova Türkmeninin dili değildir. Çukurova Türkmeninin dilinden faydalanılmış bir dildir o. Başka nereden faydalanılmış, Türk edebiyat dilinden de.

Kişiliği olan bir yazar kendi dilini yapar. Yoksa, Çukurova dilini alıp yazmışsın, o mesele değil. O taklittir, mekanik bir şeydir. Yazar dil yaratır. Başka çaresi yok, bir senteze varacaksın. Yani biz romancı olarak da buna parmak basmak zorundayız.

Halk edebiyatımızın dilini sağlıklı bir kaynak olarak görüyorsun.

Halk edebiyatının dilinde ölüm değil, hastalık bile yok. Bugünkü edebiyatımızda halk edebiyatımızın dili var. Bu dil aşılamayacak demek yanlış olur. En son aşamada bile bizim kaynağımız, ne kadar uzakta kalırsa, halk edebiyatımızın dili olacaktır. Diller yozlaşmadan yollarından sapmazlar. Uzun, düz bir çizgi üstünde gelişerek giderler. Bizim dilimiz en büyük aşıyı Anadolu yerlileriyle karışınca almıştır, ama gene yolunu şaşırmamış, üstelik bu aşıyla zenginleşmiştir.

Bugün Osmanlıcayla roman yazılır mı?

Bugün Osmanlıcayla roman yazılır mı, niye yazılmasın? İsteyen eski Yunancayla da roman yazabilir. Bizde bir kısım yazarlar, eski Osmanlıcayla, daha doğrusu son yılların Osmanlıcasıyla romanlar, şiirler yazıyorlar, eh, pekala da bir şeylere benziyor yazdıkları. Bunlar hünerli kişilerdir. Böylesi bir sanat göstermelik bir sanat olabilir. Ölmüş bir dille yazmak hünerini gösterenleri alkışlayabiliriz. Kaldı ki bugün Türkiyede bunların birçoğunu da alkışlıyoruz. Böyle bir hüner az bir şey mi, saygı duymamak elde mi bu ölmüş dille yazanlara? Bunlardan, son Osmanlıcayla yazı yazanlardan bir romancı vardı, adı Abdülhalk Şinasi Hisar, uzmanların dediklerine göre Osmanlıca, Fransızca kırması bir dille yazarmış romanlarını, yazılarını. Bu adamı yıllarca bizim aydınlarımız baş tacı etmediler mi? Sait Faik, Hisarı okuyorum diye bana o kadar öfkelendi ki, bir on beş gün benim yüzüme bakmadı.

Ya senin durumun?

Tükenen bir çağı yazıyorum, değişen insanla birlikte. Değişen bir dille de yazma çabasındayım. Değişimin acısı, sancısı, yok oluşun yeni patlamalarıyla birlikte... Seyretmiş değil, ülkemin insanlarını yaşamış bir kişiyim, dilini de, doğasını da... Ülkemiz dehşet bir değişme süreci içinde... Bunu gözden kaçıramayız. Sanatçı biraz da güncelin adamıdır. Ülkemizin en güncel sorunu bugünlerde sonsuz bir değişmede olma sorunudur.

Göçebe Türkmen toplumu ile Osmanlının ilişkisini söyleşelim.

Göçebe Türkmen toplumu Osmanlı İmparatorluğunu kurandır. Osmanlı ondan çıkmıştır, ama o olmamıştır. Olamazdı da... Osmanlı sarayı herhalde Türkmenlerden daha çok Bizanstı. Bu da araştırma isteyen bir konu. Belki de yanılmışımdır, belki de Osmanlı has Türkmendir. Elimizde araştırmalar yok ki... Bana Osmanlı daha çok Bizans gibi geliyor. Bizans yaşasaydı, tıpkı Osmanlı niteliklerini göstermez miydi acaba? Yani Osmanlı kadar Türkmen olamaz mıydı, Anadoluya bu kadar çok Türkmen gelmişken... Bilemiyorum. Başımdan büyük de işe kalkışmak istemem.

Peki ya Türkmenlerin iskânı konusu...

Osmanlının Anadolu göçebe halkını yerleştirmesi, taa on altıncı yüzyıldan bu yana Osmanlı politikasının bir yanıydı. Çünkü çok menfaatineydi. Fakat gücü yetmiyordu. Şimdi niye yerleştirmek istiyor. Osmanlı bunları: l- Asker alacak. 2- Vergi alacak. 3- Zaptu rapta alacak. 4- Örneğin Çukurovayı ele alalım. Anadoluyu, aşağıdan gelen istilalara karşı, ordulara karşı (ki Mehmet Ali Paşa deneyimini geçirmiş Osmanlı. İbrahim Paşa önünde hiç kimseyi göremeyince, ta Kütahyaya kadar ilerlemiş) kalkan olarak kullanacak. Şimdi bir halk kalkan olmaya karşı koyarsa, bir halk sömürüye karşı koyuyorsa, bir halk dokuz yıl on yıl asker olmaya karşı çıkıyorsa, bu gericilik değildir. Dadaloğlu başkaldırmanın şairidir. İlericilik gericilik olarak da düşünülmez bu. Türkmenin düzenini bozmaya kalktığın zaman başkaldırıyor. Bu gerici başkaldırma değil, dışardan müdahaleye başkaldırmadır. Onun için bunun şairi eğer başkaldırıcı şair oluyorsa, insanlığın başkaldıran şairidir. Çağlar tutuyorsa bunu, şimdi, Ferman padişahın, dağlar bizimdir sözü, bugüne de cevap veriyorsa, bugünün de şairidir. Pir Sultan ölür, dirilir diyorsa, bir başkaldırı adımının ebediliğini türküsünde söylüyorsa ve bu çağda delikanlımız Taksim meydanında bağırıyorsa, “birimiz ölüp, birimiz diriliriz” diyorsa, Pir Sultan buna cevap veriyorsa, o bu çağın şairidir.

Romanlarındaki bazı tipler, tükenip gidenleri mi yansıtıyor?

Öleni ve doğanı... Ölenin ve doğanın arasındayım.

“Doğanın ve ölenin arasındayım” diyorsun ya, doğayı da öldürüyorlar...

Doğa öldürülüyor. Bu bir sömürü düzeni sorunudur. İnsanoğlunun yaratıcılığını sömüren, her şeyini yok eden kapitalist sınıf elbette doğayı da onunla birlikte sömürüp yok edecekti. Şimdi kapitalist sınıf doğayı sömürüp insanlık gibi ediyor. Nasıl insanlığın bütün değerlerini yıkıma uğratmışsa, doğasını da ona benzetecekti. Yıkım bir bütündür, sömürü bir bütündür. İnsanlığı yıkıma uğratan kapitalist sınıf bizi yaratan doğanın da gözünün yaşına bakmayacaktır. Öyle de oldu. Ben romanlarımda bu iki korkunç yıkıma, sömürüye karşı çıkmak istiyorum. Bu iki korkunç ölümü, yıkımı ta yüreğimin başında duyuyorum.

Sen buna tanık oldun.

Ben Adanada buna tanıklık ettim... İki yok oluş beş aşağı beş yukarı aynı günlerde de oldu. Başkası da olamaz. Bu bir ekonomik oluşumdur.

Bu değişen çevreyi ve bu tipleri de biliyorsun.

Nedir bu tipler? Hangi çerçevenin içinde? Büyük bir savaşımın içinde Çukurova insanı. Ve bu ekonomik savaşımın içinde, bu doğa parçası üstünde, bütünüyle bir dünyayı romanda yaratmadan insan eksik kalıyor. Elbette romancının işi, insan psikolojisinin en derinine varmaktır. İnsan psikolojisi de sonsuzdur. Tolstoyda bitmez. Homerosta bitmediği gibi, Çehovda bitmez, Charlie Chaplin’de bitmediği gibi. Sonsuz aşamalar vardır insan psikolojisinde, onu da sanatçı yaratır. Sonsuz bulgular olacak. Nasıl dünyada her yeni şeyi keşfediyorsak, doğayı yeniden keşfediyoruz, atomlarıyla, uranyumlarıyla, bilmem neleriyle daha kim bilir, bizim doğada bilmediğimiz ne büyük olanaklar var. İnsan psikolojisinde de sonsuz olanaklar var. Ama bu psikolojiyi doğru saptayabilmek için, o çerçeveyi çok çok iyi bilmek gerek.

Değişimden önceki doğayı da iyi biliyorsun sen.

Şöyle bir doğa parçası, çok somut söyleyebilirim: Binlerce dönümlük kamış, göz alabildiğince. Binlerce dönümlük karaçalılık. Çukurovanın içinde dokuz, on tane büyük göl kadar bataklık. Bataklıkta sazlıklar. Ve bataklıkta pembe pelikanından tut, bir kuş meşheri. Kazı, ördeği, göçmen kuşlarıyla... Sonsuz... Kartallar doluydu Çukurovada...

Kartallar bütün Çukurovayı yemek için oraya yığılışıyorlar. Kuşlarıyla, Toroslarıyla, keklikleriyle bilmem neleriyle. Örneğin Çukurovaya binlerce ceylan geliyordu güneyden. Adana yakınına kadar ceylan gelmiş... Hele bizim Osmaniye tarafları ağzına kadar. ‘Atı yeğin ceren kovar’ diye türküler var. Ve türkülere geçiyor cerenle insan ilişkisi. Şimdi bütün bu Çukurovanın feodal düzeni, örneğin (1950’lerde, kapitalist ilişkiler geldiği zaman) Akçasaz bataklığının kurumasını biliyorum. Herif vurdu eksberötürü, yemin ediyorum, üç ayda bir damla su bırakmadı. Akıttı Ceyhan ırmağına gitti. Bataklıklar, kamışlıklar kalmadı, hepsi tarla oldu. Traktörler gece sabahlara kadar kök söktü. Sular değişti, ağaçlar değişti. Şimdi sonuç ne biliyor musun, Çukurovada hiçbir böcek kalmadı, tarım ilaçlarını attılar, ne böcek, ne karınca kaldı. Apayrı bir yozlaşmış sinek türü çıktı. Ak sinek, beyaz sinek. Şimdi, sınıf değiştikçe doğa da birlikte değişir.

Romanlarında anlattığın ocaklar da vardı...

