alıntı olan güncel köşe yazıları (farklı konularda)

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48

Doğduğunuz ay tüm hayatınızı etkiliyor!


HAYIR! Burçlardan bahsetmiyorum. Gerçi astroloji de ilgimi çekmiyor değil. Benim burcumda Amadeus Mozart, Jules Verne, Thomas Edison, Charles Darwin gibi isimleri duyunca kendime birazcık pay çıkarmak için Kova burcunun tüm özelliklerini en ince detayına kadar okumuş bulunmaktayım. Ama yine de bu açıklamaların bilimsel yönü var mıdır, varsa nasıl bir hipotez üzerine kurulmuştur hiçbir fikrim yok. Benim size bahsetmek istediğim, bilimsel olarak ispatlanan çok ilginç başka bir gerçek var ve bu gerçek son 5 aydır bilim dünyasında gündem konusu.

Yapılan istatistiki araştırmalara göre göz fonksiyonlarımız, yeme alışkanlıklarımız, mental durumumuz,
psikolojik bozukluklarımız, daha birçok sağlığımız ve kişiliğimizle ilgili sorunlarımız hatta hatta inançlarımız, doğduğumuz ayla ve mevsimle ilişkili.

Milattan Önce 460’lı yıllarda öne sürülen bu ilginç yaklaşımın son yıllarda gündeme gelmesinin sebebi nedir? Modern tıp dünyası bir zamanlar duymaya tahammül edemediği bu savları neden incelemeye başlamıştır? Şu sıralar çok sorulan bu soruların sanırım tek bir yanıtı var: Yeni tedavi yöntemleri geliştirmek.

Yeni yaklaşımlara örnek olarak geçen hafta da bağırsak bakterilerinin beyin fonksiyonumuzu nasıl etkilediğini yazmıştım hatırlarsanız. Tamamen bilimsel metotlar kullanılarak yapılan araştırmalar insanoğlunun gerçekten de akla gelmedik faktörlerin etkileriyle sağlık sorunlarıyla karşı karşıya
kaldığını gösteriyor. Örneğin İsveç’te 3 milyon insan üzerinde yapılan bir araştırmayla ilkbaharda
doğanların diğerlerine oranla malignant melanoma (cilt kanseri) ve multiple sclerosis (MS) geliştirme
olasılığının çok daha yüksek olduğu ispatlanmış. Tabii ki çevre faktörleri ve yaşam alışkanlıkları sağlığı
çok büyük oranda etkilemektedir. Lakin aynı çevre ve alışkanlıkta olanların aynı sağlık sorunlarıyla
yüz yüze kalmadığı da bir gerçektir. Buna açıklama olarak sadece “genetik” ileri sürülse de tek
başına fazla bir anlam taşımadığı için incelenmesi gereken başka faktörler de tıp dünyasında devreye
girmiş bulunmakta.

Örneğin depresyonla intihar eğilimine girenlerin, şizofrenlerin, astım ve Parkinson hastalarının % 90’ının sonbahar ve kış döneminde doğdukları fark edilmiş. Bunun ardında yatan sebepler son 2-3 yıldır hızla araştırılıyor. İlk bulgulara göre bu dönemlerde doğanların beyinlerinde “sol superior temporal gyrus” denilen bölge diğer ayda doğanlara oranla çok daha küçük.

Peki buna sebep nedir? Henüz kimse bilmiyor!

Prematüre doğan bebeklerin çoğu neden mayıs ayı doğumludur? İlkbahar ve yaz döneminde
doğanlar neden daha şen şakrak, esprili, sosyaldir ve güçlü bir bağışıklık sistemi geliştirmişlerdir? Bu
tür soruları aydınlatmak için en detaylı araştırmalar özellikle Princeton Üniversitesi’nden geliyor.

Araştırmacılardan Dr. Janet Currie ve Dr. Hannes Schwandt yayımlanan bilimsel makalelerinde “Acaba
daha sağlıklı bir nesil için çocuğumuzun doğum aylarını hesaplayarak mı hamile kalmalıyız?”
sorusunu
sıklıkla yineliyorlar. Bu yaklaşım ne kadar mantıklı tartışılır...

Eğer bu şekilde bir hesaplamaya yıllar önce girilseydi yukarda saydığım dâhilerin hiçbirisi dünyaya gelmezdi. Benim dünya tarihinde isim yapmış burçdaşlarımın çoğunun “normal” olarak anılmadığı bir gerçek. Hemen hepsinin sayısız sağlık sorunları da vardı. Çılgınlıkları ve o sağlık sorunlarına rağmen insanlık tarihine katkıları bugün sürdürdüğümüz hayatın yapıtaşlarını oluşturuyor. Bu her burç için, her yaratıcı insan için geçerli elbette.

Sağlık sorunları olmasın diye yaratılmak istenen tek tip insan tek renk boya kalemle gökkuşağı çizmeye benzer. Bu dünya rengârenk güzel.

Güneş yağı sürerek nelere sebep oluyormuşuz!

BAZI güneş yağlarının kokusu beynimize öylesine kazınmıştır ki kış ortasında bile olsak aynı kokuyla
hemen kendimizi kumların üzerinde hissediveririz. Bizi böyle romantik hayallere sürükleyen güneş
yağları meğerse denize girdiğimizde suya karışarak deniz mini canlılarının hayatına son veriyormuş.
“Yok canım koskoca denizde ne kadar güneş yağı olacak ki canlıları öldürsün. O kadar tehlikeli olsa
vücudumuza sürdüğümüz an biz ölürüz” diyenleri duyar gibiyim.

Böylesi tepki göstereceklere de bilim insanları yanıtlarını hazırlamışlar: Güneş yağlarının içeriğinde nano partiküller, titanium dioksit ve çinko oksit bulunmaktadır. Bu maddeler su içerisinde güneş ışınlarıyla bir araya geldiğinde toksik maddeye dönüşerek daha çok kıyıya yakın yaşayan, bebek balıkların yediği mini canlıları yok ederler. Bu yüzden tüm okyanusu etkilemeseniz bile girdiğiniz kıyıdaki biyolojik dengeyi bozmaktasınız.

Özellikle tüm Akdeniz kıyısı bir yaz boyunca turistlerle dolup taştığından Akdeniz kıyılarındaki bebek balık sayısı geçen senelere oranla yarı yarıya düşmüştür.

“Peki, güneş yağı değil de ne sürelim?” diye soracak olursanız ona da bir yanıtları var: “Güneşyağınızı sürün ama denize girmeden önce duş alın. Aynen havuza girerken duş aldığınız gibi... O denizden çıkan balıkları bir 10 yıl sonra yemek istiyorsanız bu zahmete katlanmak zorundasınız.”

Çocuğunuzun zekâsını gösteren çizimler 4-5 yaşlarında bir çocuğun çizdiği insan resimleri hepimizin hoşuna gitmiştir. Diken diken saçlar,dolma parmaklar, kepçe kulaklar... Çoğumuz yüzümüzdeki o gülümsemeyi sabitlemek için duvarımıza, buzdolabımızın üzerine asmışızdır. Geçen hafta yayımlanan bir bilimsel araştırmaya göre o resimleraslında çocuklarımızın zekâsının bir yansıması. Resimlerde çizdikleri insan uzuvlarının sayısı arttıkça zekâ düzeyi de paralel olarak artıyor. Puanlama 12 üzerinden yapılıyor. Örneğin çizilen resimde baş, gövde, kollar, bacaklar, parmaklar, göz, ağız, burun, kaş, kirpik varsa puan 12. Her eksik olan uzuv için bir puan eksiltiliyor.

Araştırmanın tüm detayı önümüzdeki hafta Psychological Science isimli bilimsel dergide yayımlanacak.

Doğduğunuz ay tüm hayatınızı etkiliyor - Haberturk.com
 
Moderatörün son düzenlenenleri:

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
Selam unuttum.29,

Yazı harika alıntı bile olsa tam benlik yazılardan ama gözlerim çok yorulduğu için senden izin almadan biraz satırların arasını açtım yoksa bu kadar güzel yazıların okunmadan geçilmesine gönlüm razı gelmediği için arkadaşım yanlış anlama olur mu?

Bu bölüme aslında herkes kendi okuyupda beğendiği yazıyı ekleyebilir ve içlerinde gerçekten defalarca okunabilecek edebiyat türleri olacaktır diye düşünüyorum.

Paylaşımların artması dileklerimle...
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
Selam Gazoz Ağacı,
yazılarını takip ettiğim bir iki köşe yazarı var zaten, bu yazının sahibi Neva Hanım bir bilimkadını. hafta bir yazıyor. ekleyeceğim daha güzel yazıları da var.
düzenlemeleriniz iyi olmuş, sizin de emeğinize sağlık, teşekkürler.
Saygılar..
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
Almanya'da asgari ücret yok ama



Almanya'da asgari ücret yok, son yıllarda bazı Federal Meclislerde bazı işler için saatlik 8,5 Euro'luk ücret asgari ücret olarak kabul edilse bile işçi ile işveren dilediğince veya sendikalı işyeri ise Toplu İş Sözleşmesi ile ücret belirleniyor. Hatta ücret ve hizmet sözleşmesinin yazılı olması bile gerekmiyor, karşılıklı el sıkışmak bile kabul görüyor...



