alıntı olan güncel köşe yazıları (farklı konularda)

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
Zihinsel ölüm ve intihar!


BUNDAN yaklaşık 30 yıl önce bir kâbus görmüştüm, hâlâ en ince detayına kadar hatırlarım. O sıralar üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. Hayatımla ilgili çok önemli bir kararı tek bir sınavın belirlemesi beni ne kadar etkilemiş ki bilinçaltım bir de “senaryo” oluşturmuş:

“Rüyamda bir yatakta yatıyorum. Etrafımda olan her şeyi fark ediyor ve duyuyorum, ama felç olmuşçasına hiç hareket edemiyor, konuşamıyorum. Odadaki insanlar hakkımda karar veriyorlar. Söylenenlerin hiçbiriyle hemfikir değilim ama yapacak bir şey yok. Tepki gösteremiyor, kendimi kör bir kuyuda hapsedilmiş hissediyorum...”

Uyandığımda yatağımda bir süre kalakalmış, sonra oynatabildiğim ellerime, kollarıma bakıp sevinç gözyaşları dökmüştüm. Bu kâbusumu yeniden hatırlamama sebep, geçen hafta “PLOS Computational Biology” isimli bilimsel dergide okuduğum son derece ilginç ve önemli bir bilimsel haber oldu.

Cambridge Üniversitesi bilim insanları, bitkisel hayata giren insanların konuşamama ya da başka bir şekilde tepki gösterememesine rağmen aslında zihinsel ölümlerinin gerçekleşmemiş, bilinçlerinin ise açık olabileceği gerçeğini yeniden gündeme getirmişler. Aynen benim gördüğüm kâbusta hissettiğim gibi “hareket edemeyen, konuşamayan bir bedene hapsolmuş, çaresiz insanları” incelemişler. 32 bitkisel hayat sürdüren hasta üzerinde gerçekleştirdikleri testler sonucunda hasta yakınlarına, fMRI gibi yüksek fiyatlı bir yöntem yerine EEG (elektroensefalografi) tekniğine başvurarak hastaların bilincinin ne kadar açık olduğunu anlayabileceklerini göstermişler.

Bu test sonrasında verilecek kararlar hiçbir zaman daha kolay olmayacak elbette. Ama araştırma yöneticisi Dr. Tristan Berkinschtein’a göre, en azından hasta sahipleri belli konulara gönül rahatlığıyla onay verebilecekler. Araştırmanın tamamını son derece negatif bir yaklaşımla eleştiren bazı hekimlerin yorumlarını okudum. Karakterini yani kendisini hiçbir şekilde ifade edemeyen, sadece nefes alıp veren bu tür hastalara “kişi” olarak bakılmamasını önerenler var aralarında. Önyargılı olmamak, çok yönlü bakmak gerekiyor belki de... Bilmiyorum!

Konuşup tartışılan konu “yaşam” olunca herkesin söyleyeceği farklı bir şey var mutlaka. Bireysel olarak hayata bakış açılarımız da parmak izlerimiz kadar kendimize has değil mi zaten? Geçen hafta sosyal medyada dikkatleri çeken Mehmet Pişkin’in intiharı da yaşama ne kadar farklı baktığımızın bir göstergesi. Kimi fiziksel acılar içerisinde olsa da, değil kolunu bacağını oynatmak, göz irtibatı kurmakta bile zorluk çekerken bir nefes daha alabilmek için çırpınıyor, kimi sapasağlam, aklı başında ve “Benden bu kadar” deyip çekip gitmeyi yeğliyor. Her karara saygı duymak gereğine inanmakla birlikte inanmadığım, alkışlamadığım bir şeydir yaşamdan kaçmak.

Finlandiya’da çalıştığım dönem içerisinde Kuopio Üniversitesi Rektörü Ossi Lindqvist, beni bir gün huzuruna çağırıp sormuştu: “Neva sen değişik bir kültürün gencisin. Fikrini almak istiyorum. Sence Finlandiya’daki gençler maddi olarak her imkâna sahip olduğu halde neden bu çocuklarda intihar etme yüzdesi bu kadar yüksek?”