Binboğalar Efsanesindeki demirci ocağını söylemek istiyorsun herhalde. Ben ocakların sonuna yetiştim. Her hastalığın bir ocağı vardı. Birçok zenaatin de ocakları vardı. Örneğin yılancık ocağını biliyorum. Yılancık çıkaranlar ocağa giderler, orada hastalıklarını iyileştirmeye çalışırlardı. Bu yüzyıllardan bu yana o ailenin uzmanlığıydı. Son yıllara kadar Anadoluda dolaşan bir Kırlangıç Oğulları ocağı vardı. Bu ocaktan kişileri ben de tanıdım. Bunlar katarakt ameliyatı yaparlardı. Dini ocaklar tekkelerdir. Doğu Anadoluda destancı ocakları son yıllara kadar yaşamıştır. Müzik ocakları da vardı. Örneğin Aptal dedikleri davulcular da bir ocaktırlar... Çalgıcı ocaklarıdır bunlar. Bütün bu ocaklar kuşaktan kuşağa el vererekten gelişmişlerdir. Birinci kuşağın deneylerine ikinci kuşak kendi deneyimlerini katmıştır. İnsanlık böyle yaşamıştır, bugüne dek böyle gelmiştir. Günümüzde şair ocakları kalmadı sanıyorum. Babadan oğula geçen şairlik... Çukurovada böyle bir aile vardı, Tamdoğan ailesi... Dadaloğlu, Dadaloğlunun torunu Aşık Yusuf, Aşık Yusufun oğlu Aşık Hakkı... Aşık Hakkı da son... Sanırsam oğlunun birisi şimdi Adanada doktor...

Kapitalist ilişkiler içindeki makina, doğayı öldürüyor.

Makinayla doğayı öldürmek, ormanları sökmek, suları kurutmak, otları, böcekleri, hayvanları öldürmek daha kolay oldu. Feodal düzenin doğasıyla kapitalist düzenin doğası ayrı ayrı şeyler oldular. Feodal düzenin doğası daha az sömürülüyor, daha az öldürülüyordu. Kapitalist düzen makinaları, tarım ilaçlarıyla doğayı daha çabuk öldürüyor, değiştiriyor, daha çok sömürüyor, sömürdüğü işçi gibi ona da ancak yaşayacağı kadar bir şeyler veriyordu. İşçiye yaşayacağı kadar bir şeyler bırakmak zorunda olan kapitalist düzen, bunu da doğadan esirgiyor, doğayı salt hiçbir şey vermeden sömürüyordu. İşte dünyamız da böylesine bir ölüm, yıkım karşısında kaldı. Bu acı, benim romanlarımın ana konusu. Bundan başka da konuya el uzatacağımı sanmıyorum. Bu öldürülen dünya karşısında da salt ağıtçılık yapmak da istemiyorum.

Peki, ne yapmak istiyorsun Yaşar Kemal?

Savaşıma girmek istiyorum ya, Türkiyede iyi niyetli insanlar akılsızcasına bin parçaya bölünmüşler. Dünyada da en çok yurdumuzun doğası öldürülüyor. Çünkü dünyada da en çok sömürülen ülke yurdumuz. Yurdumuzu bütünüyle ölümden ve yıkımdan ancak sosyalistler kurtarabilirler. Uydurma sebeplerle de yurdumuzdaki sosyalist gücü bin parçaya ayıranların, bu ahmaklığı yapanların Allah bin belalarını versin. Bunu da içimde ölüm acısı gibi duyuyorum. Bu akılsız, bu sebepsiz bölünmelere akıl erdiremiyorum. Aralarındaki sözümona düşünce ayrılıkları en küçücük incir çekirdeğini bile doldurmaz. Bir gün bu küçük burjuva davranışlı sosyalistler arkalarına baktıklarında, bir yıkımla karşılaşacaklar... Kültürümüz ölmüş, doğamız ölmüş, insanımız yozlaşmış, yabancılaşmış... Ve aralarında incir çekirdeğini doldurmayan sözümona düşünceler... Ve ondan sonra biribirlerinin yüzüne, insanlığın yüzüne nasıl bakacaklar, çocuklarının yüzüne bakabilecekler mi? İşte bir gün bu insanları da yazmak isterim.

Başka neler yazacaksın?

Feodal düzenden kapitalist düzene geçerken olanı biteni, doğanın da sınıflarla birlikte değiştiğini Demircilerde yazdım. Demircilerin üçüncü cildinde de bu işte daha derine ineceğim sanıyorum.

Kırmızı Leylekte, bu daha iyi görülecek. İnsanoğlunun alınterini sömüren bir düzen, doğanın da gözünün yaşına bakmaz, doğayı da aynı biçimde sömürür ve yokluğa, ölüme mahkum eder.

Bu en büyük güncel bir sorunumuz...

Yeryüzünün bir tek güncel şeyi var şu anda, bütün insan soyunun büyük sorunu sömürü. İnsanoğlu insanoğlunu sömürüyor, bundan daha güncel bir şey olamaz. İkinci büyük güncel şey, insanoğlu doğayı da öldürüyor. İçinde yaşadığı, kendisini var eden doğayı bütünüyle öldürüyor. Doğayı öldürürken ne oluyor, bir gün delilikler romanı yazarsam şaşmayın. Hepsi deli insanlardan bir roman yazarsam şaşmayın. Çünkü doğanın dengesi bozulduğu zaman insanın iç dengesi, psikolojik dengesi de bozuluyor.

İzin verirsen başka bir konuya geçeceğim. Ceyhun Atuf Kansu, senin için şöyle seslenmişti:

“Yaşar Kemal yaylaların sözlüğü
.....................
Ki sen doğadansın çiçekçedir ana dilin.
.....................
Kalkıp bir gün Binboğanın dağlarından
Türkçeyi bir çam ağacı gibi taşıyan değil misin
Başkaldırının yaz ateşine, sevinin nar gölgesine
Ya bir kekikli kaya değil midir
Ardında tüter Dadaloğlunun barutu
Karışır sendeki özlemlerin yarpuz kokusuna. “

Ceyhun Atuf Kansu büyük bir ozandır. Bütün büyüklerin saflığı, çocuksuluğu onda da vardır. Gençliğimde sevdiğim saydığım arkadaşlarımdandı. Beni sevdiğini bilirdim. Ortadirek romanım için, benim için en güzel yazılardan birisini o yazmıştır. Ceyhun gibi büyük, yürekli, görkemli bir ustanın bana böylesine seslenmesi, benim ömrümün en büyük mutluluğudur. Böyle büyük bir ustanın yüreğinde bir yer bulabilmek, halkın yüreğinde yer bulabilmektir benim için. Ceyhun Ustadan bir sevgi çiçeğinin bana gelmesi, benim övünç payımdır.

Ceyhun Atuf Kansu’nun değeri yaşarken anlaşıldı mı dersin?

Ceyhun Usta, değeri anlaşılamamış yalın bir destancıydı. Ceyhun Atuf Kansuyu yaşarken de, öldükten sonra da hiçbirimiz gereğince değerlendiremedik. Değerlendiremezdik de... O kadar halktan uzağız ki. Ceyhunun yanında, yüreğinin sıcağında olamazdık. Biz böyle halktan uzak durdukça, daha da uzaklaştıkça daha çok Ceyhunlar anlaşılmadan gideceklerdir.

Tekmil bu söyleşimizden sonra, neyin savaşımını vermeli, neyi kurtarma çabasında olmalı sanatçı?

Bizim savaşımız, yani sosyalist edebiyatçının, sosyalist militanın, sosyalist insanın savaşımı şöyle olur: Bu bütün bir savaştır, bir dünyayı kurtarma savaşıdır. İnsanoğlunun alınterini kurtarmaya, insanoğlunun insanlığını, insanoğlunun insani değerini kurtarmaya çalışırken insanoğlunun üstünde yaşadığı doğayı da kurtarmaya çalışıyoruz.


Kaynak: yasarkemal.net
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Demokrasi, Roman, Dil, Eğitim, Sanat, Politika Üzerine Söyleşi

Demokrasi, Roman, Dil, Eğitim, Sanat, Politika Üzerine Söyleşi - Haftaya Bakış, 22-28 Mart 1987

B7UiWPkCAAI03HR.jpg

Ahmet Taner Kışlalı


Kaç dilde, kaç kitabınız yayımlandı?

36 dilde, zannediyorum 183 kitap oldu. İnce Memed dünyada 3 milyondan fazla basıldı. Yalnız Almanyadaki son baskısı 150 bin. Norveçte, Danimarkada, Fransada okul kitaplarına aldılar. Avrupa Konseyinin girişimiyle, bütün konsey üyesi ülkelerde ders kitaplarına alınacakmış.

Ya Türkiye’de?

Sizin zamanınızda okul kitaplarına girmişti, şimdi devam ediyor.

İnce Memed’in uluslararası düzeyde, bu ölçüde ilgi görmesini neye bağlıyorsunuz?

Bunu ben de merak ediyorum. Örneğin Fransadaki başarıyı anlıyorum da, İskandinavyadakini anlayamıyorum. İskandinavya, kitaplarımın en çok satıldığı, en çok sevildiğim yer. Bizde 40 derece sıcak, onlarda 40 derece soğuk. Ayrı bir insan kültürü, ayrı bir insan tipi olması lazım... Ama biz 2 bin yıl önceki klasikleri de anlıyor ve seviyoruz. Shakespeare’i düşünelim. Boyuna aristokratları, kralları yazmış. Bugün götürün Othelloyu Anadoluya, yıllarca oynar. Nasıl oluyor? İnsanoğlunun bütün insanlarda ortak olan bir yanı var. Onu bulduğun zaman, herkese hitap edebiliyorsun.

Nasıl doğdu İnce Memed?

Benim çocukluğum eşkıyalığın içinde geçti. Dayım en büyük eşkıyalardan biriydi. 1936’lara kadar, 500 dolayında eşkıya vardı o çevrede. Bunlardan biri de, Karamüftüoğlu ailesinden ünlü Remzi Beydi. Kurtuluş Savaşında Kadirliyi ilk örgütleyenlerden... İlk İnce Memed hikayesinde çakırdikeni diye bir diken var. Onu bana Remzi Bey anlattı. Remzi Beyle eşkıyalığın felsefesini yaptık. Amcamın oğlu Rıza da eşkıya oldu, dağda vuruldu. İlk romanımın İnce Memed olmasının nedeni bu. Başka türlü de olamazdı zaten. Bu kadar eşkıya tanımışım, akrabalarımdan eşkıyalar çıkmış, dağlarda 500’den fazla eşkıya var. Ondan sonra da, en büyük eşkıyalardan biriyle yıllarca konuşmuş, tartışmışım...