Bir haftalık Almanya izlenimlerimden gördüğüm kadarıyla, alışveriş ve harcamalar konusunda Türkiye ile rakamsal farklılık yok gibi bir şey. Mesela bir taksiye bindiğinizde gittiğiniz mesafe için Türkiye'de 20 lira ödüyorsanız orda da 20 Euro ödüyorsunuz. Kiralar da buraya yakın rakamlarda, fark ise Euro'nun TL karşısında 3 kat daha değerli olması. Bu sebeple Almanya'da kazanıp, biriktirip Türkiye'de harcama yaptığınızda fiyatlar üçte bir oranında ucuz geliyor.



***GARSONLAR 1500 EURO KAZANIYOR

Genelge Türk işverenlere ait yemek salonlarına ve dönercilere gittiğimde garsonların genelde aldığı ücretler 1500 Euro civarında ve bu rakamlarla zar zor geçiniyorlar. Ancak, çalışanlar üzerindeki vergi yükü bizden çok az olduğu gibi dolaylı vergiler de yok denecek kadar az. Bu sebeple de bir garson bir aylık maaşı ile bile güzel bir ikinci el araba alabiliyor. Bu garson evli ve eşi çalışmıyorsa bir de 352 Euro eşi için 182 Euro çocuğu için sosyal yardım aldığında ve buna ilaveten 300 Euro gibi kira yardımı aldığında para biriktirecek hale geliyor.



***ASGARİ ÜCRET YOK AMA

Evet Almanya'da asgari ücret yok ama zaten dün de bu köşeden okuduğunuz üzere 2 çocuklu bir aileye devlet 1962 Euro sosyal yardım aldığından bu rakamdan daha (çocuk parası ve sosyal yardım düşüldüğünde) az ücretle çalışmaya zaten razı olmuyor. Zira, kendisi için 352 euro geçim parası ile kira yardımı rakamını aşan ücretler olmadan (ki bu da yaklaşık 1300 Euro'ya geliyor) işe girmiyor. Yasalarla belirlenmiş olmasa da sosyal devlet Almanya'nın sosyal yardımları asgari ücreti kendiliğinden belirlemiş.



*************************************

İzninizin bir gününü yemişler

Ali bey, geçen hafta cuma günü yıllık iznimden sayılmak üzere bir günlük izin istedim bana cuma dışında cumartesiyi de izinli sayar 2 gün kullandı sayarız dediler. Ancak, ben bu işyerinde sadece hafta içi çalışıyorum, cumartesi ve pazar zaten izinliyim. Bu yapılan bana yanlış geldi siz ne dersiniz? İsmi Saklı



Sayın okurum, işyerinde haftanın altı günü yani cumartesi dahil işyerinde çalışıyor olsaydınız işverenin yaptığı iş doğru idi. Ancak, siz zaten işyerinde cumartesi ve pazar çalışmıyor sadece hafta içi beş gün çalışıyorsunuz bu sebeple, cuma günü aldığınız izin sadece bir günlüktür. İşveren bu izne cumartesiyi de dahil edip 2 gün sayamaz. Siz şimdi bu işlemi yapan işverenin yetkilisi ile görüşün.




AliTezel.com - Almanya'da asgari
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
Üniversitede dersine katılmak şansı bulduğum Hocam Mehmet TEKİN Bey'den bir alıntı:
fiskelik(62)
'dünyanın en yaşlı kadını' unvanına sahip 127 yaşındaki Meksikalı Leandra Becerra -nihayet- vefat etmişMİŞ. ardında, geçin çoluk çocuğu, onlarca torun bırakan Becerra hanım, vefat öncesinde evliliğe kafayı takmış ve kendinden sonrakilere de 'sakın evlenmeyin' diye vasiyet etmişMİŞ!.. anlaşılan o ki, garibim çok çekmiş erkeğinden.. salt erkekler mi çektirir? kuşkusuz hayır. şarkılarda, türkülerde ve dahi şiirlerde 'çektirmek' hali daha çok kadınlara atfedilir: 'sana da benim gibi çektiren mi var?' şarkısı malum ve tazeliğini halen korumakta.
evlilik ve kadın denkleminde en acımasız yargı -herhalde- G. Sand'a ait. 'iyi ki erkek değilim' diyor ünlü kadın romancı ve ekliyor: 'çünkü o zaman bir kadınla evlenmek zorunda kalırdım'. akrep gibi bir söz. insanın 'Sand, acaba çirkin biri miydi de hemcinsleri hakkında böyle ağır ve acımasız laf sarfetmiş?' diyesi geliyor. her neyse efendim bu vadide söz bitmez; ortalığı fazla heyheylemeden evlilik bahsini Sokrat'ın tavsiyesiyle bağlayalım: sima olarak tarihin kaydettiği 'en çirkin' filozof olan Sokrat, çirkinliğine rağmen etrafından 5, 6 delikanlıyla dolaşırmış. o günün Atinasından bunlar normaldendir efendim; kadınlar, evdedirler ve ancak izinle dışarı çıkarlar, meydansa erkek/erkeğe erkeklere kalmıştır. siz artık düşünün 'Agora piyasası'nda Sokrat'ın havasını ve yanındakilerin gurur salvolarını(eee Sokrat'ın yanında olmak ve Sokrat'la dolaşmak kolay değil ve nihayet her kula nasip olmaz!?) işte bu dolaşmaların mola faslında olmalı, haytalardan biri, 'efendim, evlenelim mi evlenmeyelim mi?' diye sorunca, Sokrat, ona içinden kolayca çıkılmayacak bir cevap verir: 'ister evlenin ister evlenmeyin; sonunda nasıl olsa pişman olacaksınız!..' sen, Atina sokaklarında bir alay 'oğlanla' dolaş ve sonra kalk bu çetrefil cevabı ver.
Sokrat-Sand-Becerra hattında kafanız karıştı, biliyorum. siz en iyisi kafası karışıklardan olmayın; kendi kararınızı, kendiniz verin derim. önce 'Allah'ın emri ve Paygamberin kavliyle..' çıkın yola. peki sonra? sonrası kısmet meselesi: dilerim kısmetiniz açık, kısmetliniz güzel olsun!..
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
KISSADAN HİSSE,
Bir Kişisel Gelişim Hikayesi..
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış…Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. “Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı” dermiş hep.


Bir sabah kalkmışlar ki,at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi.Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler…İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş.”Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar.


Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.” Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş…Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler.”Babalık” demişler, “Sen haklı çıktın.
Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var..”

“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?” Köylüler bu defa açıktan ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu herif sahiden gerzek” diye geçirmişler…

Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara.”Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler.
İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş.”O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı.Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.”


Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler… “Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer…”


“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde… Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”



Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatle tamamlamış:




“Acele karar vermeyin.Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir.Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur.Buna rağmen akıl,insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar.Bir kapı kapanırken, başkası açılır.Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.”
Yazar : Lao Tzu
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
Yine Mehmet TEKİN Hocamdan İLK AŞK üzerine bir yazı..

