Acımak

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,509
Tepkime Puanı
189
Puanları
63
Yaş
50
ACIMAK

Annemin ne zaman öldüğünü hatırlamıyorum ama o kadının evimize geldiği gün şuramda durur hala. Yutamadığım bir lokma misali takılıdır boğazımda onun gelişi. Sıkıştığı yerde öylece kalsa iyi; dikenli bir pıtrak gibi acıtır bütün hayallerimi…
Şehre yerleşen ağabeyim ve kocaya varan ablam, bize geldiklerinde bütün dünya benim olurdu. Getirdikleri hediye ve oyuncaklarla, pencerenin kenarındaki yerimde bilmezdim dakikaların nasıl geçtiğini. Hemen işe koyulan ablam, biriken çamaşırlarımızı yıkadıktan sonra bir güzel ütülerdi onları. Ütüyü bitirince şöyle yanıma oturup benimle birlikte dışarıya bakmasını beklerdim. Serçe cıvıltıları arasında oynayan çocukları eğlendirmek için mukallitlik yaparak onların yanına gelen şakacı Battal Amca’yı göstermek isterdim. Karşıdaki duvarın dibinden boy veren zerdali ağacının, kaç günde böylesine büyüyüverdiğini anlatırdım güzelce. Elimizi yüzümüze dayayıp dışarıyı seyrederken dinlenme fırsatı bulan ablam da, parlayan gözleri ve gülümseyen dudaklarıyla mutlu olurdu benim gibi.

Akşam yemeklerini hazırladıktan sonra koluma girerek beni banyoya götürürdü ablam. Bol köpüklü sabunla sırtımı, kollarımı, bacaklarımı keselerdi. En son da saçlarıma döktüğü şampuanla, adeta ruhumu yıkamışçasına mis gibi pür-i pak ederdi dünyamı. En az üç hafta idare etmem gerekirdi bununla. Ablamın işe koyulmasıyla bakkala giderdi ağabeyim de. Yaklaşık bir ay yetmesini planladığı erzakla dönünce buruk bir bayram havası yaşanırdı akşam.
Ellerini beline dayayarak uzaktan poşetlere bakardı çünkü o kadın. Alınanlardan bir türlü memnun olmaz, “Ne var da bunlara para verdin?” derken, güya ağabeyimden yana çıkardı. İneklerin sütlerini sağdıktan sonra, ahır kıyafetini değiştirmeksizin içeri geçip sağı solu teftiş ederdi. Kilimlere, minderlere, üzerinden samanların dökülmesi bir yana, evin içine yayılan ağır kokusuyla kurulurdu başköşeye. Yapılan işlere bir bahane bulmak için çatışmaya hazır görünürdü daima. Ablam olsun, ağabeyim olsun, onun seviyesine inmemek için fermuar çekerlerdi ağızlarına.

“Üvey insan” diyorduk gizliden gizliye ona. Geçen sefer geldiklerinde, başımdaki şişliği fark edince böyle adlandırmıştı ablam onu. “Vay yavrum vaay!” diye beni bağrına yaslamıştı. Parmaklarını başımda gezdirirken, “İnsanlığın özünden nasibini alamayan ah üvey ah!” diyor, dişlerini sıkıyordu. Başımdaki acıdan çok, ruhumun yarasını soğutmaya yarayan nefesini üfleyerek, “Burası mı?.. Acıyor mu?” diye soruyordu ikide bir. Yedek analığı ve sahici kadınlığından geçtiğimiz üvey insanın zehirli kalıbı gözlerimize yapıştığı için öylece kalmıştık. Böyle olduğu halde, sırf babamızın hatırına da asla çıkaramıyorduk sesimizi.

Sabahın erken saatinde evden ayrılıp, güneş batmadan dönemeyen zavallı babam, uzakta olsa da, her şeyi görüyormuşçasına mahzunlaşmıştı son zamanlarda. Son derece yorgun göründüğü için oturup konuşmaya fırsatı kalmıyordu haliyle. Sessizce yemeğini yedikten sonra erkenden yatağına gidiyordu. Ne de olsa maden ocağında çalışmak gibi ağır bir işi vardı. Bilmiyorum, kendi kısıtlı yaşantım yüzünden herkesi kederli sanıyordum belki de… Geldiğinde evimizi toparlamak için canı çıkarcasına iş tutan ablama üzülüyordum. Gittiklerinde çarçur edilip iki günde ortadan kaybolan yiyeceklere para ödeyen ağabeyime içerliyordum. Gittikçe kararan suratına pişmanlığın iyice oturduğunu düşündüğüm babamdan endişeleniyordum. Benimki de iş mi ki, herkesin etrafında dönmesine rağmen, bir kere olsun yüzünün güldüğüne rastlamadığım o üvey insan’ın bile durumundan kaygılanıyordum… Ta ki ne yapacağımı bilemeyip de, uyandığıma pişman olduğum o sabaha kadar…

Öykünün geri kalanını PDF formatında okumak için tıklayınız
 
Tekerlekli Sandalye
Üst