Yurtdışında çok önemli ödüller kazandınız, Nobel’e aday gösterildiniz. Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın özel konuğu oldunuz... Türk devleti de size ilgi gösterdi mi?

Türkiyede devletten bırakın ilgiyi, zarar görmediğim zaman neredeyse olmadı. Bir tek sıkıntısız pasaportu sizin döneminizde aldım. Ağırıma giden ne biliyor musunuz? Cino Del Duca ödülünün verilişi nedeniyle Pariste düzenlenen törene bütün büyükelçiler, önemli kişiler çağrılmıştı. 12 Eylül dönemiydi. “Eğer Türk büyükelçisi de davet edilmezse ben de bu törene katılmam,” dedim. Dayatınca çağırdılar. Ama büyükelçi gelmeyince rezil oldum tabii. UNESCO’daki Türk büyükelçisi bile gelmedi.

Peki bunun yorumunu nasıl yapıyorsunuz? Dünya çapında bu kadar büyük bir ilgi topluyorsunuz. Kendi ülkenizde halktan büyük saygı görüyorsunuz. Ama ülkeyi yönetenler çok farklı davranıyor.

Ben Türkiyede hiçbir dönemde demokrasinin var olduğuna inanmıyorum. Siz bakanken, İnce Memedin senaryosunu sansürden geçirmek için ne kadar uğraştığınızı biliyorum. Sonra Genelkurmaydan sansür kuruluna bir yazı geliyor ve tüm çabalarınız boşa gidiyor. Bu mu demokrasi?

Bu yalnızca bir demokrasi sorunu mu? Yoksa devleti yönetenlerin, devlete egemen olanların zihniyetleri sorunu mu?

Türkiyede politik bir düzey var. Bu düzey kimseyi dinlemez. Onun için ne yazarlık, ne sanatçılık, ne de kültür kutsallığı vardır. Azgelişmiş ülkenin politikacısı da ona göredir, aydını da.

Gene de, devleti yönetenlerin size bir Mitterrand veya bir Gorbaçov kadar ilgi göstermeleri gerekmez mi?

Bizim devlet adamlarıyla herhangi bir ilişki kurmak istemiyorum doğrusu. Benim elim varmaz Türk Dil Kurumunu kapatan insanlarla dostluk kurmaya, yahut selam vermeye...

Sinemalar kapanıyor, tiyatrolar zorlanıyor, okuyan az, müzikte bir yozlaşma başladı. Bu olumsuz değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Siz kültür bakanı olsaydınız ne yapardınız?

Ben bu durumda, akıllıca bir adam olduğum için kültür bakanı olmam. Ama bu durumun bize özgü olmadığı da bir gerçek. Koskoca Amerikaya bakın. Artık bir Faulkner, bir Hemingway, bir Caldwell yok. Fransada bir Sartre, bir Camus çıkmıyor, Sovyet romanı Cengiz Aytmatovların, Rasputinlerin sırtında gidiyor biraz. Bizde ise, Mustafa Kemal atılımının getirdiği hız kesildi. Bütün ülkeler açısından bir geçiş herhalde bu...

Kemalist atılımın hızı niçin kesildi?

Biz Hindistan gibi silahlı işgale uğramadık, ama kültür işgaline uğradık. 1880’lerden sonra Anadoluda müthiş bir Amerikan koleji salgını olmuştu. 200 yıldır Batıyı taklit ediyoruz. Maymundan insan çıkmaz. Bir milyon taklitçiden bir büyük şair çıkarsa, taklitçi olmayanlardan çok çıkar. Mustafa Kemal, kendine dönüşü bir yöntem olarak almış. Mustafa Kemal gelmeseydi, Yunus Emreyi çok zor keşfederdik. Karacaoğlanı, Köroğlusu güme giderdi. İstanbulla sınırlı taklit kültürü, halkı etkileyememişti. Oysa şimdi durum değişti. Artık tüketici kültürü söz konusu. Radyoyu, televizyonu halka satmak zorunda. Ellerinde büyük güç var. Sinemanın, televizyonun gücü, dehşet bir güç. Buna karşı ulusal kültürleri savunmak kolay olmuyor. Türkiyeyi yönetenlerin çoğu da, kimi bilerek, kimi bilmeyerek onların yanında.

Ben yeniden deminki soruma dönüyorum: Ne yapılabilir?


Ben yapabileceğimi yapıyorum. Bir yazar olarak, dilimi geliştirmeye çalışıyorum. O kendine dönüş daha bizde bitmedi. Halk büyük yaratıcı. Ben hep düşünmüşümdür, kilim niye Picasso resmi kadar güzel diye. Çünkü bu motif, on bin senenin ürünü. Halk büyük yaratıcı... Oğlan sevdi, kız ağladı diye film çevriliyor Türkiyede. Korkunç bir şey. Halk bunu istiyor, diyorlar. Oysa halk Yunus Emreyi yaratmış. Müthiş bir düzeydir halkın ulaştığı. İşte ben bu düzeyden yararlanarak dilimi geliştirmeye çalışıyorum. Dil en belirli, en sürekli sanattır. Televizyondan da daha etkili araçlar gelir günün birinde, ama dil önemini yitirmez.

Öz kaynaklardan, ancak ulusal kültürden hareketle bir sanatçının evrenselleşebileceğine inanıyorsunuz. Siz de bunun en iyi örneğisiniz zaten.

Bu bir usta-çırak meselesidir. Onun için hocam Dede Korkut. Ama Stendhal’i, Cervantes’i, Çehovu bilmeden de edebiyat yapılmaz. Bir Türk, Dede Korkutu, Yunus Emreyi, Türk masallarını bilmeden roman yazarı olamaz. Önce kendi kültürünün, sonra da dünya kültürünün vardığı aşamaları bilmezsen, sanat yapamazsın. Ulusal kültürle dünya kültürünü birleştirmek zorundasın.

Dile ve anlatıma çok önem verdiğinize göre, Türk dilinin yeterince zengin olduğuna inanıyor musunuz?


Dil ancak yazılı edebiyat olduğu zaman gelişir. Dede Korkut masalları 14. yüzyılda yazıya geçiyor. Yazılı halk edebiyatı Anadolu dilini geliştiriyor. Anadolu Türkçesi büyük bir birikimin ürünü. Önce göçebe bir halkız, doğa ile ilgili sözcükler zengin. Hayvan adları, çiçek adları gibi. Yürüyen insanın, göçebenin müthiş ilişkileri oluyor. Araplarla ilişkisi var, oradan alıyor. Sonra Anadoluya gelince, toprağa yerleşmek zorunda kalıyor. Tarım araçlarının çoğu, yerli halkın sözcükleri. Kervan yoluyla sözcükler de geliyor. Bir de eski kalıntıları var Anadolu halkının. Zengin bir Anadolu Türkçesinin doğması bundandır.

Bizde ve dışarıda, en sevdiğiniz yazar ve ozanlar kimler?


Nâzım Hikmet yalnız Türkiyenin değil, dünyanın en büyük şairlerinden biri. Nâzım hapisaneye girince, Anadolunun zengin Türkçesiyle karşılaştı ve o sayede büyüdü. Mustafa Kemalin başlattığı kendine dönüş içinde, Nâzım Hikmetin çizdiği yerele gitme, ulusala gitme hepimizin yolu olmalıdır. Onun için Nâzım Hikmeti severim. Ondan sonra gerçekten çok sevdiğim yazar, kendine özgü olan Sait Faiktir. Ben hala, romanlarıma başlamadan önce Sait Faik okurum. Orhan Kemalin birkaç eserini çok severim. Bereketli Topraklar Üzerinde, Murtaza, Baba Evi, Avare Yıllar falan... Fakir Baykurtun Kaplumbağalarını, Tırpanını severim.

Eskilerden?

Dede Korkut ve Evliya Çelebi.

Dışarıdan?


Batılı yazarlardan en sevdiğim William Faulkner’dır. Klasik yazarlardan da en çok Stendhal’i ve ondan sonra Çehovu severim. Zaten benim yazarlık hayatımda iki ustam vardır: Charlie Chaplin ve Çehov.

Nobel’e aday gösterildiniz. Başka bir ülkenin yazarı olsaydınız, acaba daha mı kolay alırdınız?

Yok. Ben bir kasıt olduğunu sanmıyorum. Beni aday bile yapmaları büyük bir onur. Adayları İsveç Yazarlar Birliği ve İsveç İlimler Akademisi gösteriyor. Bir kere aday gösterilince, ölünceye kadar o adaylığınız sürüyor. İsveç halkının gösterdiği inanılmaz sevgi yeter bana. İsveçte şu ana kadar 18 kitabım yayımlandı. Ben iyi bir yazarım da, bana niye Nobel vermiyorlar, demek yanlış. Dünya çok büyük ve çok büyük de yazarlar var.

Bir zamanlar Türkiye İşçi Partisi’nin önde gelen isimlerindendiniz. Gene siyasete dönmeyi düşünüyor musunuz?

17 yaşımdan bu yana sosyalist politikanın içindeyim. TİP’e girdiğim zaman, bütün yaşamımla girdim. Romanımı, hikayemi, her şeyi bıraktım. İşçi partisinde bir er gibi çalıştım. Benim kişiliğim bu... Şimdi 64 yaşındayım ve romanda hala istediğimi yapamadım. Bana göre, attığım taş hala istediğim kuşu vuramadı. Elbette politika insan olmanın koşullarından biridir. Eğer insansam politik bir insanım, yazarsam politik bir yazarım. Ama artık vaktimi romanımdan başka bir şeye veremem.

Solda yeni partileşme çabalarını destekliyor musunuz?

Demokrasinin gelişebilmesi için, bir Marksist partiye Türkiyede ihtiyaç var.

Nasıl bir sol modelden yanasınız?