(not: geçen fiskelikte ‘evlilik’ konusunu ele almış ve kimini mutlu kimini de huzur etmiştim. Ne diyelim ‘ahvâl-l âlem’ böyle ve ‘evlilik’ de alemin hallerine dahildir. bu fiskelik ise, işin devamı mahiyetindedir ve ilk aşkın sızısını bir ömür boyu taşıyanlara adanmıştır. hayra yorup hayrını görelim ve nasibimize düşen bu ezeli ezikler hikayesinden ‘kıssadan hisse’ çıkaralım derim).
……….
aşk bahsinde ‘ilk aşk’a hep özel bir yer ayrılmıştır öteden beri. öyle de olmalı tabii: çünkü adı üzerinde ‘ilk aşk’tır; tektir, zariftir, kırılgandır, darılgandır!.. ona küsmemek, onu küstürmemek lâzım. onu muteber ve muazzez kılan, zaman cetvelinde mazide, umut köprüsündeyse ‘arafta’ kalmışlıktır diyeceğim. sevdanın rahmine düştüğü vakitten itibaren o, ‘ilk aşk’tır ve çoğun çoğu ilk aşklar gibi, ya başlamadan bitmiştir ya da bir vakit sonra bitmeye yüz tutup tarih olmuştur: olmuştur ve bizim, yani ilk aşk mağdurlarının, hatta mecnunlarının tarihinin en özel, en ücra ve mutena köşesine çekilmiştir. ölmemiştir ve ölmeyecektir de. ta ki, şu devranda her nefsin tatmak mecburiyetinde kaldığı son demi tadana kadar… tuhaf, ama gerçek: ilk aşkların evlilikle taçlananı pek az, hatta çok az olmuştur. peki neden böyle? dedik ya, ilk aşk olduğu için öyle; çünkü o; tazedir, kırılgandır, uçuktur, kaçıktır; mavidir, arada beyazdır, ama çoğun pembedir. ömrün herhangi bir vaktinde, dönüp onu hatırladığımızda yüzümüzün hafif tertip pembeleşmesi de bu yüzden olmalı. pişmanlık? hayır!.. ilk aşkı yaşamamak? asla!.. yaşanmaması halinde, ‘ilk aşk’ gibi esrikli, eksikli, ama hoş mu hoş aşk hikayemizden(unutulmaz ‘love story’imizden) mahrum kalacak, elin oğlu, karşımıza geçip haz ve hicran yüklü yakıcı aşk hikayesini yanık Ömer romantizmiyle ballandıra ballandıra anlatırken(şerha şerha hicran yaresini mahur beste esintisiyle selsebil sunarken) ilk aşktan nasiplenmemiş olan ben, sen, o; biz, siz, onlar, duvar dibinde siftinen sefil mecnunlar misali kala kalacaktık ortalık yerde. ol nedenle efendim, ortalık yerde nasipsiz, sersefil kalmamak için, ne yapıp edip gönül dağ§arcığımızda bir ‘ilk aşk’ hikayemize(kendi özgün ‘love story’mize) yer açalım derim. varsın bizi Ferhat misal dağlara sürsün, varsın bize Kerem gibileyin dişler söktürsün, varsın Zelihaların, Leylaların kulu/kölesi yapsın, bütün bu eziyetlere rağmen varsın evlilikle taçlanmasın: bize, serap zerafetince yaşanmışlığı, hatta yaşanmadan hissedilmişliği yeter. garip bir hal de şu ki, ilk aşkın sillesi ne kadar ağır ve okkalı olursa olursa, hatırlanıp yürek dağlaması da o kadar kolay ve dramatik oluyor. ünlü romancımız Tarık Buğra da o misal yüreği dağlananlardan biri olmalı(laf aramızda kalsın gerçekten gerçekten öyle: fakire, fakülte bıraktırmıştır diyeyim de, siz bakiyyesini anlayın artık). öyle olmasına rağmen sevgili Buğra, yine de mantığın ipini bırakmıyor ve “bütün ilk aşklar, evlenme ile bitseydi dünya çileli çiftlerle dolardı.” diyor(Yalnızlar Romanı, s. 22).
öf ki öf!..
iyi ki bütün ilk aşklar, evlilikle bitmemiş: alem, şu haliyle bile çileli çiftler çiftliğine dönmüşse, varın gerisini siz düşünün. demek ki, ilk aşkların nadiren evlilikle sonuçlanması, dünyanın lehine olmuş ve böylece dünya, mecnunlar çiftliğine dönüşmemiş. öyleyse, ilk aşkın bıraktığı yaranın vardır bir hikmeti diyecek ve bu yaranın kabuk altı sızısını şu dizelerle serinleteceğiz:
aşk yarası
utangaç bir gül gibi
erken açan aşklardır
bizi en çok yaralayan
ömrün körpe vakitlerinde
ömrün körpe vakitlerinde
bizi en çok yaralayan
ilk aşkın bıraktığı çiziktir
bir ömür boyu unutamadığımız
saklı sandıklarda unutulmuş
ucu yanık mektup hüznüyle
bir ömür boyu hatırladığımız
ilk aşkın bıraktığı çiziktir
bizi en çok yaralayan
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
Değerli Hasan YILMAZ Hocamdan bir yazı,

Sevme Sanatı

(...) Büyük çoğunluk sevme sorununu, sevmek'ten kişinin kendi sevme yetisinden çok, sevilme sorunu olarak görür. Bu yüzden onlar için önemli olan nasıl sevilebilecekleri, nasıl sevimli olabilecekleridir. Bu amaca ulaşmak için çeşitli yollara başvururlar.

Özellikle erkeklerin yeğlediği yollardan biri, başarılı olmak, yaşadığı toplum içinde büyük ölçüde güç ve para elde etmektir. Kadınların seçtiği bir yol da, vücuduna, giyimine bakarak alımlı olmaya çalışmaktır.

Kadınlarla erkeklerde ortak olan bir başka göze girme yolu, hoş davranışlar edinmek, ilgi çekici bir biçimde konuşabilmek, yardımsever, alçak gönüllü olmak ve kimseyi incitmemektir. İnsanın sevimli olmak için yaptıklarının çoğu başarılı olmak, “dost edinmek ve başkalarını etkilemek” için yaptıkları ile aynıdır. Aslına bakarsak bizim ekinimizdeki birçok insanın sevimli olmaktan anladığı, herkesin hoşuna gitmekle albenisi olmak arasında bir şeydir. (Eric From; Sevme Sanatı)


SEVGI CANLI BIR ORGANİZMADIR. Büyümesi gelişmesi, meyve vermesi için beslemek gerekir. Besini ise emektir, anlayıştır, sabırdır bazen; omuz vermek, nitelikli zaman geçirmektir. Bazen de özveridir, verdiği değeri davranışıyla göstermektir, fedakarlıktır; Sorumluluk duymaktır sevdiğine karşı. "Eğer..." Ile başlayan cümlelerle DEĞIL; "rağmen..." Ile başlayan cümlelerle düşünmek ve konuşmaktır. Ve belki de en zoru; emeklemeden yürümenin, yürümeden koşmanın, koşmadan da zıplamanın mümkün olmadığı gibi BEKLEMEKTİR SABIRLA...

SEVMEK ZOR İŞTİR; GÜÇLÜ INSAN İŞİDİR.

(Hasan Yılmaz)
 
Moderatörün son düzenlenenleri:

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
yine Neva Hanımdan çok güzel bir yazı..

“İki gözümüz, iki kulağımız, bir ağzımız var. Pişmanlık duymamak için bir olaya iki kez bakıp, karşımızdakini iki kez dinleyip, bir kez konuşmakta fayda var.”

Ağzımızdaki ‘şeytan’

AĞZIMIZIN içinde yerinde durmayan 60-70 gramlık organımızdan, yani dilimizden bahsediyorum. Geçen haftanın en çok okunan bilim haberlerine bakınca anladım ki, dilimizi “paketleyip bir süreliğine rafa kaldırabilsek” ya da “eğitebilsek”, şahsımızın da, dünyanın da yarıdan fazla problemi sona erecek. Gerçekten!

O parmak izi kadar kişiden kişiye farklılık gösteren “dilimiz” küresel ısınmaya da, sağlığımızın altüst olmasına da, ilişkilerimizin bozulmasına da sebep olan bir numaralı vücut parçamız aslında. İsterseniz sağlığımıza olan etkisinden çıkalım yola...

KİLO VERMEK İÇİN EN BİLİMSEL VE KOLAY YOL ACIKTINIZ...

ACIKTINIZ... Sırf sizin için sevdiğiniz yemeklerden nefis bir ziyafet sofrası hazırlanmış. İstediğiniz kadar yeme özgürlüğü de verilmiş. Yarım saat sonra doymuş, hatta biraz fazlaca gerilmiş karnınızı mutlu bir tebessümle ovarak masadan ayrılırsınız.

Leeds Üniversitesi araştırmacılarına göre, yediğiniz yemeğin sadece % 20’si vücudun ihtiyacı, geri kalan % 80’i ise yaşadığınız duygusal boşluğu tatmin (haz) için mideye yollanıyor. Tufts Üniversitesi araştırmacıları, mutsuz olduğunuzda elinizin yağlı ve şekerli yiyeceklere değil de daha sağlıklı yiyeceklere uzanması için “beyninizi/ dilinizi” nasıl terbiye edeceğinizi geçen hafta Nutritions&Diabetes isimli bilimsel dergide yayınladıkları bir makalede açıklamışlar.

Araştırmacılardan Dr. Susan B.Roberts, yöntemi şöyle özetliyor: “Hiç kimse anasından kızarmış patates, makarna, yağlı kebaplar severek doğmaz. Bir yemeğe bağımlılık, o yemeği tekrar tekrar yiyerek, o yemeğin beyinde uyardığı bölgeyi geliştirmekle oluşur. Bunu beyne uyguladığımız MRI ile tespit etmiş bulunmaktayız. Bu gelişim geri dönüşümsüzdür.

Daha sağlıklı yiyecekler yemek ve kilo vermek istiyorsanız beyninizin sağlıklı yemeklere karşı fonksiyon gösteren bölümünü geliştirmeniz gerekmektedir. Bu da tam 6 ay kadar bir süre alır. Bu süre içerisinde öğünlere otururken sevdiğiniz yemeğin yanı sıra büyük bir tabak ‘sağlıklı’ olarak nitelendirilen sebze, meyve ve yoğurttan oluşan yiyecek tabağı hazırlayın. Yemeğe o tabaktan başlayın.

Diğer sevdiğiniz tabaktan da bir miktar yemeyi ihmal etmeyin. 6 ay sonra dilinizdeki tat alma tomurcuklarının başka tatlara duyarlılığı değişecektir. Bir süre sonra ağır, yağlı ve çok şekerli yiyeceklere karşı ilgisizliğin kendiliğinden geliştiğini göreceksiniz. Sinirlerinizi bozmadan kilo vermenin ve sağlıklı bir yaşamın en kolay yolu budur.” Şahsen ben bu açıdan “dilimi eğitmeye” başlıyorum. 6 ay sonra da (mart ayında) sonucu sizlerle paylaşacağım. Umarım sizler de bu sayfadan bizlerle paylaşırsınız.