Zor bir soruydu ama kendimce yanıtlamıştım: “Maddi olarak her şeyleri var, istedikleri her şeye kolay ulaştıkları için ufak hayal kırıklıkları onlara dünyanın sonuymuş gibi geliyor olabilir. Bu çocukları (tıp fakültesi öğrencileri) yaz tatilinde fakir bir ülkeye, mesela Somali’ye hasta çocuklara aşı yapmaları için gönderelim. Kendi ‘merkezlerinden’ çıkıp başka insanları görebilme imkânları olsun. Hayatlarında hiç bisküvi görmemiş bir çocuğu kucaklarına alsınlar, ilk ısırıktan sonra gözlerindeki ifadeye baksınlar bir kere. Saman yatakta uyusunlar 2-3 ay.”

Bu önerim, depresyonda olduğunu söyleyen üniversitemdeki gençlerde 3 yıl süreyle uygulanmış ve her biri ülkelerine döndüğünde yaşama dört elle sarılmışlardı.

Yaşamak oyun gibi bir şey. Aktif olarak kuralına göre oynamadan kazanılmıyor. Mızıkçılığı seçmek doğru gelmiyor bana. Bir nefeslik hayatın kalmış olsa bile.

Bilim mi parayı, para mı bilimi getiriyor?

EVET, başlıkta sorduğum soru bilmece gibi biraz kafa karıştırıyor. Teksas’ta Austin Üniversitesi’nin yapmış olduğu bir araştırmayı okuduktan sonra aklıma ilk bu soru geldi. “Physiological Science” isimli bilimsel dergide geçen hafta yayımlanan araştırmaya göre bilime hevesli olan toplumlar daha zengin. Yani para geldikçe bilime olan ilgi de paralel olarak artıyor. Fakat bilime ilginin, bilimsel düşünme yeteneğinin problemlere pratik çözümler sunacağı, böylece atılan doğru adımların para getirebileceği gerçeğine hiç değinilmemiş. Bu makale bana, bacakları koparılan pirenin “zıpla” denildiğinde zıplamamasını pirenin sağırlığına bağlayan komedi araştırmayı hatırlattı.

Problemlere poponuz değil ayaklarınız üzerindeyken çözüm bulabilirsiniz!

BU cümle aynen Stanford Üniversitesi profesörlerinden Daniel Schwartz tarafından söylenmiş. Yüzlerce insan üzerinde yapılan araştırmaya göre, masa başında oturarak sorulan soruları yanıtlayanların yaratıcılık güçleri, düşünürken ayağa kalkıp şöyle bir dolaştıktan (içeride ya da dışarıda fark etmiyor) sonra soruları yanıtlayana oranla tam 4 kez daha düşük. Detayları geçen hafta “Journal of Experimental Psychology” Dergisi’nde yayımlanan makalede her bireyin bir problem çözerken mutlaka kalkıp yürürken düşünmesi öneriliyor. Otururken verilen kararlarda pişmanlık oranının yüksek oluşu da araştırmanın ilginç sonuçlarından.

neva-ciftcioglu-banes-88x70.jpg

Neva Çiftçioğlu Banes - Tüm Yazıları - Sayfa 1 - HABERTÜRK
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
Konuşup tartışılan konu “yaşam” olunca herkesin söyleyeceği farklı bir şey var mutlaka. Bireysel olarak hayata bakış açılarımız da parmak izlerimiz kadar kendimize has değil mi zaten? Geçen hafta sosyal medyada dikkatleri çeken Mehmet Pişkin’in intiharı da yaşama ne kadar farklı baktığımızın bir göstergesi. Kimi fiziksel acılar içerisinde olsa da, değil kolunu bacağını oynatmak, göz irtibatı kurmakta bile zorluk çekerken bir nefes daha alabilmek için çırpınıyor, kimi sapasağlam, aklı başında ve “Benden bu kadar” deyip çekip gitmeyi yeğliyor. Her karara saygı duymak gereğine inanmakla birlikte inanmadığım, alkışlamadığım bir şeydir yaşamdan kaçmak.