Her ülke sosyalist modelini kendisi kurar. Sovyetlerin 70 yıldır yaşama geçmiş modelini kabul edemeyiz. Yüzde yüz bağımsızlıktır sosyalizm. Kişi bağımsızlığı, ülke bağımsızlığı, politik bağımsızlık, ekonomik bağımsızlık, özellikle de kültürel bağımsızlık... Sosyalizmin başka bir anlamı yok benim için. Bu çağa gelinceye kadar kültürler biribirlerini beslemişlerdir, yok etmemişlerdir. Oysa çağımızda, kültürler kültürleri yok etmek için, bilinçli olarak kullanılmışlardır, emperyalistler tarafından. Benim için dünya bin çiçekli bir kültür bahçesidir; bir çiçeğin bile yok olmasını, dünya için büyük bir kayıp sayarım.

Bazı solcularımız çifte ölçüt kullanıyorlar. Örneğin Şili’de olanlara karşı çıkarken Polonya’dakine, Afganistan’dakine karşı çıkmıyorlar. Geçmişte Macaristan ve Çekoslovakya’da daha özgürlükçü sosyalist deneyimleri Sovyetler zor kullanarak önlediğinde de benzer bir durum görülmüştü. Sizin görüşünüz ne?

Macaristan olayında üzüntümden hastalanmıştım. Çekoslovakya olayında da tepkim çok sert olmuştu. Ama Afganistan olayını farklı görüyorum. Kendisi çağırmış ve dövüşüyor adam. Buna karşı, Sovyetlerin yerinde olsam ben oraya gitmezdim. Herkes kendi yağıyla kavrulmayı öğrenmelidir. Eğer o halk sosyalizmi benimseyecek noktaya gelmemişse, bunun faydasından çok zararı olur.

TİP’in bölünmesinde, M. Ali Aybar’ın ve sizin, Çekoslovakya olayı karşısındaki tutumunuz da rol oynamıştır.

Olacak bunlar. Türkiye, çok aydın kafası olan değil, bağımlı kafası olan bir yer. 200 yıldır Batıyı özümsemek dururken, taklit etmişler. Ama insanları bağımsız düşündürmek de, bizim savaşımlarımızdan biri olmalı. Ben hiçbir zaman Sovyetler Birliğine düşman değilim. Ama benim bağımsızlığıma, sosyalizmime karşı koyduğu zaman, onunla da savaşmak zorundayım.

Solculuğu milliyetçilikle bağdaştırır mısınız?

Evrensel değerlerin bile mutlaka ulusal bir giysisi vardır. Yaratıcılığı besleyen değerler, ulusal kültürlerdir. Bir Dede Korkutu, bir Yunus Emreyi, hiçbir sağcı Nâzım Hikmet kadar iyi anlayamaz. Bir sağcının Dadaloğlunu benim kadar anlaması mümkün değil. Çünkü benim temel felsefem oraya dayanıyor.

Zaman zaman sözünü ettiniz ama, bir bütün olarak Mustafa Kemal’i nasıl görüyorsunuz?

Vaktim olsa Mustafa Kemalin hayatını yazmak isterdim. Tıpkı İnce Memedi yazdığım gibi... Ben İnce Memedde başkaldırıyı savundum. İnsanoğlunun en büyük değerlerinden birisi, başkaldırıdır. İnsanın doğaya başkaldırısı, insanın insana başkaldırısı, insanın zulme başkaldırısı... Mustafa Kemal bir kere, büyük bir başkaldırının büyük bir timsaliydi... Emperyalizme karşı, halka dayanarak bilinçli dövüşmüş bir insandı. Diliyle, tarihiyle, tüm olarak kültürüyle Türkiyeyi kendine döndürebilmek için dehşet bir çaba harcamış. Mustafa Kemali bütün içinde ele aldığınızda, hataları çocuk oyuncağı kalır. Kişiliği olan bir toplum yaratması, olacak şey değil. Esas olan bu. Mustafa Kemal, kuşkusuz çağın büyüklerinden biridir.

Türk Dil ve Tarih kurumlarının başına gelenlere ne diyorsunuz?

Saygıları da yok Atatürke. Adam parasını koyuyor ortaya. Çaldığı çarptığı para değil, maaşından artan parayı, yemiyor, içmiyor TDK ve TTK’ya destek yapıyor. Anayasa ile adamın vasiyetine müdahale edip mülkünü elinden alıyorlar. Böyle bir şey dünyanın hiçbir yerinde, hatta Hitler yönetiminde bile olamaz. Ben bu cinayete katılmıyorum. Eğer Atatürke saygılı bir kuşak doğmuşsa, bu ülkenin kültürünün yaratıcısı olan kişiye saygılı bir kuşak varsa, bu değişecektir. Bugün olmasa da, bir gün Türk halkı, Atatürke bizim anladığımız anlamda saygı duyacaktır. Çaresi yok.

Türk halkını ve özellikle de kırsal kesimi en iyi tanıyan kişilerden birisiniz. Gericilik konusunda ne düşünüyorsunuz?

Fransız devriminden Sovyet devrimine kadar, bütün devrimlerde aşırılıklar olmuştur. Atatürk devriminde de, dine karşı bazan aşırı gidilmiştir. Buna karşı bir tepki doğaldır. Yalnız 1950’de iktidara gelen Menderes politikası tutucudur ve Atatürke, devrimine karşıdır. Gericilik metotlu olarak, devlet eliyle, hükümet eliyle bu noktaya getirildi. Ama Anadolu halkı gene de bunlarla beraber değil. Özellikle de köylü, yaşam biçimiyle laiktir. Ben çarşafı ilk kez, bizim köyden Osmaniyeye bir kız gelin gittiğinde görmüştüm. Kızlar ve oğlanlar hala birlikte halay çekerler.

Tarikatçılığı da devlet mi destekledi?

Tarikatlar her zaman oldu. Her zaman olacak. Müslümanlığın koşullarından biri de tarikatlardır, bu doğaldır. Ama tarikatların politik olarak örgütlenmesine devlet en azından göz yummuştur. Cemalettin Kaplan bir din adamı değil, politik bir liderdir.

Bir köy çocuğu olarak, Köy Enstitüleri olayını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hoca geliyor, söylüyor, çocuklar ezberliyor. Bu, çocukları köleleştirme eğitimidir. Köle olan köle yapmaya çalışır. İnsanlar her yerde böyle yetiştirildikçe, barış olmaz... Biz Köy Ensitüleri ile eğitime, yaşayarak ve yaratarak eğitimi katmıştık. Böyle bir eğitime doğru gidilseydi, dünyada savaş olmazdı. Öyle yetişen insan, atom bombasını atamazdı. Çünkü o, doğayla, gökyüzüyle, eşyayla birlikte gelişen gerçek bir insan olurdu. 20. yüzyılda Türklerin yarattığı ve insanlığa armağan ettiği en büyük iştir Köy Enstitüleri. Ben üç şeyle övünmesini isterim Türkiyenin: Atatürkün getirdiği kendine dönüş ve bağımsızlık politikası, Hakkı Tonguçun getirdiği demokratik eğitim ve Nâzım Hikmetin getirdiği insancıl ulusal şiir... Az katkı değildir bunlar. İnsanlığa, atom icat etmekten daha büyük bir katkıdır. Çünkü atomu insanları öldürmek için kullanıyorlar.

Söyleşimize İnce Memedle başladık, izin verirseniz İnce Memedle kapatalım. Birinci İnce Memedden sonra otuz yıldan fazla süre geçti ve siz İnce Memedin dördüncüsünü de yazdınız. İnce Memed ile neyi vermeye, neye ulaşmaya çalışıyorsunuz?

İnce Memedi yazmaya, tam kırk yıl önce, yani 1947’de başladım. Bir roman mimarisi, roman biçimi üzerinde çok durdum, İnce Memedin dört cildi de, Çukurova betimlemesi ile başlar, belirli bir biçim içinde sürer. O biçim içindeki öz, mecbur insandır. Kavga etmeye, başkaldırmaya mecbur insan. O mecbur insanlar kuruyor dünyayı. Mecbur insanlar ve yüreklerindeki kurt. Mecbur insan, bizden önce de vardı, sonra da var olacak. İnce Memed, tüm tarih boyunca, Anadolu tarihi boyunca, başkaldıran insanın destanıdır.

Siz romancılığa ne getirdiniz, neyi getirmek istediniz?


19. yüzyıl, romancılıkta altın çağdır. 19. yüzyıl romanı, müthiş verdi insan ilişkilerini. Doğayı bile dekor olarak kullandı, ama dehşet kullandı. Yalnız insanoğlunun ilişkileri doğa içinde sıkışmıştı. Oysa ne gökten yağdığı, ne yerden bittiğini gördüğü zaman, insan kendisine başka bir dünya kuruyor, kendi yarattığı dünyaya sığınıyor. İşte benim vermeye çalıştığım bu!



Kaynak: yasarkemal.net
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Yaşar Kemalle Edebiyat ve Politika (Söyleşi) Aydınlık, 1-2 Mayıs 1993

Yaşar Kemalin ünlü Fransız şairi ve yazarı Alain Bosquet ile konuşmalarının Gallimard Yayınevince yapılan birinci baskısı biterken Türkçe ilk baskısı Toros Yayınları tarafından yayımlandı.

B7UiWPkCAAI03HR.jpg

Yaşar Kemalle Edebiyat ve Politika
Aydınlık, 1-2 Mayıs 1993

Fethi Naci



Yaşar Kemalle içki içmek ve sohbet etmek için yıllardır buluştuğumuz Kalyonda, bu defa Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor dolayısıyla “ciddi bir konuşma” için buluşuyoruz. Bu “ciddi” konuşmanın, önceki buluşmalardaki sohbetlerden tek farkı var: İçki içmiyoruz. Yaşar Kemale, “Konuşmaya başlamadan bir ön-soru sormak istiyorum,” diye başlıyorum. Yaşar Kemal, “Yani şimdi ciddi ciddi konuşacağız öyle mi?” diyor, “Bunca yıldan sonra!” diye ekliyor ardından. Konuşma başlıyor. Sonrası mı? Ben sordum, o söyledi:

Bir iki yıl öncesine kadar günlük basın da, edebiyat çevreleri de pek anmıyordu adınızı. Yabancı ülkelerde kazandığınız başarılar bile ya hiç ya da gereğince duyurulmuyordu. Şu son bir yılda bu durum birden bire değişti: Basını, televizyonu, siyasal iktidarı “Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü”, birden bağrına bastı sizi... Olumlu bir gelişme... Siz nasıl açıklıyorsunuz bu değişmeyi? (Aslında ben de, Yaşar Kemal de “sen“ diye konuştuk, ama okurlara saygımızdan, sonradan “sen”leri “siz”yaptım.)