Küresel ısınmayı yavaşlatmak için vejetaryen olur musun?

“YOK arkadaş, ben et yemeden duramam. Hem sağlık için de çok gerekli” diyenler üzerinde yapılan bir araştırma, etin faydadan çok sadece lezzeti için yendiğini ispatlamış. 1 aylık uygulamada dile damlatılan tat almayı önleyen bir kimyasal sonrası hazırlanan etli yemekleri sırf faydası için yiyenler sadece % 2 gibi bir oranla kısıtlı.

Yani aslında olay sırf boğazdan geçene kadarki tatla alınan hazdan öteye gitmiyor. Ve sırf o haz için bırakın kırmızı etin sağlık üzerine olan negatif yan etkilerine, hayvanların (özellikle bazı mezbahalarda) son derece etik dışı muamelelere maruz kalmalarına ve sebep olduğu negatif küresel değişimlere göz yummaktayız.

Geçen ay Dr. Rajendra Pachauri yönetiminde gerçekleştirilen “Birleşmiş Milletler İklim Değişim Paneli”nde halk tarafından bilinmeyen gerçekler, matematiksel hesaplamalarla tekrar gündeme getirildi. Küresel ısınmaya sebep olan 3 temel gaz var: “Karbondioksit, metan ve nitrik oksit.”

Et kaynağı olarak yetiştirilen hayvanların üretimi ve diğer yan işlemler için kullanılan teknoloji, bu üç gazı ciddi oranlarda doğaya salmakta. Bu oran hesaplandığında elde edilen sonuç, tahminlerin çok ötesinde: “Et üretimi küresel ısınmaya sebep olan 3 ana sebepten ikinci sırada yer alıyor. Bitkisel yiyeceklerin hazırlığı sırasında doğaya verilen zarar ise bu oranın çok altlarında yer alıyor.”

Chicago Üniversitesi bilim insanlarının bu panelde verdiği demeç ise gerçekten düşündürücü: “Hibrit araba alanlara sorarsanız ‘doğa için doğayla barışık teknoloji seçmeyi’ tercih sebeplerinden biri olarak göstereceklerdir. Oysa o arabanın kullanıcısı vejetaryen olmaya kalkışsa doğaya arabasının pozitif etkisinden çok daha faydalı bir katkıda bulunacaktır. Et yiyenler bu gezegeni vejetaryenlerden tam 7 kez, arabalardan ise 2 kez fazla kirletmektedirler.”

Yani olay yine “dil eğitimi”nde bitiyor. Sırf çocukları ve hayvanları düşünerek yaşadığı gezegeni kurtarmak için et yemekten kaç kişi fedakârlık eder bilmiyorum.

Mutluluğu bozan da yapan da aynı şey

BİLİM bazen “Zaten biliyorum” denilen konular üzerine de araştırmalar yapar ve bilimsel olarak o konuya delillerle bir açıklama getirir. The Gottman Enstitüsü de mutluluk üzerine böylesi bir araştırma tamamlayarak sonuçlarını geçen hafta bir basın toplantısında tartışmaya açtı.

Araştırmada binlerce çiftin günlük olarak birbirleriyle konuşmaları/tartışmaları izlenmiş. Aradan 4 yıl geçtikten sonra o çiftlerin evlilikteki mutluluklarının ne durumda olduğu araştırılmış. Elde edilen sonuçlara göz atıldığında, mutluluğu bozanın da yapanın da insanın konuşma tarzı yani “dil”i olduğu anlaşılıyor.

Tartışırken birbirlerine “sen” diye hitap eden, sürekli “kendisinin nasıl mahvolduğunu” dile getiren çiftlerde 4 yıl sonra boşanma oranı % 80’lere ulaşmış. Geri kalan % 20 ise mutsuz ve ileri tarihlerde boşanabilecekleri ihtimalini açıklamışlar. Oysa çok akıllıca bir taktikle tartışmalarda “sen” yerine “biz” kelimesini kullanıp doğan problemlerde “birlikte neler yapılabileceği”ni tartışanlarda boşanma oranı % 5’lere düşmüş.

Çok güzel bir deyim vardır: “İki gözümüz, iki kulağımız, bir ağzımız var. Pişmanlık duymamak için bir olaya iki kez bakıp, karşımızdakini iki kez dinleyip, bir kez konuşmakta fayda var.” Bu gerçek sırf aile içerisinde değil, iş ilişkilerinde de kesin geçerli.


Ağzımızdaki ‘şeytan’ - Haberturk.com
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
:p
yine Neva Hanımdan çok güzel bir yazı..

“İki gözümüz, iki kulağımız, bir ağzımız var. Pişmanlık duymamak için bir olaya iki kez bakıp, karşımızdakini iki kez dinleyip, bir kez konuşmakta fayda var.”

Ağzımızdaki ‘şeytan’

AĞZIMIZIN içinde yerinde durmayan 60-70 gramlık organımızdan, yani dilimizden bahsediyorum. Geçen haftanın en çok okunan bilim haberlerine bakınca anladım ki, dilimizi “paketleyip bir süreliğine rafa kaldırabilsek” ya da “eğitebilsek”, şahsımızın da, dünyanın da yarıdan fazla problemi sona erecek. Gerçekten!

O parmak izi kadar kişiden kişiye farklılık gösteren “dilimiz” küresel ısınmaya da, sağlığımızın altüst olmasına da, ilişkilerimizin bozulmasına da sebep olan bir numaralı vücut parçamız aslında. İsterseniz sağlığımıza olan etkisinden çıkalım yola...

KİLO VERMEK İÇİN EN BİLİMSEL VE KOLAY YOL ACIKTINIZ...

ACIKTINIZ... Sırf sizin için sevdiğiniz yemeklerden nefis bir ziyafet sofrası hazırlanmış. İstediğiniz kadar yeme özgürlüğü de verilmiş. Yarım saat sonra doymuş, hatta biraz fazlaca gerilmiş karnınızı mutlu bir tebessümle ovarak masadan ayrılırsınız.

Leeds Üniversitesi araştırmacılarına göre, yediğiniz yemeğin sadece % 20’si vücudun ihtiyacı, geri kalan % 80’i ise yaşadığınız duygusal boşluğu tatmin (haz) için mideye yollanıyor. Tufts Üniversitesi araştırmacıları, mutsuz olduğunuzda elinizin yağlı ve şekerli yiyeceklere değil de daha sağlıklı yiyeceklere uzanması için “beyninizi/ dilinizi” nasıl terbiye edeceğinizi geçen hafta Nutritions&Diabetes isimli bilimsel dergide yayınladıkları bir makalede açıklamışlar.

Araştırmacılardan Dr. Susan B.Roberts, yöntemi şöyle özetliyor: “Hiç kimse anasından kızarmış patates, makarna, yağlı kebaplar severek doğmaz. Bir yemeğe bağımlılık, o yemeği tekrar tekrar yiyerek, o yemeğin beyinde uyardığı bölgeyi geliştirmekle oluşur. Bunu beyne uyguladığımız MRI ile tespit etmiş bulunmaktayız. Bu gelişim geri dönüşümsüzdür.

Daha sağlıklı yiyecekler yemek ve kilo vermek istiyorsanız beyninizin sağlıklı yemeklere karşı fonksiyon gösteren bölümünü geliştirmeniz gerekmektedir. Bu da tam 6 ay kadar bir süre alır. Bu süre içerisinde öğünlere otururken sevdiğiniz yemeğin yanı sıra büyük bir tabak ‘sağlıklı’ olarak nitelendirilen sebze, meyve ve yoğurttan oluşan yiyecek tabağı hazırlayın. Yemeğe o tabaktan başlayın.

Diğer sevdiğiniz tabaktan da bir miktar yemeyi ihmal etmeyin. 6 ay sonra dilinizdeki tat alma tomurcuklarının başka tatlara duyarlılığı değişecektir. Bir süre sonra ağır, yağlı ve çok şekerli yiyeceklere karşı ilgisizliğin kendiliğinden geliştiğini göreceksiniz. Sinirlerinizi bozmadan kilo vermenin ve sağlıklı bir yaşamın en kolay yolu budur.” Şahsen ben bu açıdan “dilimi eğitmeye” başlıyorum. 6 ay sonra da (mart ayında) sonucu sizlerle paylaşacağım. Umarım sizler de bu sayfadan bizlerle paylaşırsınız.

Küresel ısınmayı yavaşlatmak için vejetaryen olur musun?

“YOK arkadaş, ben et yemeden duramam. Hem sağlık için de çok gerekli” diyenler üzerinde yapılan bir araştırma, etin faydadan çok sadece lezzeti için yendiğini ispatlamış. 1 aylık uygulamada dile damlatılan tat almayı önleyen bir kimyasal sonrası hazırlanan etli yemekleri sırf faydası için yiyenler sadece % 2 gibi bir oranla kısıtlı.

Yani aslında olay sırf boğazdan geçene kadarki tatla alınan hazdan öteye gitmiyor. Ve sırf o haz için bırakın kırmızı etin sağlık üzerine olan negatif yan etkilerine, hayvanların (özellikle bazı mezbahalarda) son derece etik dışı muamelelere maruz kalmalarına ve sebep olduğu negatif küresel değişimlere göz yummaktayız.

