Kültür ve Aile Eğitimi

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Aile içi eğitim

Kur'an'ı anlamak


Allah-u Teâlâ'nın insanlara verdiği en büyük nimetlerinden biri; annelik. Çocuğunuza bakarken insanın içinde çok farklı duygular oluşuyor. O gülümseyince sebebini bilmediğimiz bir mutluluk beliriyor içimizde. O ağlıyorsa, üzgünse, hastaysa anne bir türlü onaramaz içindeki bozulan yerleri. Nefes alsa da yeterli olmaz sanki. Göğsündeki ağırlık bir türlü hafiflemez, çocuğunun gözlerinde ki gülümsemeyi görene dek.

Bir yaşında oğlum var. Ona hamile olduğumu öğrendiğim günden bu yana onun için tuttuğum bir deftere onunla ilgili her şeyi yazıyorum. Düşüncelerimi, hayallerimi, her şartta içimi yakan sevgimi... Ne yaparsa üzülür, ne yaparsa Rabbim ve herkes tarafından sevilir, düştüğünde nasıl kalkar, yaraları olduğunda nasıl sarar, ne için yaşıyor, nasıl bir hayat sürmesi isteniyor... Yani onu alıp okuduğunda hayatına yön verecek, belki dert ortağı olacak sevgimle harmanlanmış bir defter bulacak.

Beni benden çok seven, ne olursa olsun ben O'nu bıraktığımda bile beni bırakmayacak, bir annenin evladına olan sevgisinin O'nun kullarına olan sevgisi yanında koca okyanuslarda bir damla misali olduğunu bildiğim, terbiye edicim, benim için, insanlık için gönderdiği bazen kullanım kılavuzu, bazen mektup diye nitelendirdiğim yüce Kitaba bakıyorum.

Her hangi bir aleti ilk kullanacağımızda hangi düğmesine basmamız, nasıl çalıştırmamız gerekir? Fişini hangi durumda çekeriz tüm bu ve bunun gibi sorularımız için kullanım kılavuzuna bakarız. Çünkü yanlış kullanıp ömrünü kısaltmak veya verimini düşürmek istemeyiz. Kur'an-ı Kerim'e de kullanım kılavuzu diyorum, çünkü yaratılış amacımıza yönelik nasıl hareket edeceğimiz orada anlatılıyor.

Kimi zamansa sevdiğim birinden aldığım bir mektup gibi bakıyorum ona. Hani sevdiğini her hatırladığında, özlediğinde, üzüldüğünde, yanında hissetmek istediğinde, ondan gelen satırlara bakmak, onun sözlerini okumak, onun istediği şeyleri yapmak, onu mutlu etmek ve mutlu olmak istersin ya, işte tam da o zamanlarda Kur'an'a sımsıkı sarılmak istiyorum. Kitabıma böyle baktığımdan beri onu daha farklı görüyor ve daha farklı anlıyorum.

Öyle bir kitap ki, başından sonuna kadar Rabbimizin bize olan sevgisiyle dolu. Büyüklüğüyle, rahmetiyle, affıyla, merhametiyle, bize yol gösterecek anahtarlarla dolu. Ve öyle mucizevî bir kitap ki, hangi ruh hali ile açarsam açayım o an bana cevap veren ayetlerle karşılaşıyorum. İşte bunun için Kur'an'ı anlamak demek galiba baştan ayağa sevgi dolmak demek, affedilmek için affetmek demek, huzur dolmak, huzur dağıtmak demek, insan olmak, yaratılanların en şereflisi olmak demek...

Milli Gazete / Aile Hayat.
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Çocuklarım üniversiteyi bitirinceye kadar çalışacağım

Bu hafta ailemiz köşesinde, yedi yıldır, çocuklarının eğitimine katkı sağlamak için çalışan ve "her şey çocuklarım için" diyen bir anneyle konuştuk. Şehri Kopyan genç bir anne ve iki çocuğunun üniversite eğitimini tamamlayıncaya kadar çalışacağını ifade ediyor ve bunun kendisi için bir onur olduğunu belirtiyor...