Böyle bir soruyu çoktandır bekliyordum. Şimdiye kadar kimsecikler akıl edip de sormadı. Bir zamanlar basında adım, ister istemez, geçerdi. Buna dayanarak kimi arkadaşlar da adımı reklamcıya çıkardılar. Kendi reklamımı öylesine usturuplu yapıyormuşum ki, böylesi bir kurnazlığa akıl sır ermezmiş. Oysa bu işlerin hemen hemen hiçbirinde sayım suyum yoktu. Beni yakından tanıyan arkadaşlarım, bu işin tam tersini yaptığımı bilirler. Dünya televizyonlarından olsun, Türkiyeden olsun birçok röportajcıyı geri çevirdiğimi çok iyi bilirler.

Dünyanın en büyük gazetelerinin yazarlarını da... Çünkü benimle konuşabilmek için birçok büyük gazete, ilişkileri olan gazeteci arkadaşlarımı araya koymuşlardı. Beş yıldır, en çok tanındığım Fransadan hiçbir gazeteci, televizyoncuyla konuşmadım. Çocukluğumu çeken BBC televizyonuna izin verdiğimden dolayı da çok pişmanım. Konuşmak istemiyordum ya, İngiliz kitapçımı kıramadım, kimi arkadaşlarımı kıramadığım gibi.

Son yıllarda gazeteler, hemen hemen benim adımı anmaz oldular. Ya da anmak zorunda kaldıklarını sandıkları adımı gazetelerinde saklayacak yer bulamadılar. Sizinle bu ölü toprağı sorununu çok düşündük. Hepimiz de biliyoruz ki, bir yazarın ünü gündelik üne, gazete ününe, yani medyaya bağlı değildir. Medya ne yapar, yapsa yapsa kitabı biraz daha çok sattırır. İstediği kadar ünlendirir de. Yazar da şişinir. Şişinmesin de ne yapsın, o ün dedikleri çok tatlıdır. Tatlı olduğundan daha çok da beladır. İnsanlar bu belaya seve seve can atarlar. Bir süre gelir ki iş işten geçmiş olur. Yazar yetenekli bir yazarsa, o baş belası ünün yeteneğini nasıl yediğini görür.

Gazeteler adımı andı ya da anmadı sorununu hiç konuşmak istemiyorum. Bir yazar, gerçek bir yazarsa, ansalar ne olur anmasalar ne olur! Bizim işimiz dünyayı, insan gönlünü zenginleştirmek değil mi en azından? Çanağında balın olsun, arısı Bağdattan gelir. Bu söze çok güvenmek gerek. Sen eserini olgunlaştır, gönlünce yap, arısı Bağdattan gelir. Bundan kuşku duymamak gerek. Üç bin beş yüz yıllık Homeros’un arısı yüzyılların ötesinden gelip onu arayıp bulmuyor mu? Ün için çalışsan çabalasan, ünlü olsan eline ne geçer ki, çanağında balın olmayınca ne fayda ki...

Bunu çok konuştuk. Bu değişimi hiç mi hiç anlamıyorum. Keşke değişim benim eserlerimi anlamalarından ileri gelse. Ne bileyim ben. Ben bu değişimi anlamıyorum. Türkiye değişti desek, o da yok. Belki Kültür Bakanı değişti de biz başka şeyler mi değişti sanıyoruz? Böye bir yanlışlığın içinde miyiz? Olumlu bir gelişme mi, edebiyata, sanata bir saygı mı, bilemiyorum. Bu yel böyle eser mi? Adımı anmayan radyolar, televizyonların coşkusu sürüp gider mi, yel dönüp de tersine eser mi? Vallahi hiç kestiremiyorum. Umutsuz bir vaka. Her şey bir umutsuzluğu gösteriyor. Böylesine az kültürlü, böylesine az kitap okuyan bir ülkenin bir yazara sevgisi, coşkusu ne anlama gelir, bilemiyorum. Çürümeye başlamışken son bir soluk alış mı? Anlayamıyorum. Bu benim ülkemdeki durumuma, hangi dağda kurt öldü, derler.

Yaşar Kemal dendi mi “yeni bir roman dili” geliyor akla; bu dili nasıl yarattınız? Kaynaklarınız?

Yeni bir yaratım, ister şiir, ister hikaye, ister roman dili olsun zor. Hele roman dili, bin beter. Neden ki derseniz, bizim roman geleneğimiz yeni. Bizim kuşaktan önce de belirli bir roman diline ulaşmış kişi az ya da hiç yok. Kırık dökük bir şeyler ya da. O zaman halkın konuştuğu dili, sözlü edebiyatını kaynak almaktan başka hiçbir umar yok.

Anadolunun dili çok zengin bir dil. Büyük de bir sözlü edebiyatı var. Destanları, türküleri, ağıtları, masalları, tekerlemeleri var. Ben gençliğimde bir folklor meraklısıydım. Bir destan anlatıcısıydım. Sözlü edebiyatta bile her kişilik, yani şair, anlatıcı, kendisine başka yeni bir dil yaratmıştır. Gelenekten kurtulmak ne kadar zorsa da kişilikler bir destan, bir şiir, bir ağıt dili yaratmaktan kendilerini kurtaramamışlardır. Ben bunun geçliğimde tam bilincine vardım diyemezsem de kokusunu aldım diyebilirim.

Veyselle Karacaoğlan, Pir Sultan Abdalla Dadaloğlu kendilerine has bir şiir dili yaratmışlardı. O geleneksel halk şiirinin kırılmaz anlatımını, sesini kırmışlardı. Her destan anlatıcısı da bölgesinin damgasıyla birlikte anlattığı destana, masala, tekerlemeye kendi damgasını vuruyordu. Sonraları, farkına vardığım bu başkalıklar, kişilikler, anlatımlar üstünde çalıştım, bilinçlendim. Romana başladığım zaman artık hazırdım. Gençliğimden de biliyordum. Ustam Güdümen Ahmet, Küçük Memet, Murtaza gibi anlatamıyordum Köroğlunu. Bende hikaye, başını alıp benim gönlümce başka yerlere gidiyordu.

Öğrendiklerimi tıpı tıpına anlatmak hoşuma gitmiyor, bana yavan geliyordu boyuna yinelemek. Beni dinleyenler de benimle birlikte yaratıyorlardı sanki. İnsan hikayeyi anlatırken onların bakışlarından, kıpırdanışlarından, onayladıklarından, onaylamadıklarından anlatımına, yaratımına yön veriyordu.

Bir kişi bir romanı yaratırken, önce dili yaratmak zorundaydı. Bu dil halkın dili olmazdı, destan, masal, şiir dili de olmazdı. Yazılı anlatım bambaşkaydı. Sözlü anlatımın geleneği, olanakları başka, yazılı anlatımınki bambaşkaydı. Yazarken bunun farkına vardım. Uzun romanları yazarken de başka bir şeyin farkına vardım, dilin yapısı romanın biçimini, içeriğini oluşturuyordu. Buna çok uzak bir olasılıktır diyenler var. Dilin yapısı nasıl olur da hem biçimi, hem de içeriği belirler? Roman yazarak bu işin derinine ulaşırsak orada dilin yarattığı biçimleri, içerikleri de buluruz gibime geliyor. Dilbilimciler işin bu yanıyla da uğraşırlarsa iyi ederler.

Buradan yola çıkınca, bir yazarın yazdığı her romanın dili aynı olursa işin içinde bir yanlışlık var demektir. Anlattıklarımız da, anlatım biçimlerimizi belirler. Böyle olunca da bir yazar anlattığı her romanı aynı anlatımla yazarsa tatsız bir şey olur. Tatsız bir şey olduğu gibi, bir düş dünyası, bir mit dünyası, bir roman dünyası da kurulamaz. Ben, her romanını aynı anlatımla anlatan romancının romancılığına inanamam. Yeni bir dil yaratılmadan da, yani roman dili, şiir dili, doğru dürüst bir roman, şiir yaratılamaz. Yeni bir renk, çizgi dili de yaratılmadan doğru dürüst bir resim yaratılamaz.

Romanlarınızda hep –gelişmiş haliyle de olsa– aynı dili kullanmıyorsunuz. Aynı yıl yazdığınız bir romanda başka dil, bir başka roman da başka dil kullanıyorsunuz. Nedenlerini açıklar mısınız?

İnce Memede 1947’de başlamış, yarım bırakmıştım. Bu romanı 1953-54’te bitirdim. Aynı yıl da, İnce Memedi bitirdikten bir ay sonra Tenekeye başladım. Onu da bitirdim. İki romanı arka arkaya okursak, o romanları ayrı ayrı yazarların yazdığını sanırız. Bilmem, bana öyle geliyor. Ama bütün romanlarımda bir anlatım bütünlüğü, bir kişilik bütünlüğü yok mu? Alçakgönüllü görünmeyi hiç sevmem, ama benim kişiliğim, benim demek hiç hoşuma gitmiyor ya, ne gelir elden, epeyce şart. Bir maymun için diktiğimiz bir giyiti file giydirebilir miyiz? Her romanın başka başka koşulları var.

Çağdaş Türk romancılığında gelenekten yararlanan tek yazar sizsiniz. Bu konuda neler diyorsunuz?


Bu sorunu tartışmalıyız. Gelenekten, folklordan yararlanmak ne demek, bunun üstünde durursak kültürümüze çok faydası olur. Bizde yazık ki hiç kimse bir sorunun üstünde derinlemesine durmuyor. Gelenekten yararlanmamış bir yazar, bir müzikçi, bir ressam var mı? James Joyce bile gelenekten yararlanmış başlıca kişilerden biridir, diye yazıyor eleştirmenler, büyük bilim adamları. Gelenekten yararlanmayanlar, yararlanmak istemeyenler, dünyada da Türkiyede de birtakım gariban zıpçıktılar.