Geçen ay Dr. Rajendra Pachauri yönetiminde gerçekleştirilen “Birleşmiş Milletler İklim Değişim Paneli”nde halk tarafından bilinmeyen gerçekler, matematiksel hesaplamalarla tekrar gündeme getirildi. Küresel ısınmaya sebep olan 3 temel gaz var: “Karbondioksit, metan ve nitrik oksit.”

Et kaynağı olarak yetiştirilen hayvanların üretimi ve diğer yan işlemler için kullanılan teknoloji, bu üç gazı ciddi oranlarda doğaya salmakta. Bu oran hesaplandığında elde edilen sonuç, tahminlerin çok ötesinde: “Et üretimi küresel ısınmaya sebep olan 3 ana sebepten ikinci sırada yer alıyor. Bitkisel yiyeceklerin hazırlığı sırasında doğaya verilen zarar ise bu oranın çok altlarında yer alıyor.”

Chicago Üniversitesi bilim insanlarının bu panelde verdiği demeç ise gerçekten düşündürücü: “Hibrit araba alanlara sorarsanız ‘doğa için doğayla barışık teknoloji seçmeyi’ tercih sebeplerinden biri olarak göstereceklerdir. Oysa o arabanın kullanıcısı vejetaryen olmaya kalkışsa doğaya arabasının pozitif etkisinden çok daha faydalı bir katkıda bulunacaktır. Et yiyenler bu gezegeni vejetaryenlerden tam 7 kez, arabalardan ise 2 kez fazla kirletmektedirler.”

Yani olay yine “dil eğitimi”nde bitiyor. Sırf çocukları ve hayvanları düşünerek yaşadığı gezegeni kurtarmak için et yemekten kaç kişi fedakârlık eder bilmiyorum.

Mutluluğu bozan da yapan da aynı şey

BİLİM bazen “Zaten biliyorum” denilen konular üzerine de araştırmalar yapar ve bilimsel olarak o konuya delillerle bir açıklama getirir. The Gottman Enstitüsü de mutluluk üzerine böylesi bir araştırma tamamlayarak sonuçlarını geçen hafta bir basın toplantısında tartışmaya açtı.

Araştırmada binlerce çiftin günlük olarak birbirleriyle konuşmaları/tartışmaları izlenmiş. Aradan 4 yıl geçtikten sonra o çiftlerin evlilikteki mutluluklarının ne durumda olduğu araştırılmış. Elde edilen sonuçlara göz atıldığında, mutluluğu bozanın da yapanın da insanın konuşma tarzı yani “dil”i olduğu anlaşılıyor.

Tartışırken birbirlerine “sen” diye hitap eden, sürekli “kendisinin nasıl mahvolduğunu” dile getiren çiftlerde 4 yıl sonra boşanma oranı % 80’lere ulaşmış. Geri kalan % 20 ise mutsuz ve ileri tarihlerde boşanabilecekleri ihtimalini açıklamışlar. Oysa çok akıllıca bir taktikle tartışmalarda “sen” yerine “biz” kelimesini kullanıp doğan problemlerde “birlikte neler yapılabileceği”ni tartışanlarda boşanma oranı % 5’lere düşmüş.

Çok güzel bir deyim vardır: “İki gözümüz, iki kulağımız, bir ağzımız var. Pişmanlık duymamak için bir olaya iki kez bakıp, karşımızdakini iki kez dinleyip, bir kez konuşmakta fayda var.” Bu gerçek sırf aile içerisinde değil, iş ilişkilerinde de kesin geçerli.


Ağzımızdaki ‘şeytan’ - Haberturk.com
biri her gün hatırlatsa bu yazıyı oku diye ne güzel olur
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
Neva ÇİFÇİOĞLU BANES İmzalı bir yazı:


Psikopat!

PSİKOPAT!.. Sizi kızdıran, canınızı yakan kişiye bir anda ağzınızdan çıkıveren bu kelimenin ardında ne sırlar yatıyormuş meğer. Geçen hafta yayımlanan birkaç bilimsel makaleyi okuduktan sonra daha farklı düşünmeye başladım. Sağımız solumuz psikopat doluymuş da haberimiz yok.

Şimdi bütün önyargılarınızı cebinize koyun, oturun ve sizler için özetlediğim bilimsel açıklamalara bir kulak verin. Şaşıracaksınız! Okudukça, “Ben de mi psikopatım acaba” sorusunu sormaya başlarsanız da merak etmeyin. Çevrenizde bu kadar psikopat varken etkilenmiş olmanız normaldir.

Bazı gerçeklerin farkına varmak, sorgulamak ve çözüm aramak, akvaryumdaki balık gibi yaşamaktan iyidir, inanın. Önce bilimdeki tanımlamasına bir göz atalım bu hastalığın. “Psikopati hastalığına maruz kalanlar”a deniyor psikopat. Psikopati, psikologlara göre en tehlikeli kişilik bozukluğu. Çünkü bu bozukluğu taşıyanların, çevresindekileri ve olayları manipüle etmekte üzerlerine yok.


Akıllı ve kurnaz olduklarından kişiler üzerinde “güvenilir” ve “sempatik” bir imaj oluşturuyorlar. Fakat ardından kendilerine yakın olanlara ve üzerlerinde kontrol kurduklarına karşı maddi ve manevi ciddi zararlar vermeye başlıyorlar.


1930’lu yıllarda sadece çevresine zarar verenler “sosyopat” olarak gruplandırıldıysa da Amerika Psikiyatri Derneği, 2013 yılından itibaren aşağıda sayacağım 10 özelliğin hepsini üzerinde taşıyan her bireyi “psikopat” olarak tanımlamaya karar vermiş:

1. Kanunları, kuralları ve toplum değerlerini hiçe saymak.

2. Başkalarının haklarını ihlal etmek.

3. Empati kuramamak.

4. Hatalarını kabul etmemek.

5. Aniden beliren saldırgan tavırlar sergilemek.

6. Hissetmediği halde duygusallaşmış rolü yapmak.

7. Suç işleyeceği zaman çok önceden zekice planlar kurarak kendi gibileriyle ekipleşmek.

8. Doğa ve özellikle hayvan sevmemek ve fırsat bulduğunda direkt ya da dolaylı yoldan zarar vermek.

9. Kinci ve intikamcı olmak.

10. Kendine göre kurallar oluşturarak çevresindekilere uyması için baskıda bulunmak.


Londra Kraliyet Üniversitesi uzmanlarının 2012 yılında “Archives of General Psychiatry” isimli bilimsel dergide yayımladığı makaleye göre, psikopatların beyin MRI sonuçlarında (gri tabakada) anormallikler var. Bu araştırmadan yola çıkan yine İngiltere’den bir psikolog, geçen hafta yaptığı basın toplantısıyla çok dikkat çekici, ilginç iddialarda bulundu. O iddialar aynen şöyle:


“Psikopatlar içerisinde zekâ düzeyi (IQ’su) yüksek olanlar çoğunluğu oluşturur. Bu insanlar yalan söylemeyi, hiç yetenekleri olmadığı halde kendilerini satmayı çok iyi becerirler. En çok dikkat çeken özellikleri, duygusuzluklarını saklamalarıdır.


Örneğin, psikolojisi normal bir insanı gözyaşlarına boğacak bir duygusal olay karşısında hiç etkilenmemektedirler. Fakat akıllarını kullanarak duygusal rolü oynamak için çaba gösterirler. Hatta gözyaşlarıyla ağlayabilirler.


Bu yüzden normal insandan ayırt ederek ‘psikopat’ teşhisi koymakta zorluk çekilir. Lakin bizlerin yani psikologların kullandığı, gerçek duyguları ölçen bir tekniğimiz vardır. Adı: Galvanic Skin Response (GSR). O alette parmağa takılan elektrotlar bulunmakta. Bu elektrotlar sayesinde yalandan ağlama gibi gerçek olmayan davranışları derhal tespit edebilmekteyiz.


Bu aletle araştırmamızda İngiltere’de çok büyük şirket çalışanları ve yöneticileri üzerinde psikolojik analizler yaptık. Elde ettiğimiz sonuçlar gerçekten korkutucu boyutlarda. Çünkü öyle görünüyor ki, yönetici konumundakilerin büyük çoğunluğu ‘psikopat’ sınıfına girmekte.”


Önümüzdeki hafta “The Journal of Forensic Psychiatry & Psychology” isimli bilimsel dergide yayımlanacak bu makaleyi okuyunca önce bu araştırmayı yapan, destekleyen, açıklayan ve yayımlayan tüm bilim insanlarının özgüven ve cesaretlerine hayran kaldım.


Ondan sonra da kendi kendime, “Dünya genelinde hüküm süren haksızlıklara, yolsuzluklara, savaşlara şaşırmamak gerek” diye düşündüm. Çok önemli yönetici konumundaki her kişinin parmağına birer GSR elektrodu takmak geldi içimden.