Eyüp'te küçük bir dükkanda yufka açarak aileye katkı sağlayan bir kadın. Adı Şehri Kopyan. On beş yıl önce köyünden İstanbul'a geldiğinde şehre uyum sağlamakta çok zorlanmış. Memleketindeki, sıcak insan ilişkileri, doğal yaşam alanları gözlerinde tütse de, bu şehirde kalmaya karar vermiş. Evliliğinin ilk yıllarında ekonomik olarak büyük zorluklar yaşamış. Eşi bir gümüşçüde işe başladığında rahat bir nefes almış. Çocuklar okula başlayıncaya kadar eşinin kazandığı para yeterli geliyormuş. Bu süre içinde Şehri hanım, evinde el işi yapmış ve arkadaşları arasında satarak harçlığını çıkarmaya çalışmış. Ancak çocuklar okula başladığında maddi sorunları çocukları da etkilemeye başlamış.

Masrafları karşılamak için çalışmaya başladı

Şehri Kopyan, bu süre içinde, örgü ördüğünü, evinde yemek yaptığını ve çocuklarının servis parasını çıkartmak için elinden gelen ne varsa yapmaya çalıştığını belirtiyor. Ancak büyük oğlu liseye başladığında masraflara dersane parası da eklenince çalışmak zorunda kalmış. Şehri Kopyan, yeteneklerine uygun ve yapabileceği bir iş aramaya başlamış. Şehri hanım bu dönem yaşadığı duyguları şöyle ifade ediyor "çalışmak zorundaydım ama mesleğim yoktu ne yapacaktım hiç bilmiyordum. Bir gün bir akrabamı ziyarete gitmiştim, caddede bir bayanın yufka açtığını gördüm bunun üzerine ben de bu işi yapabileceğime inandım. Çünkü Anadolu'da büyümüştüm ve yufka açmayı biliyordum..."

Şehri hanım yedi yıldır çalıştığı iş yerinde yufka açıyor ve çocuklarının ihtiyaçlarını karşılıyor. İki çocuğundan biri lisede diğeri ilköğretim ikinci sınıfa gidiyor. Çocuklarıyla ilgili duygularını ifade ederken "her şey onlar için. Onlar üniversiteyi bitirinceye kadar çalışacağım" diyor. Çalışmayı sevdiğini ifade eden Şehri hanım, "Akşama kadar çalışıyorum çok yoruluyorum ama burada elde ettiğim kazançlarım var. Öncelikle çocuklarımın okul masraflarını çıkartıyorum bir de burada dostluklar ediniyorum, iş yerime gelen ve burada bazlama yiyen bir çok müşterilerimiz var, onlarla bir aile gibi oluyoruz, sohbet ediyoruz, memleketten konuşuyoruz" diyor. İşi çok sevdiği için başarılı olduğunu ifade eden Şehri Kopyan, insan sevdiği işte daha başarılı oluyor diyor.

Zorluklara göğüs geriyorlar

Kadınlarımızın büyük bir çoğunluğu çocukların eğitimine katkı sağlamak için çalışıyorlar ve çeşitli zorluklara göğüs geriyorlar. Yeteneklerine ve fiziki yapılarına uygun işlerde çalışanlar ise, hem daha başarılı oluyorlar hem de sosyalleşiyor ve hayata katılma şansı buluyorlar. İsmi ister Ayşe, ister Fatma ister Saliha olsun bu kadınlar, toplumun emeği görünmeyen ve takdir edilmeyen gizli kahramanları.

Aile İçi Eğitim

Dua bir ihtiyaçtır

Dua etme ihtiyacı fıtrı bir durumdur. Bu nedenle, en ilkel kabilelerden en gelişmiş toplumlara kadar herkes dua eder ve duadan vazgeçemez. İnsan temelde neye sahip olursa olsun zayıftır ve her zaman yaratıcısına sığınmaya, ona tapınmaya ihtiyaçlıdır.