Her zaman söylediğim gibi, birçok kişinin de söylediği gibi bilimde ve sanatta atlamalar yoktur. En son yaratış, zincirin son halkasıdır. Benim sanatımda ilk akla gelen, geleneğe daha çok yüklenmemdir belki. Burada haklısınız.
Ben halk içinde yetiştim. Okuryazarlığı öğrenmeseydim, şimdi Anadolunun bir köyünde, kasabasında destan anlatıyor, türkü söylüyor olurdum. Yolumu ta çocuklukta çizmiştim. Bu etki doğaldır ki, bir kişinin yaşamından kolay kolay silinecek bir etki değil. Böylesi etkiler yazarlık yaşamında çok tehlikelidir.

Bir insanı kötüye de götürür. Halkı, halk sanatlarını özümsemek, onu kaynak bellemek, temel kültür bellemek var, bir de ona öykünmek var. Bizde yerel kültür özümsenmedi, ona öykünüldü. Osmanlılar da Batıyı özümseyememiş, işin kolayına kaçıp ona öykünmüşler.

Benim yeryüzünde akrabalarım var: Stendhal, Çehov gibi. Benim epik anlayışım onlara yakın. Özellikle Stendhal’a. Yereli anlamak, yerel dilden roman dili yaratmak, çağın gelmişini geçmişini özümsemek, anlamak... Ve yeni bir sanat biçimine, diline, içeriğine ulaşmak. Bilirsiniz, boyuna söylerim, herkesin bir Çukurovası vardır. Kafka’nın da, Dostoyevskinin, tekmil büyük ustaların da... Kimse gökten düşmedi. Yalnız öykünücü o tuhaf yaratıkların Çukurovaları yoktur. Onları bu yeryüzüne Anka getirmiştir, nereden getirmişse. Ya da Ankanın küllerinden varolmuşlardır, o çok değerli yaratıklar.

Çukurovayı anlattığınız romanlarda 1950’lere kadar geldiniz. İstanbuldan söz açan Deniz Küstü de artık epey uzaklarda kalan bir İstanbul’dan söz ediyor. Daha yakın günlerden söz açmamanız –“daha yakın günler”, ekonomik, sosyal, siyasal büyük dönüşümlerin yaşandığı günler– yaşantınıza, tanıklığınıza bağlı kalmaktan mı, henüz yaşantınızı, tanıklığınızı dilediğinizce yazıp bitirememenizden mi kaynaklanıyor, yoksa başka nedenleri var mı?

Bir tek insanın macerasını anlatırken, onu gökyüzüne yerleştiremeyiz ki... Bir toprak üstündedir, birtakım ilişkiler içindedir, bir sosyal düzeni yaşamakta, bir yerel kültürü içermektedir... Daha böylesi ilişkileri uzatabiliriz. Bir insan, benim için koşulları içindeki insandır. Onun psikolojisini verirken onun koşullarını göz ardı edemeyiz. Onun koşullarını yanlış vermek de olmaz. Benim anlattığım Çukurova ellilere kadarki Çukurova değil ki, daha yakınlara kadar gelmemiz gerek. İstanbul da öyle. Ben Deniz Küstüyü 1977’de yazdım. O kadar uzak değil. Bugünkü İstanbul elbette o günkü İstanbul değil.

Ben İstanbulun nasıl çürümeye başladığını, yabancılaşıp yozlaştığını yazmaya çalıştım. Ona göre de bir dil oluştu gibime geliyor o romanda. Şimdi İstanbulu yazsam daha beter yazarım. İstanbulu da, Çukurovayı da yeniden yazmaya başlayacağım. Nelerin değiştiğinin epeyce farkındayım. Benden sonra kimi bilimciler de, az da olsa, Çukurovanın, İstanbulun üstüne eğildiler. O nostaljicileri bile bir şeyler getirmiş sayıyorum. Nostaljicilerin ayakları biraz daha İstanbulun kaldırımlarına basabilse, belki biraz daha yardım edebilirler bilime de, sanata da... Demem o ki, bundan sonra Çukurovayı da, İstanbulu da yazarken eskisi gibi değilim. Biraz daha zenginim.

İnsanoğlunun zorda kalınca mit yaratarak, kurduğu düş dünyasına sığınarak zor koşullara dayanması üzerinde çok durdunuz. Ama Türkiye gibi artık “kapalı” ekonomiden kopmuş, pazar ekonomisine açılmış bir ülkede, sizin bir konuşmanızda belirttiğiniz gibi “çadırlarda bile televizyon izlenen bir ülkede”, insanların kendilerine düş dünyaları yaratarak bu dünyalara sığınmaları ne dereceye kadar olanaklı? Ya da artık gerekli mi? Artık başka çareler düşünemez mi insanlar?

Her çağın bir mit yaratma biçimi var. Eski Mısırda başka mitler var. Sümerlerde, Asurlarda, Hıristiyanlarda, Müslümanlarda, kuzeyde, güneyde mit yaratma biçimleri hep değişiyor. Benim savım şu ki, kıyamete kadar insanlar mit dünyaları, düş dünyaları yaratarak o dünyalara sığınacaklardır. Bir karanlıktan gelip başka bir karanlığa karışırken, insanlar ne yapabilirler dersiniz. Bir de bunca doyumsuzluk varken... Bütün bunlar bitti, diyeceksiniz, bitti diyelim, yenileri çıkar, onlar da bizim aklımıza hayalimize gelmeyecek mitler yaratacaklardır. Günümüzün bu karmaşasında bile her gün ne mitler yaratılıp sığınılıyor.

Benim Dağın Öte Yüzü üçlüsünde bir topluluğun nasıl, niçin mit, düş dünyası yarattığını söylediğim gibi, bireyin de nasıl mit dünyası yarattığını anlattım. Ah, bir vaktim olsa da bugün İstanbulda her gün yepyeni mitlerin yaratıldığını anlatabilsem! İnsanlar çare düşünemez mi, neyin çaresini düşünecekler, durum gittikçe kötüleşiyor. Korkarım ki, bu gidişle eski mitlere sığınacağız. Atalarımız gibi korku mitleri yaratacağız. Yel tanrıları, güneş, horoz, boğa, ay, toprak, toprak ana mitleri yaratıp onlara sığınacağız. Bir de insanoğlu düş gördükçe insandır. Düş görmeye, düş dünyaları yaratmaya bayılıyoruz. Mutluluğumuz düş dünyaları yaratmaktır. Aşk dediğimiz ulvi yücelme bir düş, bir mit değil mi? Kahramanlık da öyle değil mi?

Öyle değilse Don Kişot yüzyıllardır kitaplığımızda ne arıyor?

Ben de kendimi azıcık bir yazar sayıyorsam, insan gerçeğine bilinçli olaraktan miti, düşü getirdiğimdendir. İnsanlar, sıkıştıkça kendilerine bir düş, bir mit dünyası yaratıp oraya sığınırlar. İnsan nereden gelip nereye gittiğini buluncaya, doyumsuzluğunu altedinceye kadar mit ve düşe sığınma sürecektir. Ondan sonra gene sürecektir. Çünkü insan yaşama sevincine, tükenip batsa bile, dünyanın güzelliğine doyamıyor ki... Şu İstanbula bakalım: Öldürülmüş, kirletilmiş, şehirlikten, insanlıktan çıkarılmış, cehenneme döndürülmüş, soluk alınmaz olmuş, kötülükler, cinayetler almış başını gitmiş, bütün insanları biribirlerine düşman gibi bakan, bencil, çökmüş, çürümüş... Bütün bunlara karşın, daha da bin katı kötülüklere karşın bu şehirde bile yok edilemeyen bir güzellik kalmış. Yok edemediğimiz, belki yok edip de yeniden yarattığımız, üstüne bir mit, bir düş dünyası kurduğumuz.

Yaşar Kemal Kendini Anlatıyorda İnce Memedden söz ederken şöyle diyorsunuz: “...Demek ki bu dünyada mecbur olan kişiler var.. Dünyamızı bu başkaldırmaya mecbur kişiler yapmış, yapıyordu. Bu başkaldıran kişiler insanlığın özüydü. Ve dünyayı onlar değiştirerek bu duruma getirmişlerdi. Bundan sonra da onlar dünyamızı değiştirerek, geliştirerek, kötülüklere karşı koya koya ileriye, daha insanca yaşanacak bir dünyaya götüreceklerdi. Üstelik de, her şeylerini, canlarını yitireceklerini, yenilgiyi bile bile savaşıma girecekler, bir de bakmışsınız ki, sonunda bunlar yengiye ulaşmışlar.” Sonra da, dünyanın kurtuluşunu “insanlığın özü” dediğiniz bir avuç insana bırakmak size de pek inandırıcı gelmemiş olmalı ki, “Çağımızda, günümüzde çok mecbur insan biliyorum, işi genelleştirirsek insanlık başkaldırmaya mecburdur,” diyorsunuz. Kötülüğe başkaldırmak iyi, ama kötülüğe herhalde bu kötülükten zarar görenler başkaldırır, bu kötülükle beslenenler niçin başkaldırsınlar? Onların çıkarları bu kötülüğün sürüp gitmesinde...

Demek istediğim, “mecbur insan”, romanlarda iyi; ama dünyamızın daha iyiye doğru değiştirilmesi, galiba, “alelade insan”ın bu değişimi istemesiyle, bu değişim için savaşmasıyla olacak. Brecht’in bir sözü vardı: “Ne mutsuzdur o ülke ki, kahramanlara muhtaçtır!” (Belleğimde kaldığı gibi söylüyorum.) Sorudan çok, eleştiri gibi oldu, can çıkmayınca huy çıkmıyor; siz ne diyorsunuz?

Biliyorsunuz, ben hiçbir zaman kahramanlara inanmam. Yazdığım başkaldırı romanlarında da, o kahraman dediklerimizin halkın elindeki araçlar olduğunu hep vurguladım. Bu araçları halk kendi yaratıyor, kendi de koruyor, onlarla birlikte de başkaldırıyor, onlarla birlikte yeniliyor, yeniyor. O mecbur insan tipini, kişiliğini, birtakım sebeplerden ötürü halk şıp diye buluyor. Ya da uzun aramalardan sonra buluyor. Ama buluyor. En azından benim roman kişilerim böyle. Siz yazdınız, Yörük kocasının İnce Memedin içindeki kurdun onu rahat bırakmayacağını söylediğini.