Eksik beyinle sakin ve mutlu bir hayat

24 yaşında, gayet sağlıklı ve mutlu bir Çinli genç kadın... Hayattan hiçbir şikâyeti yok. Arada bir gelen baş dönmelerini “Acıktım, kan şekerim düştü galiba” diye önemsemiyor. Bir gün annesinin ısrarıyla doktora gidiyor. Çekilen “CAT scan”de beyninin “serebellum” denilen bölümünün doğuştan olmadığı anlaşılıyor. Çocukluğunda geç yürüyüp geç konuşan genç kadının hayatında başka önemli bir anormallik yok. Tıp tarihinde “serebellum”u olmayan insanlar görülmüş ama çok küçük yaşlarda hayatlarını yitirmişler ve ancak otopside bu anormallik tespit edilebilmiş. Geçen hafta basına duyurulan bu ilginç tıbbi buluş, doktorlar arasında hâlâ tartışılıyor. Tamamen konuşma ve dengeden sorumlu bir beyin bölgesinin eksikliğinde yürüyebilen ve konuşabilen bir insanın beyninde hangi bölgede, nasıl bir değişim olmuş olabileceği üzerine tahminler yürütülüyor.



IŞİD ile ilgili ilginç tesadüf

IŞİD’in anlamı: Irak ve Şam İslam Devleti. İngilizce’de geçen adı: ISIS. “Aysis” olarak okunuyor. “The Islamic State of Iraq and Syria”nın kısaltılmışı. Son iki haftadır ABD medyasında en çok tartışılan konu, IŞİD’in acımasızca kullandığı insan öldürme tekniklerine “biyolojik saldırı”yı dahil edip etmeme olasılığı. Konuyu tartışmak üzere televizyon programlarına sık sık mikrobiyolog meslektaşlarım konuk olarak davet ediliyorlar. Olası saldırıya karşı alınabilecek önlemler tartışılıyor. Geçen hafta izlediğim bir tartışmada David Albright, ISIS isminden çok rahatsızlık duyduğunu, bundan böyle bu eli kanlı terör grubunun başka bir isimle anılması gereğini savundu. Öne sürdüğü gerekçe ise gerçekten hem geçerli hem de çok ilginç: David Albright uluslararası güvenlik ve bilim enstitüsünün yönetim kurulu başkanı. Bu enstitünün hedefi, bilimi kullanarak dünyada barışın ve güvenliğin nasıl sağlanabileceğini araştırmak. İngilizce adı: Institute for Science and International Security. Kısa ismi: ISIS!

Psikopat! - Haberturk.com
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
''İngiltere’de çok büyük şirket çalışanları ve yöneticileri üzerinde psikolojik analizler yaptık. Elde ettiğimiz sonuçlar gerçekten korkutucu boyutlarda. Çünkü öyle görünüyor ki, yönetici konumundakilerin büyük çoğunluğu ‘psikopat’ sınıfına girmekte.”

:( Araştırmanın doğruluk payı çok yüksek ama bir araştırmada İstanbuldaki büyük şirketler için yapılsa hiç fena olmaz. Uzun zamandır düşündüğüm bir varsayımdı şimdi okuyunca haklı olduğumu anlıyorum ama kimi kime şikayet edeceksin? Bir psikopatı diğer psikopatamı?
Aklıma bir atasözü geldi ve aslında çok da doğru ama yazmıyım ayıp olmasın ama onun yerini alacak başka bir atasözüde aklıma gelmiyor ki :)

'' Psikopat psikopatı ısırmaz''
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
bu yazıyı bir arkadaşım face'de paylaşmış, çok beğendim. yazar çok güzel bir tespiti vurucu kelimelerle süsleyerek anlatmış.

************

...Hiçbir şeye yetişilemeyen ilişkilerden, idareten yaşanılan evliliklerden, mecburiyetten sürdürülen arkadaşlıklardan kurtulmanın yoluydu terk etmek. Bugün çoğu acı gidememekten/kalmaktan mirastır insana. Artık yaşamımız yok, içi ancak parayla doldurulabilen “yaşam kalitemiz” var elimizde. Kala kala kanatılan ve her gün yeniden açılan yaralarla yaşayıp gidiyor bugün terk edemeyen. Dokunamayan, dokunulmayan ve terk edemeyenlerin çürümesidir çoğu ilişkiden yayılan o koku. Daralan hayatların daha geniş evlere sığabilme telaşıdır terk edememek. Çoğalan yalnızlıkların kalabalık ve pahalı mekânlarda aşılabilme isteğidir.

Terk etmek bir skandaldır artık. Oysa doğru yaşandığında aşkı ölümsüzleştirmenin tek yoludur o. O, bir ilişkinin bitişi ancak bir aşkın sabitlenmesidir. Çünkü hayat, terk edip yalnızlaşarak özgürleşmekle, durup çürümek arasındaki gelgittir sadece.
Terk etmek bir sevme biçimidir...

Ali Murat İrat / 20 Eylül 2014
 
Moderatörün son düzenlenenleri:

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
Bugün çoğu acı gidememekten/kalmaktan mirastır insana. Artık yaşamımız yok, içi ancak parayla doldurulabilen “yaşam kalitemiz” var elimizde.

Ne çarpıcı bir cümle bu işte sırf bu cümleye yüzlerce blog yazılabilir ama tutuyorum kendimi :)
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
Normal şartlarda siz de okuyun takip edin diyebilecğim bir yazar ALTAYLI.
Fakat başlığı açalı beri bir yazısını paylaşmaya elim varmamıştı açıkçası.
Her yazısını takip ettiğim bu yazarın seveni de çok nefret edeni de.
Bugün ilk defa buna cüret ettim. Artık beğenen de beğenmeyen kusuruma bakmasın diyeyim...


Komedi dalında Emmy "Yeni Türkiye" dizisine
İTİRAF edin çok eğleniyorsunuz.
Hatta sohbetlerde konusu açılınca gülüyorsunuz değil mi!
İçinize hafakanlar bassa bile aslında komik buluyorsunuz; ayıp değil itiraf edin.
Vallahi de, billahi de ben kendi payıma "Yeni Türkiye"yi çok komik buluyorum.
Bayağı bayağı bir komedi dizisi gibi.
Olduğu gibi çek videoya, koy HBO'ya, en az 3 Emmy alsın.
Lütfen samimi olun ve söyleyin; bu kadar komik, bu kadar eğlenceli bir ülke olabilir mi!
Çok eskiye gitmiyorum. "Yeni Türkiye" adlı komedi dizisinin son üç günlük bölümlerinde yayınlanan her biri zekâ ürünü şu esprilere bakın.
- Yeni Türkiye dizisinde Cumhurbaşkanı, ciddi bir toplantı sırasında iPhone'ları anlatıyor. "Yenisi ile eskisinin farkı yok. Boşuna para verip almamak lazım" diyor.
- Yeni Türkiye dizisinin Başbakanı esnafı AVM'lerden koruyacağız diyor ardından "AVM'lerin iş yapması için AVM'yi açmadan önce topluca dua edin" önerisi getiriyor.
- Dizinin senaryo yazarı ve danışmanıyken şimdi başrollerden birine getirilen ve Kürt sorununun çözümü için görevlendirilen bakan, PKK'lılara "Kandil yan gelip yatma yeri değildir, gidin IŞİD'le savaşın" talimatı veriyor.
- Aynı saatlerde Yeni Türkiye dizisinin Cumhurbaşkanı "IŞİD'e karşı çıkanlar PKK'ya niye karşı çıkmıyor. O da terör örgütü değil mi?" diyor.
- Aynı dakikalarda PKK'nın kurucu liderine milletvekili heyeti MİT denetiminde gidecek ama hava bozduğu için gidemiyor.
- Özgürlük olsun diye ilköğretimde başörtüsü serbest bırakılıyor ama dövme ve piercing yasaklanıyor.
- Bağımsız yargının başında olacak HSYK için seçimler yapılıyor. Yeni Türkiye dizisinin iktidar partisi "Bizim istediklerimiz kazanmazsa sayılmaz" diyor.
- Dizideki Başbakan Dünya Ekonomik Forumu'nda "Demokrasi yanlısı tavrımıza Avrupa'dan destek görmedik" diyor, AB Komisyonu Başkanı ise "Gezi kuşağı Türkiye için şans" açıklaması yapıyor.
Yemin ediyorum ben hayatımda bundan daha komik bir "absürd komedi" izlemedim.
Ben bu diziyi izledikçe kahkahalara boğuluyorum.
Bu dizinin tek kötü tarafı var.
Gerçek olması...