Yaşamak oyun gibi bir şey. Aktif olarak kuralına göre oynamadan kazanılmıyor. Mızıkçılığı seçmek doğru gelmiyor bana. Bir nefeslik hayatın kalmış olsa bile.

Bu güzel yazıyı okumaktan aldığım keyif için çok teşekkür ederim arkadaşım.

Verdiğin link için ayrıca teşekkürler :)
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,068
Tepkime Puanı
98
Puanları
48
Çevrenize hiç bu gözle baktınız mı?

İYİ dilekler, edilen tövbeler ve verilen sözlerle yeni bir yıla daha adım attık. Nedense o bir rakamlık değişiklikte bir keramet var gibi gelir insana. Ama her seferinde, daha ertesi gün ele alınan bir gazeteyle, gelen bir telefonla, işe atılan ilk adımla anlaşılır ki aslında her şey aynı tas aynı hamam... Oysa ne yeni bir yıla ne yeni bir yaşa ne de yeni bir ortama gerek var bazı mucizeleri hissetmek ve yaşamak için. “Görünmez at gözlüklerimiz”i çıkarabilsek, çevremize gerçek anlamda bakabilsek ve biraz da olsa bilim okuyarak bazı detayların farkına varabilsek mutlu olmak için zaman kavramının değil bulunduğumuz andaki hayata bakış açımızın değişmesinin gerekli olduğunu anlayacağız. Bu yüzden 2015’teki ilk yazımı her an çevremizde cereyan eden, ama fark edilmeyen bazı bilimsel detaylara ayırdım. “Bilimsel gerçekler, bireysel sorunlarıma çözüm değil” diye düşünenler için Ernest Hemingway’in bir sözünü hatırlatmak isterim: “Herkesin yaşamı aynı şekilde başlar ve aynı şekilde biter. Sadece çevresine baktığında doğayı ve detayları görebilenlerin yaşadığı süre gerçekten kayda değer. Detay gören sevgiyi öğrenir. Sevgiyi öğrenenin sorunları tükenir.”

Hayatın inceliklerinin farkına varamadan, öylesine yaşayıp gidiyoruz gerçekten. İşte size verilebilecek birkaç örnek:

Sabah kalktığımızda aynaya bakıyoruz. 40 trilyona yakın hücreden oluşan bedenimizde hücre sayımızın bir 10 katı kadar da mikrop taşıdığımızın farkında bile değiliz. Yani sinirlendiğimizde birisine “Mikrop” dediğimiz zaman (neredeyse) ciddi bir bilimsel gerçeği dile getiriyoruz aslında. Bu faydalı mikropların yok olması halinde bizim de hayatımızın sonlanacağı aklımızın köşesinden bir kez olsun geçiyor mu?

Her gün pencereden dışarıya baktığımızda ne görüyoruz? Ağaçlar, kuşlar, arabalar... Dün gece uyurken uzaydan yaklaşık 100 ton minik göktaşı ve yıldız tozunun gördüğümüz her şeyin (tüm dünyamızın) üzerine yağdığını biliyor muyuz? Dün gece bahçemizde bulunmayan ama sabah peyda olan o renksiz, uyduruk “uzaylı” minik taş parçası sahip olduğumuz ve olacağımız mücevherlerden çok daha değerli. Farkında mıyız? Peki, ağaçlarda öten serçeler hakkında ne biliyoruz? Tekeşli ve iyi birer yüzücü olduklarını, normalde 10-15 yıl yaşayacakken sayemizde gelişen hava kirliliğinden dolayı ömürlerinin 5-6 yıl ile kısıtlandığını daha önce neden duymadık?