Ben, her insanı yaratıcı saydığım gibi, her insanın içinde de bir başkaldırı kurdu olduğuna da inanırım. O başkaldırı “mecbur” insanı da yaratır. Fıkara, Sefil İbrahimin oğlunun yakasını bir eline geçiren halk, yani köylüler bir daha onun yakasını bırakıyor mu? Fıkaracık çırpınıyor, çırpınıyor, bin ağa öldürse beş bininin geleceği bilinci var ya, ne yapsın, yakasını köylülerin elinden bir türlü kurtaramıyor ki...

Uzun süredir doğa-insan ilişkilerinden söz ediyorsunuz. Bir de Savrun Çayının gözesine, gençliğinizde haftada iki kere Çukurovadan inip çıkmanız var. Yaşar Kemal Kendini Anlatıyorda da uzun uzun yazdınız. Doğanın her öğesinin ayrı bir kimliği var diyebilir miyiz, ayrı bir kişiliği, her otun, her çiçeğin bir kendine özgülüğü var diyebilir miyiz? Ne diyorsunuz, kafanızı bu işe bu kadar taktığınıza göre?

O kadar çok konuştum ki doğanın bu yanı üstüne, fazla uzatmayacağım. Savrun suyuyla maceramı belki otuz yıldır söylüyorum, yazıyorum. Doğanın en küçük parçasının bile bir kimliği, bir kişiliği var. Kişiliği derken, bir ad bulamadığım için böylesine bocalıyorum. Bir gün insanlar, bilim adamları, yazarlar bunun da adını koyacaklar, iş gündeme gelmiş gibi.

Yıllarca ben Savrun Çayı kıyılarında dağlara yürürken, doğayla iç içe yaşadım. Pirinç tarlalarında yıllarca su kontrolörlüğü yaptım da... Ben su bekçiliği diyorum. Onlar o zamanlar kontrolörlük diyorlardı. Her neyse. İşte o zamanlar yavaş yavaş, bir daldaki bir çiçeğin öbürüne benzemediğini, bir çimenlikte hiçbir yaprağın, bir köredeki hiçbir karıncanın, bir pınarın, Toroslardan ovaya inen Savrun Çayı gibi birçok çayın hiçbirinin biribirine benzemediğini gözlemledim.

Bunların hepsini de Savrun Çayından öğrendim. Sonra düşüncelerimi geliştirdim. Birkaç gün önce de UNESCO’nun Courier dergisinde astrofizikçi Hubert Reeves’le yapılmış bir konuşmayı okurken aşağıdaki satırlar gözüme çarptı. Çok sevinmedim dersem yalan olur. Bu konuşmadan uzun bir parça alacağım için okuyucularımız kusura bakmasınlar.

“Basit bir örnek ele alalım. Bugün yeryüzünde beş milyar insan yaşamakta ve bunların hepsi için de aynı fizik yasaları geçerli olmasına karşın, her biri biribirinden farklılıklar gösterir. Tümünün özgün kişilik, tarih ve çizgilerinin farklılığı doğa yasalarının ne kadar sınırlayıcı olursa olsun, belirli ölçülerde ‘oyun’ alanı, kısaca özgürlük bıraktığını açıkça gösterir. Diğer bir örnek de kar kristalleridir. Bu taneciklere mikroskop altında bakarsak, onların hepsinin altı uçlu olduğunu görürüz. İşte bu bir yasadır. Eğer altı uçları yoksa onlar kar kristalleri değildirler. Ancak onlara daha yakından bakarsak onların altı uçlu olmalarına karşın, biribirlerinden farklılık gösterdiğini saptarız. Bu konuda harika kitaplar yayınlanmıştır. Bu kitaplarda, biribirinin bu kadar aynı olan kar kristallerinin ne sonsuz değişik örnekler oluşturduğu gözlemlenir. İnsanlar söz konusu olduğunda da durum gene kar kristalleri ya da kelebeklerdeki durumun aynıdır. Doğa iki işle aynı anda uğraşmaktadır. Bir yanda işleri organize edip yasalar koyarak düzeni sağlar, öte yanda düzenin sıkıcı tekdüzeliğini kırarak, belirsizliğe ve deterministik olmayan olgulara, yeni sapmalara olanak tanır.”

Beni doğaya, ayrıntılarına götüren Savrun suyudur. Büyük bilim adamlarının da derdi başka. Öyleyse son soluğuna kadar doğayı, insanları, ilişkileri son soluğuna kadar, mümkünse, yaşayabilmek, zenginleşmek dünyayla, evrenle. Doğa maceramı zenginleştirerek, benzemezliklerin gizine varmak...

Gençliğimde doğada biribirine benzer iki öğe arıyor, bir türlü bulamıyordum. Meğer o altıgen kar tanecikleri bile biribirlerine hiç benzemiyorlarmış. Doğa çok çok zengin. Yazarlar da doğaya yardım etmeli, doğayla birlikte insanları zenginleştirmeli.

Biraz da politika konuşalım. Şu anda sosyalizm üstüne ne düşünüyorsunuz?

Gençliğimden bu yana ne düşünüyorsam, şimdi de aynını düşünüyorum. Yani şunu demek istemiyorum, gençliğimden bu yana aynı yerdeyim, demiyorum. Bilimsel sosyalizm düşüncesini, dünyayı, doğayı, insan ilişkilerini öğrendikçe, daha çok doğayla, insanla, kitapla zenginleştikçe daha iyi anlıyorum ve insanoğlunun başka bir umarı olmadığına daha çok inanıyorum. Siz bir yerde şöyle bir şey yazmıştınız, sosyalizm düşüncesi insan soyunun yarattığı en kutsal düşüncedir, demiştiniz. Ben de bir yerlerde buna benzer bir şeyler söylemiştim. İnsan soyunda bilimsel inanç elbette en sağlıklı inançtır.

Sovyetler Birliğinin çöküşü üstüne ne diyorsunuz?

Biliyorsunuz, benim tavrım her zaman açıktı. Sovyetler Birliği üstüne düşündüklerimi 1965’ten sonra her zaman yazdım söyledim. 1971’de Abdi İpekçinin benimle yaptığı konuşma epeyce kapsamlı bir konuşmadır. Sovyetler Birliği hakkındaki düşüncelerim açık ve seçiktir. Sovyetler Birliği çöktüğünde, hemen o anda Sovyet düşmanı kesilip sosyalizmin yanlışlığını hemen o anda anlayan kişilerden değilim. Türkiye İşçi Partisinde sekiz yıl çalıştım. Yöneticilerden de biriydim.

İşçi Partisinin, İşçi Partisi lideri Mehmet Ali Aybarın Sovyetlere karşı tavrı bellidir.

Size bir şey söyleyeyim mi, Sovyetler Birliğinin çökmesi, sosyalizmin de çökmesi değil, tam tersine dünya sosyalizminin zaferidir. Bunun böyle olduğunu da, bütün sosyalizm çöktü, bitti yaygaralarına karşın, insanoğlu çok yakında görecektir. İnsanın içindeki eşitlik, adalet, özgürlük duygusu var oldukça sosyalizm savaşımını zafere kadar insanoğlu sürdürecektir.

Sovyetler Birliği dünya sosyalizminin kamburuydu. Bunu yakında herkes öğrenecek.



Kaynak: yasarkemal.net
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
11169978_955066734533802_3378197467328394361_n.jpg
 
Son düzenleme:

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Yaşar Kemal ve Ödülleri

Yaşar Kemal'in almış olduğu ödüller..

B7UiWPkCAAI03HR.jpg

1955 - “Dünyanın En Büyük Çiftliğinde Yedi Gün” adlı röportaj dizisi ile 1955 Gazeteciler Cemiyeti Başarı Armağanı

1956 - İnce Memed ile 1956 Varlık Roman Armağanı

1966 - Teneke’den aynı adla uyarlanan oyunu ile 1966 İlhan İskender Armağanı

1966 - “Teneke” oyunu ile 1966 Uluslararası Nancy Tiyatro Festivali Birincilik Ödülü

1974 - Demirciler Çarşısı Cinayeti ile 1974 Madaralı Roman Armağanı

1977 - Yer Demir Gök Bakır ile 1977 Fransa Eleştirmenler Sendikası En İyi Yabancı Roman Ödülü

1978 - Ölmez Otu ile 1978’de Fransa’da En İyi Yabancı Kitap Ödülü

1979 - Binboğalar Efsanesi ile 1979 Fransa “Büyük Jüri” En İyi Kitap Ödülü

1982 - Uluslararası Cino Del Duca Ödülü

1984 - Fransız Legion d’Honneur Ödülü Commandeur payesi

1984 - TÜYAP Kitap Fuarı Halk Ödülü 1985 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü

1986 - Kale Kapısı ile 1986 Orhan Kemal Roman Ödülü

1988 - TÜYAP Kitap Fuarı Halk Ödülü

1988 - Fransa Kültür Bakanlığı “Commandeur des Arts et des Lettres” Nişanı

1991 - Fransa Strasbourg Üniversitesi Onur Doktorası

1992 - 11. TÜYAP Kitap Fuarı Onur Yazarı

1992 - Antalya Akdeniz Üniversitesi Onur Doktorası

1993 - Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü

1994 - Mülkiyeliler Birliği Rüştü Koray Armağanı

1995 - Morgenavissen Jylaand-Pösten Ödülü (Danimarka)

1996 - Türkiye Yayıncılar Birliği Düşünce Özgürlüğü Ödülü

1996 - Kanun Sesi ile 1996 Akdeniz Yabancı Kitap Ödülü (Perpignan, Fransa)

1996 - VIII Katalunya Uluslar arası Ödülü (Barcelona, İspanya)

1996 - Lillian Hellman/Dashiell Hammett Baskıya Karşı Cesaret Ödülü (New York, ABD)

1997 - Uluslararası Nonino Ödülü (İtalya)

1997 - Kenne Vakfı Düşünce ve Söz Özgürlüğü Ödülü (Uppsda, İsveç)

1997 - Norveç Yazarlar Birliği Ödülü, Wole Soyinka ile ortak

1997 - Frankfurt Kitap Fuarı Alman Yayıncalar Birliği Ödülü

1998 - Frei Üniversitesi Berlin fahri doktora

1998 - Bordeaux Yayıncılar Birliği Yabancı Edebiyat Ödülü

2002 - Bilkent Üniversitesi fahri doktora

2003 - Z. Homerus Şiir Ödülü

2003 - Savanos Ödülü (Selanik)

2003 - Türkiye Yayıncılar Birliği Yayıncılık Emek Ödülü.