Ya ABD Akdoğan'ı dinlerse

ŞİMDİ size bir soru.
"Ya PKK, Yalçın Akdoğan'ı ciddiye alıp da 'Tamam biz IŞİD'le savaşmaya gidiyoruz' derse ne olacak?"
Gerçi Akdoğan belki farkında değil ama PKK'nın bir kolu zaten IŞİD'le savaşıyor.
De ki, Akdoğan'ın dediği gibi oldu.
PKK, IŞİD'le savaşacağını beyan etti.
Karayılan, ABD Genelkurmay Başkanı'nı arayıp "Kara harekâtında size destek olacağız ama ateş gücümüz zayıf" dese...
Ya da ABD kalkıp "Bakın Türkiye de istiyor, hadi sizi donatalım ve uluslararası koalisyona girin" derse...
Ve ABD de kalkıp PKK'ya ağır silahlar verme kararı alsa...
PKK'ya zırhlı araçlar, ağır toplar, son teknoloji ürünü güdümlü roketler, hafif silahlar ve mühimmat yollamaya başlasa...
Türkiye ne diyecek!
Bununla ilgili bir itiraz yükseltecek olsa ABD'den "Sizin ilgili bakanınız söyledi biz de destek verdik" demez mi?
Üstelik ABD bu silahları Irak içinden yollayacağı için, bizimkilerin Suriye'ye yolladığı "İnsani yardımlar"ı taşıyan TIR'lar gibi bu TIR'ların durdurulma ihtimali de yok.
Gerçi durdursan ne olacak, ABD "İçinde insani yardım var, durduranlar parelelciler" deyip konuyu kapatabilir.
Acaba Akdoğan, PKK'ya "IŞİD'le savaşın" talimatını verirken bunları hesaba kattı mı?
PKK'yı uluslararası anlamda çok farklı bir noktaya oturttuğunu anlayabildi mi?
Yalçın Akdoğan hiç düşündü mü?



Bakış meselesi


"AK Parti tabanı içinde çekirdek bir kitle IŞİD'i benimsemese de hoşgörüyle bakıyor." dediğim zaman"Ben AK Partiliyim, IŞİD'e hiç de sıcak bakmıyorum" diyen mail'ler geliyor.
Ben de bu tavra hastayım.
Yahu AK Parti'ye oy veren 20 küsur milyon insanımız var, elbette bunların büyük bölümü IŞİD'e sıcak bakmıyor.
Ama "çekirdek taban" dediğim oy veren herkes değil ki!
Bunlara göre IŞİD "İslami bir grup" ve daha önce de yazdığım gibi "bunlar mahallenin yaramaz çocukları"olarak görülüyor.
Daha özet anlatmak gerekirse...
Mesela Hüseyin Aygün, DHKP/C'ye ne kadar "terör örgütü" gözüyle bakıyorsa...
Mesela Aysel Tuğluk, PKK'ya ne kadar terör örgütü gözüyle bakıyorsa...
AK Parti içinde de bir grup IŞİD'e o kadar terör örgütü gözüyle bakıyor.



Olmayan öneriden yalan haber


İYİDEN iyiye saçma bir gazete haline gelen Takvim'de geçen gün Galatasaray'la ilgili bir haberde benim de adım geçmiş.
Takvim'e göre o toplantıda ben "Fatih Terim'i başkan adayı" olarak önermişim.
O toplantı dedikleri Süren, Dürüst, Albayrak ve Yelkencioğlu ile yediğimiz yemek.
Birincisi o toplantıda orada bulunmayan birine başkanlık önermem gibi bir tavır söz konusu olmadı.
Haddimize değil her şeyden önce.
Süren ve Dürüst'e önerildi, ama başkasının adı bile geçmedi.
Adaylardan ve aday olması muhtemel isimlerden söz edildi.
Yalman'ın ve Haluk Ulusoy'un isimleri anıldı.
"Önerelim" diye değil, biri "aday" olduğu için diğeri de "aday olmayı planladığı" dedikodusundan dolayı.
Terim'in adı geçmedi bile.
Takvim'in ya uydurduğu ya da bir yalancıya kurban gittiği bu haber üzerine de bana pek çok olumlu olumsuz yorum geldi.
Bir kez daha söyleyeyim.
Galatasaray Başkanlığı için Terim'i önermedim.
Ama Terim'in Futbol Federasyonu'ndaki görevi bittikten sonra Galatasaray yönetiminde görev almak istediğini biliyorum.
Bu göreve kendini layık görüp televizyon televizyon dolaşanlara baktıkça, Sedat Doğan'ın Galatasaray'la ilgili demeç verdiğini izledikçe de "Terim bunların hepsinden 100 kat iyi" diye de düşünmüyor değilim.
Fatih Altaylı
fatih_altayli_teketek.gif

Komedi dalında Emmy "Yeni Türkiye" dizisine - Haberturk.com
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
Selam unuttum.29,

Cesaretinden dolayı kutlarım arkadaşım. Bu yazıyı bu sitede paylaşmak öyle her yüreğe nasip olmaz :) Beğenen beğenir beğenmeyen de okumaz olur biter ama paylaşabilmek hele inandığını, beğendiğini yada eleştirdiğini sunabilmek başka bir şey. Tekrar kutlarım.

Sağlıcakla kal, paylaşımla kal dileğimle...
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
Selam Gazoz Ağacı,
En son ne zaman televizyonu açıp haber izlediğimi hatırlamıyorum bile.
yazılarını takip ettiğim bir iki köşe yazarından biri de ALTAYLI'dır.
İşte senelerin alışkanlığıyla mynet.com ve F. Altaylı'dan ötürü de habertürk.com dünyadan haber aldığım iki kaynak.
Yetmiş milyonluk bir ülkeyi idare çok zordur eminim. O ayrı.
Yaşlı, kadın ve çocukların haricindeki Suriyeliler Alınmayacaktı Ülkemize. (Ayrıca bunun sıkıntısı yıllar boyu çekilir zannımca)
Kendi ülkesine gelen düşmandan kaçan deyim yerindeyse zobu gibi(siz delikanlı deyin) erkeklerden bu ülkeye (Türkiye'ye) bir fayda gelmez.
Benim ülkeme bir saldırı gelse, ülkem için ölürüm.
(ama buradan atıyorum Yunanistan'a veya başka bir ülkeye iltica etmeyi zul kabul ederim ki bu durum bu ülkedeki 70 milyon için geçerlidir bence.)
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
Hangi saftasın karar ver

BİLİM yapmak da yazmak da ciddi bir konsantrasyon gerektiriyor. Sizlere ulaştırmak istediğim bilimsel haberler bir derya kadar derin, zengin ve sürprizlerle dolu. Lakin konsantrasyonum, ülkemde ve sınırlarımızda devam eden politik gerilimlerden dolayı dağınık.

Bu yüzden geçen hafta sonu uzaydan, doğadan, teknolojik gelişmelerden bahseden dergileri bir kenara itip insanların huzur ve barış aramasına rağmen içinden çıkamadığı “birbirini yok etme psikolojisi” üzerine makaleler okumaya vakit ayırdım. İnanın okurken sık sık kalkıp dışarıda yürüme, dönüp dolaşıp aynı cümleleri birkaç kez daha okuma ihtiyacı duydum.

Bilinen gerçekler bir araya getirilip birkaç kez tekrar edilince hazmı zor, ağır bir lokmaya dönüşüyor. O hazımsızlığı size taşımak yerine bütün o okuduklarıma anlam katan ilginç bir araştırmayı paylaşmak istedim bu hafta.

Psikolog ve tanınmış bir yazar olan Steven Pinker yapmış bu çok güzel derlemeyi. İnsanlık tarihini, binli, yüzlü, onlu yıllara göre ayırarak yakın geçmişimizle mukayese etmiş. İnanması güç olsa da Pinker’e göre insanoğlu var olduğundan bu yana dünya son 50-60 yıldır aslında “en barışçıl” dönemini yaşıyor. Bu savına getirdiği açıklamalardan biri şöyle:

“10 bin yıl önce bugün var olan kaostan suçlu tuttuğumuz politikacılar yoktu. İnsanlar avlanarak, gruplaşarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. O dönemdeki insanların birbirlerini öldürme oranını tespit edeceğimiz bir belge elbette yok. Fakat bugün Afrika’nın ve Amazonlar’ın tüm dünyadan, teknolojiden, bilimden, politikadan kopuk yaşayan kabilelerine bakarak bir fikir edinmek mümkün.

İncelenen yüzlerce kabile içerisinde nüfuslarına göre insanların birbirlerini öldürme oranı % 20 ile % 60 arasında değişiyor. Yani aralarında yaşıyor olsanız yaşlanarak, hastalanarak ölme ihtimaliniz epey düşük. Büyük bir ihtimalle bir başka insan tarafından öldürülüyorsunuz. 20. yüzyılda modern dünyada öldürülme oranı ise % 1’in altında. 1. ve 2. dünya savaşlarında yaklaşık 100 milyon insan öldürüldü. Orana bakarsanız o kabileler mantalitesiyle savaşılsaydı öldürülen insan sayısı 2 milyarı geçerdi.”

Daha kısa dönemlere bakacak olursak da, örneğin 1945’ten bu yana insanların uluslararası ve iç savaşlarda birbirini öldürme oranlarında süratle düşüş var. Bu tabloda benim gördüğüm ya da görmek istediğim şey, insanlık olarak belki de biraz akıllanmaya başlamış olma olasılığımız.

Gelişen teknolojiyle daha çabuk ve kolay öldürme imkânlarına rağmen birbirimizi öldürme oranımızı aşağılara çekebilmemiz kayda değer bir gerçek. Sadece negatif olgulara odaklanarak bu konuyu es geçmemek gerek. Neden mi?