İhtiyaç halinde yapılan dua: İnsan temelde zayıf ve ihtiyaçlı bir varlıktır. Dua ise insanı Yaratıcısına bağlayarak ona yalnız olmadığını hissettiriyor... Geçen hafta, rahatsızlığı sebebiyle hastanede yatan ve spor hayatına son vermek zorunda kalan bir sporcuyu izleyen kızım şaşkın bir vaziyette "bu adam eskiden ne kadar güçlüydü" demişti. Ama ne yazık kı güç insana verilmiştir ve çeşitli imtihanlarla geri alınacaktır. Bu anlamda gençlik, güzellik, maddiyat, sağlık, zindelik, hareket, akıl... bütün bunlar verilmiş güçlerdir ve emanettir. İnsanoğlu sahip olduğu bu emanetleri öylesine sahiplenir ki, küçük bir şeyini kaybettiğinde dünyası başına yıkılır. Herhangi bir sebebe bağlı olarak sağlığını yitiren kişi, belki de daha önce bu duruma düşeceğini hiç aklına getirmemiş olabilir ama öyle zaman gelir ki, acziyetini bütün hücrelerinde hisseder ve Yaratıcısına sığınır. Başka ne yapabilir ki? Böyle durumlarda, bütün engelleri kaldıracak, kendisine güç ve direnç bahşedecek yegana varlık Yaratıcımızdır... Bunun dışında sahip olduğumuz hiç bir şey bizi bu durumdan kurtaramaz.

İnsanın başına bazen hiç beklemediği olaylar gelebilir. Kazalar, depremler hastalıklar.... beklemediğimiz zamanlarda çalar kapımızı ve böyle zamanlarda acziyetimizi, kulluğumuzu, yalnızlığımızı daha yoğun hissederiz. Dua imdadımıza yetişir ve bizi Yaratıcımıza yaklaştırır.

Peygamberlerin ve salihlerin duası: Efendimiz her daim dua halindeydi ve müminlere duanın önemini vurguluyordu...

Hazreti Peygamberin yolunu takip eden salihler ise, dua etmek için başlarına herhangi bir müsubetin gelmesini beklemezler her zaman dua ederlerdi. Onlar iyi zamanda da kötü zamanda da dua halindeydiler. Bunun en büyük nedeni ise bu kişilerin bilinçlerinin uyanık olması ve her zaman acziyetlerinin farkında olmalarıdır.

Başkaları için yapılan dua: Müslümanın en büyük özelliği başkalarının da iyiliğini istemesi ve bunun için tebliğ yapmasıdır. Hayatını İslamın bekası için harcayan örnek şahsiyetler, gece gündüz insanlığın kurtuluşu için dua etmişlerdir... Bu insani bir sorumluluktur. Dolayısıyla Müslümanların duaları da tek düze ve sadece kendilerine yönelik değildir. Aksine onlar, dualarına bütün müminleri, ezilenleri, darda kalanları, hastaları... katarlar. Ve insanlığın hidayeti için gece gündüz dua ederler.

Bugünün dünyasında, yalnızlıktan, geçim sıkıntısından, ailevi sorunlarından... şikayet eden ve duadan başka sığınacak limana olmayan bizler, her zaman olduğundan daha fazla duaya ihtiyaç duymaktayız. Bunun için sadece başımız darda kaldığında değil, her zaman duaya yönelmeliyiz.

"İnsan sıkıntıya maruz kalınca, gerek yan yatarken, gerek otururken veya ayaktayken Bize yalvarıp yakarır. Fakat biz sıkıntısını giderdik mi, sanki uğradığı dertten dolayı Bize yalvaran kendisi değilmiş gibi, eski haline geçip gider. İşte (hayat sermayelerini boşuna harcayıp) haddi aşanlara yaptıkları işler, kendilerine böyle süslenmiş hoşlarına gitmiştir." ( Yunus, 10-12) (F. K.)

