Bir Ses Bir Nefes

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,505
Tepkime Puanı
189
Puanları
63
Yaş
50
Çalar saati zahmete sokmadan uyanmıştı o sabah. İnce ince süzülüyordu güneş perde aralığından. Güneş dahi onun için özenle seçiyordu ışıklarını. En narininden, en hassasından. İnce bileklerinden destek alarak yavaşça kalktı yatağından. Çok geçmeden annesinin ayak sesleri duyuldu merdivende. Yine ağır ağır atıyordu adımlarını kızının odasına çıkarken. Hep böyle yapardı. Herkes böyle yapardı Tülay'ın hayatında. Sessiz konuşurlar, hafifçe dokunurlar ve yavaş hareket ederlerdi. Bilirlerdi ki Tülay kırılmaya gelemezdi. İşte yine geliyordu annesi. Her sabah gelirdi kızını uyandırmak için, onu okula kendi elleriyle gönderirdi. Yıllardır bıkmadan sürdürdüğü bu ilgisi, şimdi kızı üniversiteye başladığında da devam ediyordu. Edecekti tabii. Çünkü Tülay'ı bir peri kızı olarak gelmişti dünyaya ve hep öyle kalacaktı...
Kapıyı yine büyük bir dikkatle açtı. Uyandığını görünce “Tülay, ben de seni uyandırmaya gelmiştim kızım...” dedi.
Tülay... Adını yaşarmış insanlar... Adı, ne çok anlatıyordu kaderini. Ay gibi yüzü, tül gibi bedeni... Doğuştan gelişememe gibi bir rahatsızlıkla gelmişti dünyaya. Yaşının hızına yetişememişti bir türlü bedeni. Kullandığı ilaçlar ve gördüğü tedaviler onu bir nebze büyütmeye yetse de yine hep küçük kalmıştı yaşıtlarından. Hassastı Tülay. Sımsıkı sarılamazdı kimseye, kemikleri incecikti. Ruhu, narin bedeninde, her an kalkıp gidiverecek bir misafir gibiydi... Bugüne kadar doyasıya yaşayamamıştı hiçbir şeyi. Çılgınlar gibi koşturamamıştı yağmurun altında. Aniden valizini sırtlayıp gidememişti hiç kafasının estiği yere. Kavak yelleri esmezdi onun başında, esemezdi; olgun, kendinden emin, yeri ve istikameti belli rüzgarlar eserdi en fazla. Çok koşamamış, çok oynayamamış, “çok” yaşayamamıştı hiç Tülay. Çocukluk arkadaşı Rukiye'nin dışında düzenli bir arkadaşlığı da olmamıştı ne yazık ki. Hayatına giren insanlar, ona yaklaşırken bedenlerini boydan boya o kahrolası acıma duygusuyla kaplayan, naylon yüzlü ve naylon yürekli kimselerdi çünkü. İçten değildi bu yüzden “sevgi” diye sundukları. Basitti, parçalıydı, gıdım gıdımdı. Apaçıktı ki onlar Tülay'ı değil; yalnız “tül” ve “ay”ı görüyorlardı.
Ve aşk... Belki ete kemiğe bürünebilse, bu dünyada en fazla Tülay'a benzerdi. Ne var ki bugüne kadar o da geçmemişti bu peri kızının dünyasından. Oysa ne yüce bir yüreğe sahipti. Her şeye ve herkese yetecek, dünyanın her yerine yetişebilecek kadar...
Annesinin şefkat dolu gözlerine takılmıştı yine. Annesi de beyaz geceliğinin içindeki güzeller güzeli kızına bakıyordu. İri yeşil gözlerini muhteşem bir uyumla tamamlayan uzun kirpiklerine, yirmi yıllık ömrünü ustalıkla gizleyen on dört yaşındaki bedenine... Tülden başlayıp pamuk ipliği üzerinde devam eden bu hayata. “Keşke...” diye ah etti içinden, “Keşke, onu benim kadar seven biri daha olsa...”
İşte yine bir sabah. Okulun yolunu tuttu ağır adımlarla. Hayatındaki bu yeni döneme de alışmıştı yavaş yavaş. Ona yıllardır her şeyi kırparak yaşatan bedeninin, fazla uzağa gitmesine izin vermeyişine ve üniversiteyi yaşadığı şehirde okumaktan başka tercih hakkı bırakmayışına da alışmıştı. Tülay kanaatkardı. Hiç isyan etmemişti bugüne dek. Ama geleceğe dair umudu da kalmamıştı. Ah biraz umut olsaydı... Bir “Ah!” çekti içinden, “Ah şu fanusun içindeki yalnızlığım bir son bulsaydı!..” DEVAMI İÇİN TIKLAYIN
 
Tekerlekli Sandalye
Üst