2008 - Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü

2011 - Türkiye Gazeteciler Derneği Özel Onur Ödülü

2011 - Grand Officier dans l'Ordre National de la Légion d'Honneur Nişanı

2013 - Ermeni Krikor Naregatsi Nişanı

Kaynak: yasarkemal.net
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Yaşar Kemal: Çeltik tarlalarından yazı ustalığına

Irgat kâtipliği, ırgatbaşılık, öğretmen vekilliği, kütüphane memurluğu, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük…

Osmaniye'nin bir köyünde 1923'te (nüfus kaydına göre 1926) dünyaya gelen Kemal Sadık Gökçeli, ortaokulu son sınıfta terk ettikten sonra bu tür işlerde çalışmaya başlamıştı.

Daha o zamandan şiirler kaleme alıyordu.

O şiirler, Gökçeli'nin hayatını yönlendirecek, onu yazarlığa ve 'Yaşar Kemal' olmaya sürükleyecekti.

1..jpg

17'sinde tutukluluk deneyimi

Gökçeli daha küçük yaşlarda muhalif bir siyasi kimlik edindi.

Bu nedenle 17'sinde ilk tutukluluk deneyimini yaşadı.

Çalışırken yazmayı sürdürüyordu.

Çok genç bir yaşta, 1943'te ilk kitabı geldi: Ağıtlar.

Bu bir folklor derlemesiydi ve Adana Halkevi tarafından yayınlanmıştı.

Cumhuriyet'le 'doğan' Yaşar Kemal

Bunu takiben hayatına gaz kontrol memurluğu, çeltik tarlalarında kontrolörlük, arzuhalcilik ve komünizm propagandası suçlamasıyla mahpusluk girecek, 1951'de salıverilmesinden sonra ise 'Yaşar Kemal' dünyaya gelecekti.

Bu yıl Cumhuriyet gazetesinde, ileride tüm Türkiye'nin tanıyacağı imzayla fıkra ve röportajları yayınlanmaya başladı.

"19. yüzyıl, romancılıkta altın çağdır. 19. yüzyıl romanı, müthiş verdi insan ilişkilerini. Doğayı bile dekor olarak kullandı, ama dehşet kullandı. Yalnız insanoğlunun ilişkileri doğa içinde sıkışmıştı. Oysa ne gökten yağdığı, ne yerden bittiğini gördüğü zaman, insan kendisine başka bir dünya kuruyor, kendi yarattığı dünyaya sığınıyor. İşte benim vermeye çalıştığım bu!"
(1987'de, Haftaya Bakış'ta yayınlanan röportajından)


2..jpg

Cumhuriyet serüveni 1963'e kadar sürecek, bu arada ilk öykü ve romanlarını yazacaktı.

İlk öykü kitabı 'Sarı Sıcak', ilk romanı ise Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri olacak 'İnce Memed' oldu.

Eserlerinde Anadolu efsane ve masallarından yoğun olarak yararlanıyordu.

Ardı ardına öyküler, romanlar gelecek, Yaşar Kemal yıllar içinde efsanevi bir yazara dönüşecekti.

Siyasi kimlik

Yaşar Kemal ilk gençlik yıllarında benimsediği sol kimliğini yıllar içinde de sürdürdü.

Birçok hapis ve davayla karşı karşıya kaldı.

Kemal'in politik olarak en aktif olduğu dönemlerden biri Türkiye İşçi Partisi süreciydi.

1962'de girdiği Türkiye İşçi Partisi'nde genel yönetim kurulu üyeliği, merkez yürütme kurulu üyeliği görevlerinde bulundu.

İlerleyen yıllarda ifade özgürlüğünden Kürt sorununa birçok konuda fikirlerini kamuoyuyla paylaştı.

Onlarca eserin sahibi

Yaşar Kemal onlarca roman, öykü, deneme, röportaj ve şiire imza attı.

Günümüzde Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan eserlerden bazıları şunlar:

‘İnce Memed’ serisi, ‘Bir Ada Hikayesi’ serisi, ‘Ağrıdağı Efsanesi, ‘Al Gözüm Seyreyle Salih’, ‘Allahın Askerleri’, ‘Baldaki Tuz, ‘Binbir Çiçekli Bahçe, ‘Binboğalar Efsanesi, , ‘Çakırcalı Efe’, ‘Çıplak Deniz

Çıplak Ada / Bir Ada Hikayesi 4’, ‘Çocuklar İnsandır’, ‘Deniz Küstü’, ‘Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca’, ‘Gökyüzü Mavi Kaldı’, ‘Hüyükteki Nar Ağacı’, ‘Kuşlar da Gitti’, ‘Neredesin

Arkadaşım - Seçme Röportajlar’, ‘Nuhun Gemisi / Bu Diyar Baştanbaşa 1,’ ‘Röportaj Yazarlığında 60 Yıl’, ‘Sarı Defterdekiler - Folklor Derlemeleri’, ‘Sarı Sıcak’, ‘Sevmek, Sevinmek, İyi Şeyler Üstüne

- Seçme Yazılar’, ‘Tek Kanatlı Bir Kuş, ‘Teneke’, ‘Ustadır Arı’, ‘Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu, Karacaoğlan, Alageyik’, ‘Yağmurla Gelen’, ‘Yılanı Öldürseler’, ‘Yolda - Seçme Öyküler’, ‘Zulmün Artsın’.

''Ben halk içinde yetiştim. Okuryazarlığı öğrenmeseydim, şimdi Anadolunun bir köyünde, kasabasında destan anlatıyor, türkü söylüyor olurdum. Yolumu ta çocuklukta çizmiştim. Bu etki doğaldır ki, bir kişinin yaşamından kolay kolay silinecek bir etki değil. Böylesi etkiler yazarlık yaşamında çok tehlikelidir. Bir insanı kötüye de götürür. Halkı, halk sanatlarını özümsemek, onu kaynak bellemek, temel kültür bellemek var, bir de ona öykünmek var. Bizde yerel kültür özümsenmedi, ona öykünüldü. Osmanlılar da Batıyı özümseyememiş, işin kolayına kaçıp ona öykünmüşler."
(1993'te, Aydınlık'ta yayınlanan röportajından)


3..jpg

‘Yılanı Öldürseler’, ‘Ölüm Tarlası’, ‘Murat’ın Türküsü’, ‘Karacaoğlan’ın Kara Sevdası’, ‘Bu Vatanın Çocukları’ filmlerinin senaryosunu Yaşar Kemal yazdı.

Ayrıca ‘Menekşe Koyu’, ‘Mutsuzlar’, ‘Yer Demir Gök Bakır’, ‘Memed My Hawk’, ‘Ağrı Dağı Efsanesi’, ‘Bebek’, ‘Ala Geyik’, ‘Urfa İstanbul’, ‘Beşikteki Miras’, ‘Ala Geyik’, ‘Dertli Irmak’, ‘Namus Düşmanı’, ‘Kara Çalı’, ‘Beyaz Mendil’ filmleri Yaşar Kemal’in eserlerinden yola çıkılarak beyaz perdeye aktarılan filmler oldu.

Dünya edebiyatının parçası

Yaşar Kemal sadece Türk değil dünya edebiyatının da parçasıydı.

Kitapları 40'tan fazla dile çevrildi.

Kitaplarının yayıncısı Yapı Kredi Yayınları'nın kendisi için hazırladığı özel internet sitesinde, "Şaşırtıcı imgelemi, insan ruhunun derinliklerini kavrayışı, anlatımının şiirselliğiyle yalnızca Türk romanının değil dünya edebiyatının da önde gelen isimlerinden biri" olarak tanımlanıyor.

Nobel Edebiyat Ödülü'ne aday gösterilen ilk Türkiyeli yazar Yaşar Kemal oldu.

Ayrıca yurtışında, aralarında Uluslararası Cino del Duca ödülü, Légion d'Honneur nişanı Commandeur payesi, Fransız Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres nişanı, Premi Internacional Catalunya, Légion d'Honneur Grand Officier rütbesi, Alman Kitapçılar Birliği Frankfurt Kitap Fuarı Barış Ödülü'nün de bulunduğu birçok ödüle layık görüldü.

Dünya çapında yazarların hakları için faaliyet gösteren Uluslararası PEN'in Türkiye ayağında önemli bir isimdi.

1950'de Halide Edip Adıvar'ın öncülüğünde Türk PEN Kulübü adıyla kurulan ve 12 Eylül askeri müdahalesi sonrası kapanan PEN Türkiye merkezi, 1989'da Yaşar Kemal'in öncülüğü ve başkanlığı ile hayata döndürüldü.

Kemal'in hayatı boyunca ABD'li Arthur Miller'dan, Kırgız Cengiz Aytmatov'a kadar yurt dışından birçok yazarla dostlukları oldu.

"Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum. Şunu söylemek istiyorum ki ben 'angaje' bağımlı bir yazarım. Kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım. Bilinçli olarak ben aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istedim. Romanlarım yaşam gibi doğru söylesin, yaşamla birlik olsun istedim. Çünkü yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir."
(2014'te Bilgi Üniversitesi'ndeki törene gönderdiği mesajdan)


Okurlarından istediği

Kasım 2014'te Bilgi Üniversitesi'nin kendisine 'fahri doktora' unvanı vermek için düzenlediği törene sağlık sorunları nedeniyle katılmayan Yaşar Kemal'in gönderdiği mesaj, adeta okurlara bırakılmış bir vasiyetti.

Kemal şöyle demişti:

"Bir, benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İki, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin.

"Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir.

"Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar."

BBC'nin 1992 yılında hazırladığı, Yaşar Kemal’in hayatını ve işlerini konu alan, senaryosu yine Yaşar Kemal tarafından yazılmış ve onun doğduğu topraklarda çekilmiş olan "Çocukluk" filmi..



Kaynak: bbc.co.uk
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
11027999_965080610208960_3792717858166682283_n.jpg
 
Tekerlekli Sandalye
Üst