Birkaç söz

Duanın faydaları

Dua eden insan yalnız olmadığını hisseder ve Allah'a daha yakın olur

Dua, kişinin ömrünün bereketlenmesini sağlar ve güven verir

Dua insana kul olduğunu hatırlatır ve Yaratıcısına yaklaştırır

Dua kişinin başına gelebilecek belaları def eder ve ona güç verir.

Milli Gazete / Aile Hayat
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Allah'tan yardım dileyin...

Allah'dan kula yardım, rızkı kadar; sabır da, musibetin derecesine göre gelir. (Hadisi Şerif)

* İstediğin zaman, Allah'dan iste; yardım dilediğinde, Allah'dan yardım dile. Bil ki zafer, sabır iledir; ferahlık, sıkıntı iledir; kolaylık güçlük iledir. (Hadisi Şerif)

* Resûlûllah'a (sav) bir iş ağır gelince ya da ansızın bir durum ortaya çıkınca, hemen namaza başlar ve, 'Ey imân edenler! Allah'dan, sabır ve namaz ile yardım dileyin' (Bakara: 153) âyetini okurdu.

Yardım eden, yardım bulur

1- Kardeşinin ayıbını örtenin, Allah (cc) ayıbını örter.

2- Dünyada kardeşinin sıkıntısını giderenin, Allah (cc) âhirette sıkıntısını giderir.

3- Mümin kardeşine yardım edene, Allah (cc) yardım eder.

4- Bir kimse, âhiret için amellerle uğraşırsa, Allah (cc) onun dünyasına yeter.

5- Bir kimse, Allah ile arasını düzeltirse, Allah'da (cc) kullar ile arasını düzeltir.

6- Bir kimse, içini Allah için düzeltirse, Allah'da (cc) onun dışını yararlı hâle getirir.

* Dört kimse vardır ki, Allah (cc) onlara mu-hakkak yardım eder:

1- Harbe iştirak eden.

2- Evlenmeye teşebbüs eden.

3- Kendisini âzâd ettirmek için para kazanma-ya çalışan köle.

4- Hacca niyet eden kişi. (Hadisi Şerif)

* Allah'ın mümin kulunu dirençli kılması dört yerde olur:

1- Ölüm sırasında.

2- Kabirde sorulan suallere korkusuzca cevap versin diye.

3- Hesaplaşma sırasında.

4- Sırattan geçerken.

* Kişi, üç şeyde Allah'dan yardım görür:

1- Mescid îmâr ederken.

2- Ev yaparken.

3- Dünyalık bir ihtiyâcını giderirken. (Huleyd b. Usâri)

* Allah (cc) her zaman kullarına yardım edicidir. Bu yardımı da, kullarının nefislerini temiz kılmak ve onların içlerine tevhid nuru doldurmak suretiyle ortaya koyar.

* Kim şu üç şeyi, Allah'a güvenerek ve sevabını O'ndan umarak yaparsa, mutlaka Allah (cc) ona yardım eder ve onu mübarek kılar:

1- Allah'a güvenerek ve karşılığını O'ndan bekleyerek köle âzât ederse.

2- Allah'a güvenerek ve karşılığını O'ndan bekleyerek evlenirse. 3- Allah'a güvenerek ve karşılığını O'ndan bekleyerek ölü bir yeri canlandırırsa.

* Kişinin Allah'ın yardımından mahrum edilişinin alâmeti, güzel ve hayırlı şeyleri çirkin görmesi, çirkin ve hayırsız şeyleri de güzel görmesidir. (İbn-i Ka'b)

* Kendiniz için itina ve ihtimamı azaltınız. Yaptığınız, sizinle beraber olan amellere özen gösteriniz. Şükür yastıklarına yaslanınız. Zikir elbiselerini giyiniz. Korku yorganlarına sarılınız. Ancak böylece Allah'ın (cc) övgüsüne kavuşabilirsiniz. O'nun yardımıyla başkaları tarafından kınanmayı göze alabilirsiniz.

* Yardımseverlik ve dini ilâhiye yardım, Allah'ın yardımını celb eder.