Denize bakarken masmavi güzelliğinin yanı sıra; a) derinliklerinde dünyadaki her kişi başına 5’er kilogram som altın düşecek zenginlikte kaynak bulunduğunu, b) içinde barındırdığı her canlının olağanüstü özelliklerini, örneğin yunusların birbirlerini isimleriyle çağırdıklarını, c) balıkçıların yerden yere vurarak öldürmeye çalıştığı zavallı ahtapotların çok zor ölmesinin nedeninin 3 kalpli olmalarından kaynaklandığını ve bir köpek kadar akıllı olduklarını, d) korku filmlerine konu ettiğimiz “canavar” köpekbalıklarının aslında yılda 10 insan öldürdüğünü ama insanların yılda 100 milyon köpekbalığı katlettiğini, e) insanlar avlamasa, akciğerli bir balığın 5-6 yıl değil de 60-70 yıl yaşayabileceğini aklımıza getiriyor muyuz?

Yürürken başımızın üzerinden uçup giden kelebeğin çiçeklerden ayaklarıyla tat aldığının, parfüm kokumuza aldanıp yaklaşan balarısının saniyede 200 kez kanat çırptığının, her gördüğümüzde rahatsızlık duyduğumuz örümceğin tek bir ağının aynı kalınlıktaki bir çelik telden daha güçlü olduğunun, bu örümcek ağlarından oluşturulacak 5 santim kalınlığındaki ipin bir Boeing 747’yi durdurabilecek güçte olduğunun farkına varmak, daha birçok canlının inanılmaz özelliklerini keşfetmek ve onlara karşı saygı duymak için neyi bekliyoruz?

Bakmak ile görmek arasındaki fark büyük. Görmek, piyano çalmak gibi üzerinde sürekli çalışılarak geliştirilebilecek bir yetenek. İlk farkındalığa doğada olan bitenlerden başlamak, okumak, sormak, anlamak kendimizle ilgili içsel soruların ve sorunların yanıtlanması için en güzel alıştırma.

İnsanın her şeyden önce kendisine doğru soruları sormaya başlaması, ayrıntıları görerek yanıt bulması... İşte o noktada yeni bir yıl, yeni bir yaş, yeni bir hayat başlıyor... Kutlu olsun!

‘Olmasaydı olmazdık’ dedirten 10 bilimsel buluş

ÇEŞİTLİ formlarda milyonlarca yıldır yaşayan insanoğlunun tüm dünyada üremesi, nüfusunu 7 milyara çıkarması bilim insanlarına göre 10 ana bilimsel buluş sayesinde gerçekleşmiştir. Bunlar sırasıyla;

1. Tekerlek (buna bağlı gelişen arabalar, saatler, fabrikalar, teypler ve her türlü çarklı makineler)

2. Kesici aletler (sağlıklı yemek ve kendisini korumak için gereken her türlü buluşa önayak olması açısından)

3. Giyecek

4. Sığınak (ev ve depo olarak kullanılması açısından)

5. Tuvalet (British Medical Journal adlı derginin yaptığı bir araştırmada son 150 yılın en büyük buluşları sıralanırken tuvalet, yani idrar ve dışkının hastalık oluşturmayacak bir formda atılması, anestezi, açık kalp ameliyatı ve antibiyotik gibi buluşların üstünde sıralandı.)

6. Su arıtma (Salgın hastalıklardan korunmada aşılardan daha önemli kabul edilmektedir.)

7. Ateş (ısınmanın yanı sıra pişirme, sterilize etme ve başka hayvanlardan korunmada en etkin buluş)

8. Çiftçilik (İnsanların tohumları biriktirerek ekmesi, açlığı yok etmek için en büyük buluştur.)

9. Antibiyotikler

10. Yemek saklama yöntemleri (kurutma, konserve yapma, soğutma, dondurma, mayalama, pastörizasyon)

neva-ciftcioglu-banes-88x70.jpg


Çevrenize hiç bu gözle baktınız mı? - Haberturk.com
 
Tekerlekli Sandalye
Üst