Çünkü bu uyanışın ardında çevremizde olup bitenleri anında tespit etmemiz ve tepki göstermemiz yatıyor. Yoksa birilerinin nükleer silahı tepemizde patlatamamasının sebebi aniden yüreklerinde doğan insan sevgisi değil herhalde. Tüm dünyadan gelecek tepkinin büyüklüğü “şeytanı” frenliyor açıkçası. O zaman yapmamız gereken şey ortada: Uyanık olmak, takip etmek, doğru tepkiyi göstermek.

Doğru tepki ise elimizde ucu keskin bir okla yara deşmek, hataları kafiyeli usta sözlerle dizdirmek değil hep yaptığımız gibi. Köşe yazarı olarak, bilim insanı olarak, politikacı olarak, vatandaş olarak... Birbirinin yanlışını ortaya çıkarıp poster yapmak yüzyıllardır bize hiçbir şey getirmedi, getirmeyecek. Her ağzımızı açtığımızda, kaleme sarıldığımızda işaret ettiğimiz soruna bir çözüm sunamıyorsak susma zamanı. Kuru gürültü, doğru tepkileri, sunulan akılcı çözümleri gölgeliyor, zehirliyor. Eldridge Cleaver’ın çok güzel bir sözü var: “Hangi saftasın karar ver. Çünkü çözümün bir parçası değilsen, problemin bir parçasısın.”



Ebola virüsünden ne kadar korkmalı?


ORADAN buradan her birinizin kulağına bir “ebola salgını” çalınmıştır. Özellikle yolculuk yapanlar, diğer yolculardan bu virüsü alma korkusuyla internete girip bir şeyler okuyor. Kimi korkutucu, kimi fazla rahatlatıcı, kimi “Hastanın yanına oturmakla bile virüs kapabilirsin” diyor, kimi ise “Olmaz öyle şey” deyip gülüyor...

Nedir doğru olan, ne yapmak ya da yapmamak gerek, özetleyen çok az. Ben şahsen (ne gariptir ki) en güzel açıklamaları sadece sosyal medya paylaşımlarında gördüm. Bu yüzden biraz daha derli toplu olarak önemli noktaları size özetlemeye çalıştım:

1. Ebola ilk kez 1976 yılında tespit edilen, insanlarda ateş, baş ve eklem ağrılarıyla kendini gösteren, daha sonra kusma, iç kanamayla seyreden enfeksiyöz bir hastalık. Önceleri ölüm oranı % 99 olarak ilan edilmekle birlikte erken teşhis ve önlemlerle şimdiye kadar ebola enfeksiyonu geçirenlerin % 50’sinin hayatı kurtarılmıştır. Kısacası, “ebola pozitif” olan herkes hayatını kaybetmez

2. Ebolanın belli bir tedavisi ya da aşısı henüz yok. Eksperimental tedaviyle hasta hayatı kurtarılmaktadır.

3. Karantina şart, fakat bazı ülkelerde yapıldığı gibi hastayı karantinada yalnız bırakarak yanına sağlık görevlilerini dahi göndermemek, iyileştirilebilecek hastayı ölümle yüz yüze bırakmaktır.

4. Ebola el sıkışmakla, aynı havayı teneffüs etmekle, yiyeceklerle değil, dışkı, idrar, tükürük, kusmuk, kan, ter gibi vücut atık ve sıvılarıyla bulaşır.

5. Her memeli hayvan ebolayla enfekte olduğunda maymunlar ve insanlar gibi ciddi hastalık belirtileri göstermezler. Örneğin yarasalar, fareler sadece taşıyıcı olup hiç sağlık sorunu yaşamayabilirler. Ama insanlara ebolayı taşıyanların bu hayvanlar olup olmadığı konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.

6. Sivrisinek ve kenelerle kişiden kişiye ebola taşınmasının imkânsız olduğu rapor edilmiştir.

7. Şimdiye kadar Dünya Sağlık Örgütü’ne rapor edilen ebola hasta sayısı 4000’dir.

8. Yolculuklar sırasında elleri sık sık yıkamak, diğer hijyen kurallarına uymak, hastalıktan korunmak için yeterlidir.

9. Turistik bir ülke olarak Türkiye’miz de hastalığın adım atması için riskli ülkeler lisesinde yer almaktadır.


Neva Çiftçioğlu Banes


neva-ciftcioglu-banes-88x70.jpg
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
“Hangi saftasın karar ver. Çünkü çözümün bir parçası değilsen, problemin bir parçasısın.”


Bu güzel paylaşım için teşekkürler arkadaşım. Zamanın hızına yetişemiyorum, nette dolaşamıyorum o yüzden sitenin bu bölümü iyi ki var. Hazıra konmak gibi belki ama paylaşımların tam benlik ve okudukça memnun oluyorum. Emeğine sağlık.
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
Al sana 387 lira emekli aylığı güle güle harca


Sosyal Güvenlik Reformu (bana göre Deform) ile ilerde çocuklarımız 350 lira emekli aylığı alacak demiştim ya işte ilk örnekleri gelmeye başladı. Okurlarımızdan Ahmet ÇAVUR'a SGK 378 lira emekli aylığı bağladı. SGK'ya bunda hata olmalı dediğinde gelen cevap ise her şey yasal denildi...


Ali bey, 2000 yılında SSK'lı oldum, yaşım da epey ileri. Sonra 2000 yılından önceki askerlik süremi borçlandım ve başlangıcım 1999 oldu buna göre de 3600 günümü tamamladığımdan 2014 yılı mart ayında emeklilik dilekçesi verdim. Bana 387 lira emekli aylığı bağlamışlar. Olur mu böyle şey diye SGK'ya itiraz dilekçesi gönderdim bana şimdi size de gönderdiğim ekteki açıklamayı göndermişler her şey yasal, maaşını bu kadar diyorlar. Ben bu parayla nasıl geçinirin Ali bey. Ahmet ÇAVUR





Ahmet bey, maalesef emekli aylığınız Sosyal Güvenlik Reformu denilen (bana göre deform) yasaların kurbanı olmuş. Düşünün biraz bize SGK'nın açıkları var dediler ve açıkları kapatacağız dediler. İşverenlerden prim alıp sizlere emekli aylığı dağıtan SGK'nın açığının kapanmasının iki yolu var ya işverenlerden daha fazla prim alacaklar ya da emekli aylıklarını düşürecekler. Reform ile tam aksine işverenlere verilen teşvikler ile yüzde 25 daha az prim almaya başladılar ama bunu da sizlere yükleyip emekli aylığının hesaplanma tarzını değiştirdiler. İşte bu aylık da bunun sonucudur.



***İŞTE SGK'NIN CEVABI

Yapılan incelemede, sigortalının 28/02/2014 tarihinde tahsis talebinde bulunduğu, işe giriş tarihinin 2000 yılından sonra olduğu, toplam prim gün sayısının 3072 olduğu, aylık bağlanması gereken gün sayısını 2008 Ekim ayından önce 600 gün askerlik borçlanması yaparak tamamladığı ve adı geçenin toplam gün sayısının 3672 olduğu anlaşılmıştır.

Bilindiği üzere, sigortalılığı 2008/Ekim (hariç) öncesi başlayıp, 2008/Ekim (dahil) sonrası tahsis talebinde bulunan sigortalıların aylıkları eski ve yeni sistemlerin birleşiminden oluşan karma sisteme göre bağlanmaktadır.



Söz konusu sigortalının durumu değerlendirildiğinde, tüm hizmetlerin 2000 yılından sonra geçmesi nedeniyle sigortalının aylıklarının 4447 sayılı Kanun ve 5510 sayılı Kanunun birleşiminden meydana gelen karma sisteme göre hesaplandığı anlaşılmıştır.



Diğer taraftan, alt sınır uygulaması 4447 sayılı Kanunda hesaplanan aylığın günlük kazancın 30 katının % 35’inden daha az olamayacağı, 5510 sayılı Kanunda ise, hesaplanan aylığın sigortalının çalışma süreleri için prime esas günlük kazanç alt sınırları dikkate alınarak, talep yılına ait Ocak ayı itibariyle belirlenen ortalama aylık kazancının % 35’inden, sigortalının talep tarihinde bakmakla yükümlü olduğu eşi veya çocuğu varsa % 40’ından az olamayacağı öngörüldüğünden, 5510 sayılı Kanunda her iki kanuna göre çalışma süreleri dikkate alınarak hesaplanan kısmi aylıkların birleştirildikten sonra hesaplanan karma aylığın tekrar bir alt sınır aylığı ile mukayese edileceğine dair herhangi bir hüküm bulunmadığından hesaplanan aylık gösterge sistemindeki alt sınır aylığı ile mukayese yapılmamıştır.



***TEK ÇÖZÜM DAVA UMARIM KAZANIRSINIZ

2000 yılından sonra işe girenlerin emekli aylıkları reform kanunu ile hesaplanmaktadır. Bu sebeple de eski alt sınır olan 720 lira size uygulanmamış. Ancak, siz askerlik borçlanması ile başlangıcınız 8.9.1999 öncesine götürdüğünüz için eski kanundan faydalanmanız gerekir. İşte bu sebeple şimdi SGK'ya karşı İş Mahkemesinde dava açınız ve davanızı kazanırsanız emekli aylığınız 720 lira olacak.
AliTezel.com - Al sana 387 lira emekli ayl
1_b.jpg
 
Tekerlekli Sandalye
Üst