* Kullar arasında hile, sahtekârlık, zulüm olmadığında, Allah'ın yardımı ve tevfîki yağmur gibi yağar. (Dâvûd-i İskenderî)

* Allah (cc), bizi tebliğe gönderirken, pâdişâhın elçisi gibi bizi başı boş bırakmaz, bizimle beraberdir. Bize, ilhâmıyla, feyziyle destekçidir.

* Kul, kalbini gerçek yola koyar ve ilerlemeye devam arzusu duyarsa, Hakk'ın yardımı onu karşılar. Rahmeti ve şefkatiyle kucaklar. Peygamberlerin, meleklerin süvarileri o kulun yardımına koşar. Allah'ın zevk ve safa âlemlerine götürürler.

* Allah (cc) bize yardım murad ederse, kalbimizi niyaz ve tazarrû tarafına meylettirir.

* Halka minnet kapısını örtmek, Allah'ın iyilik kapılarının açılmasına sebep olur.

* Abdullah Mağribi, gözleri gaipler âlemine dalmış, konuşuyordu. Sözlerini dinleyenler gördüler ki, gökten nûrâni bir çizgi dudaklarına doğru iniyor.

Şeyh sustu ve nûrâni hat kayboldu. Hâdiseyi haşyetle seyredenlere şöyle dedi:

- Ben susar susmaz o nûrâni hattın kaybolduğunu sandınız ve böyle gördünüz değil mi? Değil... O nûrâni hat, bize Allah'ın imdadıydı. Biz susunca o kesilmedi. O kesildi, biz de sustuk.

Eyleyen fiilini kanun-u rızâya tatbik

Olur elbet ona Allah veliyyul-tevfik.

Allah'ın tevfiki

* Kul, şehvetlerini benim taatım üzerine tercih ettiği vakit, ona vereceğim en hafif ceza, Bana münâcaat zevkinden onu mahrum etmektir.

H Tevfîk-i İlâhinin alâmeti üçtür:

1- Sen kastetmeksizin sâlih amellerin sana gelmesi,

2- Senin istemene rağmen kötülüklerin senden uzaklaştırılması.

3- Varlıkta ve yoklukta Allah'a (cc) muhtâciyet ve iltica kapısının açılması.

* Yardımsız bırakılmanın alâmetleri de üçtür:

1- Talep etmene rağmen, iyi amellere ulaşmanın zorlaşması.

2- Korkmanıza rağmen, kötü işlerin kolay kılınması.

3- Her durumda Allah'a muhtâciyet ve iltica kapısının kapalı olması.

Neden başarılı olamıyoruz?

* Çünkü plân yapmadan işe atılıyor, gözümüz korkunca da çekiliyoruz!

* Negatif düşünüyor işi kitabına uyduruyor, mazeretlere sığınmayı seviyoruz.

* İnsanların kendi istekleri için başarılı olmak yerine, başkalarına kendilerini ispatlamak için didinmeleri.

* Fikir işçiliği yerine beden işçiliğine ehemmiyet vermeleri.

* Standart ve ölçülebilir başarılar yerine, 'elimden geldiği kadar' veya 'en kısa zamanda' gibi ifâdelerle açığa çıkan göz kararı başarıları kabullenmeleri.

* Plânsız yaşamak.

* Başarıyı, kendi elimizde olmayan sebeplere bağlamak.

* Günü kurtarmaya çalışmak.

Azimli olmak...

Meşru gayeler uğrunda azimli olmak, güzel bir meziyettir. İnsan bir işi yapacağı zaman iyice dü-şünüp taşınmalı, yapılmasına uygun olduğuna kanaat getirip karar verince de, artık tereddüde kapılmamalıdır. Bütün gücüyle o işi sonuçlandırmaya çalışmalıdır. Nitekim Allah (cc) şöyle buyurmuştur: İşinde onlara (müminlere) danış, kesin bir karar verince de, Allah'a dayan, artık tereddüd etme. Şüphe yok ki, Allah (cc) kendisine dayananları sever.' (Âl-i İmran: 159)

Tereddüt, insanı sıkıntılara ve vehimlere düşü-rür. İş yapamaz hâle getirir. Beceriksiz ve kendine güvensiz kılar.

