Hayat Mı Hastalık Mı?

Halil Yılmaz

Admin
Yönetici
Katılım
May 19, 2010
Mesajlar
14,505
Tepkime Puanı
189
Puanları
63
Yaş
50
Renklerin ve şekillerin, seslerin ve sükûtun, karanlığın ve aydınlığın dilini biliyorum. Tanrıyı ve şiiri parçalara bölüp; ateşi ve aşkı, gözyaşını ve kahkahayı, kelimeleri ve sabrı açığa vuruyorum. Şimdi burada, bu deniz kıyısında, önümden sessiz filmler gibi geçen devasa gemileri seyrederken, dünyaya bakarken yani, yani süzülen martıların bulutlarla dansını seyre dalıp coşarken; gözlerime olan inancımı yeniden sorguluyorum. Gördüklerim gerçek değilse, gerçekleri gören gözlerin sadakatini nerede aramalıyım? Uzak minarelerin, ateşlenip de göğe fırlatılmak için sabırsızlanan ihtilaçlı ruhları çağrıştırdığı bu deniz kıyısında; şarkıları şiirlere, şiirleri aşklara ve aşkları da ateşlere boğduruyorum. “Ateş boğar mı?” demeyin! Eğer bir şizofrenseniz, ateşi bile boğabilirsiniz.
Kadıköy sahilinde oturmuş bunları düşünüyordum. Ben, artık hastalığımla yaşamayı öğrendiğime inanıyorum. Bu hastalıkta önemli olan şey, farkındalığı yitirmektir. Eğer hayal gördüğünüzün farkındaysanız, bunu yitirmemişsiniz demektir. İlaçlarımı düzenli olarak kullanmayı öğrenmem de kolay olmadı. Şimdilerde gerçek dostlara sahibim, onların birer hayal olmadıklarından emin olduğumu düşünüyorum. Lakin iş bulmak ya da birilerine güven vermek söz konusu olduğunda bugün dahi çuvallamadan edemiyorum. Ateşte yürürken acısını hissetmemek gibi bir şey bu. Sizinle arasına mesafe koyan insanların, sizden ne diye çekindiklerini anlayamıyor oluşunuz fena halde canınızı sıkıyor. Kâbuslarınıza alışıyorsunuz.
Her insanın ve her toplumun bir kâbusu mutlaka vardır. Bazen tek bir insan koca bir toplumun ya da toplum tek bir insanın kâbusu olabilir. Benim kâbusum, yıllar önce varlığına kimseyi inandıramadığım Meltem’le tanıştığım gün başlamıştı. Hastalandığını düşündüğüm ufak, kırmızı Japon balığımı göstermek için, balığı satın aldığım akvaryumcuya gitmek üzere çıkmıştım evden. İlerlerken, ani bir kararla girdiğim küçük bir kitapçı dükkânında ona rastladığımda, elinde Dostoyevski’nin “Öteki Ben” isimli kitabını tutuyordu. Her kitap, içi su dolu bir kavanozdur aslında. Ufak bir akvaryum… Ve her kitabın içinde bir balık yüzer. Sadece basiret sahibi okuyucular, gözleri ve gönülleri açık kimseler görebilirler o balığı. İşte oradaydı! Sayfaları gelişigüzel çeviriyordu ve başını önüne eğdiği için, uzun siyah saçları yüzünü örtüyordu. Göz göze gelmek için kolladığım fırsatı, ancak elimdeki kavanozu yere düşürdüğümde yakalayabilmiştim. Kırılan kavanozun çıkardığı sesle birlikte, önce birbirimizin gözlerine, sonra da yerde çırpınan balığa baktık. İlk hamleyi yapan o oldu. Yere eğilip balığı avucunun içine aldı ve bana “Çabuk içi su dolu bir kap bul!” diye seslendi telaşla. Allah’tan hesap masasının üzerinde henüz yeni açılmış bir pet şişe ve yanında cam bir bardak vardı da, balığı ölmeden kurtarabildik. İşte böyle başlamıştı… DEVAMI İÇİN TIKLAYIN
 
Tekerlekli Sandalye
Üst