Azim ve kararlılık ise insana her türlü muvaf-fakiyetin kapısını açar.

Lider şahsiyetlerin en bariz karakteri, azimli ve kararlı olmalarıdır.

Milli Gazete /Aile ve Hayat.
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Allah'ın zati sıfatları

Allah'ın zaruri olan varlığıyla, bizim mümkün olan varlığımız arasında hiçbir benzerlik yoktur.



1- VÜCUT
Var olmak demektir. Allah'u Teâlâ vardır, gerçekten varlık sıfatıyla muttasıftır ve varlık, kendisinden hiç ayrılmayan bir mevsuftur. Varlığı, başkasından ve başkası vasıtasıyla değil, zâtının muktezâsıdır.

Vâcibdir. Vâcibü'l-vücûd bir Allah olmasaydı, hiçbir şey olamazdı. Çünkü gördüğümüz şeylerin hepsi mümkündür. Varlığı kendisinden, kendi zâtının iktizasından değildir. Gördüğümüz şeylerin ya hiç olmamalarını, veyahut bir müddet sonra yok olmalarını pekâla düşünebiliriz. Çünkü olmamalarından hiçbir şey lâzım gelmez. Bunu biraz aydınlatalım: Gözümüzün önünde ucu bucağı belli olmayan, sayıya ve hesaba gelmiyen bir cihan ve bunun içinde yaşayan sayısız canlılar vardır. Bunların en akıllısı ve en düşüncelisi de insandır. Bunda şüphe yoktur. Böyle iken biz, küçük zerreyi bile yoktan var edemiyoruz. Hiçbir şeyin kendi kendine var olmadığını da görüyoruz. Şu halde, bütün bu gördüklerimizi var eden, bunlar yok iken bir Vâcibü'l-Vücûdun bulunması lâzımdır.

Vâcibü'l-Vücûd olmadıkça bu varlıklar var olamaz ve izah edilemez. İşte bütün bu varlıkları yaratan ve kendi varlığı başka bir varlığa muhtaç olmayan Vâcibü'vücûd, Allah'u Teâlâ'dır. Dolayısıyla Allah vardır; varlık O'nun zatî sıfatların-dandır. Bunun içindir ki, varlığın zıddı olan yokluk, O'nun hakkında mümtenidir. 'Vâcib' dedikten sonra yokluğu düşünülemez.

2- KIDEM (KADİM VE EZELİ OLMAK)
ALLAH-U Teâlâ kadîmdir ve kadîm olmak O'nun sıfatıdır. Kıdem, varlığın ezeli olması, yâni bir başlangıcı bulunmamak, O'nun yok olduğu bir ânın geçmiş olmaması demektir. Görmekte olduğumuz her şeyin bir evveli, bir başlangıcı vardır. Çünkü, önce yok iken sonradan olmuştur. Fakat Allah'u Teâlâ böyle değildir; O'nun vücûdu vâcibtir. Kıdem ve ezeliyet, vacibin muktezâsıdır. Geriye doğru ne kadar gidilirse gidilsin, O'nun bulunmadığı bir zaman tasavvur olunamaz. Esasen, zaman ve mekân, her şey sonradan olmadır; Vâcibü'l-vücûd olan Allah hakkında mümtenidir, muhaldir.

3- BEKA
Allah'u Teâlâ bakidir; varlığının bir sonu yoktur. Gördüğümüz bütün varlıklar sonradan oldukları cihetle, bir zaman sonra yine yok olacaklardır. Fakat Allah (cc) böyle değildir. O, hem kadim ve ezeli, hem de baki ve ebedi bir Vâcibü'l-vücüddur. Çünkü, kıdemi sabit olan bir şeyin bekası vâcibdir. Esasen varlığı olana, kadim ve baki olmak lâzım gelir. Varlığı için bir başlangıç olmadığı gibi, bir nihayet yoktur. Beka, Allah'ın zâti sıfatlarındandır; bunun bir zıddı olan 'bir sonu olmak', O'nun hakkında muhaldir, böyle bir şey düşünülemez; tenakuzdur.

4- VAHDANİYET
Allah'In bir olması demektir. Zâtında, sıfatlarında, işlerinde tek olup; eşi, benzeri ve ortağı olmamak demektir. 'Allah birdir, O'ndan başka vücudu vâcib, hakiki bir müessir yoktur. Doğmamış ve doğrulmamıştır. Varlığı vâcib ve zâtının muktezâsı olmak itibariyle O'nun hiçbir benzeri, ortağı, örneği ve cüzleri yoktur. Her bakımdan Bir olmak, O'nun zâti sıfatlarındandır. Zâtının eşi, ortağı, benzeri olmadığı gibi sıfatları i'tibariyle de benzeri yoktur. Her şeyi yaratan, yalnız kendisi olup, Ondan başka yaratıcı olmadığı için işlerinde de Tek'tir. Bunda da eşi, ortağı yardımcısı yoktur. Dolayısıyla, Allah'ın birliğine îmân etmek demek, 'Yaratan, rızık veren, besleyip büyüten yalnız Allah'u Teâlâ olduğuna ve bununla beraber O'ndan başka ibâdete lâyık bir İlah olmayıp ibâdetin de yalnız O'na yapılabileceğine îmân etmek' demektir. 'Yerde, gökte, yâni bütün varlık âleminde, Allah'dan gayrı tapılan ilahlar olsaydı, göklerin ve yerin nizamı bozulur ve bütün âlem yok olurdu veyahut hiçbiri vücûda gelmezdi/ (Enbiya Suresi: 22) Madem ki bütün nizamıyla kâinat mevcuttur, öyle ise Allah'dan başka mabud, O'ndan başka tapınılacak bir ilâh yoktur. Hilkatteki ahenk ve intizam, fıtrattaki kanunların ıttırat ve insicamı, Allah'ın birliğine, O'nun hiçbir suretle şeriki ve ortağı, benzeri olmadığına açık bir delildir. Bunun içindir ki, O'dan başkasına ibâdet etmek, boyun eğmek, tapınmak caiz değildir. Her mü'min, Allah'ın Birliğine böylece îmân eder.

LEM YELİD VE LEM YÛLED
cenab-I Hakk'ın bu özelliğini iyice düşünürsek, şu kanaate varırız. Çocuğu olmak bir eksikliktir, bir ihtiyacın cevabıdır. İnsanın üremeye ihtiyacı vardır, değilse, kelaynaklar gibi soyu tükenir. Gönlündeki sevgiyi sunmaya ihtiyacı vardır. Sevimli yavrular, cennet kokulu bebekler bu ihtiyacı kapatır. İnsan sosyal bir varlıktır. Yalnız kalıp, streslere girmemesi için, çocuğa, bunun için de evlenmeye, yuva sahibi olmaya ihtiyacı vardır. İnsan, hastalanıp güçten düşer, ihtiyarlar. Bakıma, ilgiye, saygıya, sevgiye, sevilmeye ihtiyacı vardır. Aile ve çocuk, büyük ölçüde bu ihtiyacı giderir. Ve nihayet ölür. Arkasından okuyup duâ eden, hayır-hasenat yapan, mirasını kullanacak kimseye ihtiyacı vardır. Bu nedenle çocuksuz olmak, insan için bir eksikliktir.

Mekke müşrikleri, Resulü Ekrem'e 'ebter' dedikleri için, Kevser süresiyle tehdit edilerek Resûlûllah (sav) bu vasıftan tezkiye edilmiştir. Ama Yüce Yaratıcı hiçbir şeye muhtaç değil, varlığı zâtıyla kâim, yaratıklarına benzemez, bir ve eşsizdir. Doğurmak-doğurulmak, O'nun için noksan sıfattır. O her türlü noksanlıklardan münezzehtir. O, mahlûkâtı çoğaltmak için, canlıları rahimlerden, bitkileri topraktan, çeşitli sistem ve akıl almaz metodlarla çoğaltır üretir. Nasıl ki, bir fabrikada fabrikatör düzenini kuruyor, makinelerini yerleştirip hammaddeleri temin ederek üretime geçiyorsa, Yüce Mevlâ da çeşitli sistemlerle çoğalmasını takdir ettiği şeyleri, tâyin ettiği sayı ve biçimde halk edip üretiyor, hem de hammaddeye, fabrikaya, motora, işçiye ihtiyaç olmadan. Bizim 'filân fabrikatör filân malları doğurdu' dememiz ne kadar mantık dışı ise, teslis inancı da o kadar mantıksızdır.

'Ve o önde gelenler, dâima ileride olanlar!' (Vâkıâ:10), 'Ve can çekişmekte olan kişi, Allah'a yakın olanlardan biri ise, ona güzel rızık ve Naîm cenneti vardır! (Vakıa: 88-89) O, Ahsenü'l-Hâlıkin, kimsenin eşi, ortağı, anası, çocuğu olmaktan münezzeh olduğu için kimseyi ayırmaz, gayırmaz, kimseye haksızlık etmez. Evlâdın vesile olduğu cimrilik, korkaklık, cahillik gibi vasıflardan çok yüce ve pek temizdir.

'Velem yekûn lehü küfüven ehad': Dengi, ortağı, benzeri olmayan Yüce Zât'ın kulu olmamız hasebiyle her yaptığımız işin O'na lâyık olmasına, O'nun istediği gibi hâlis muhlis bir kul olmaya özen göstermeliyiz. Ve emsallerimiz arasında eşsiz, benzersiz, has, takvada lider bir kul olmalıyız. Allah yolundaki yarışımızda hep önde, Sâbikun ve Mukarrebun zümresine ilhak olmalıyız.

5-MUHÂLEFETÜN Lİ'L HAVADİS
CENAB-I Hak hiçbir şeye benzemez, O, işitir ve O'nun ilmi her şeyi kuşatır.' (Şûrâ: 11) Allah (cc), zâtında ve sıfatlarında hiçbir şeye benzemez. Biz O'nu nasıl düşünürsek düşünelim, O, bizim düşündüklerimizden, hatır ve hayâlimizden geçenlerin hepsinden başkadır ve hiç birine benzemez. Çünkü hatırımıza gelebilecek şeylerin hepsi mümkündür ve yokken sonradan yaratılmış ve başkasına muhtaç şeylerdir. Onların her birinin bir cihetten başkalarına benzerliği vardır. Allah-u Teâlâ ise böyle olmayıp, varlığı vacip, kadim ve bakidir. Dolayısıyla zâtı cihetinden de, sıfatlan bakımından da hiçbir şeye benzememek ve hiçbir yönden benzeri olmamak (Muhâlefetünli'l havadis), Allah'ın zâti sıfatlarındandır.

6- KIYAM BİNEFSİHİ
KIYAM binefsihi, yahut Kıyam bizatihi; varlığı kendi zâtının muktezâsı olup başkasından olmamak, varlığı için başka bir şeye muhtaç olmamak demektir. Şu varlık âleminde ne varsa, hepsi varlığında ve varlığının devam etmesinde müstakil değildir. Onların herbiri muhakkak ki kendilerinden başka varlığa muhtaçtır. Her birisinde, var olmasını iktizâ eden, zaruri kılan bir şey yoktur. Hepsi sonradan vücuda gelmiştir. Hepsi, bir yaratana, bir mekâna muhtaçtır.
Milli Gazete / Aile Hayat.
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Eş seçiminde dikkat edilecek hususlar

Efendimiz (s.a.v.) evlenecek erkeklere, kadının güzelliği için, zenginliği için ve dindarlığı için tercih edilebileceğini ifade etmiş ve eğer siz dindar olanı seçerseniz mutlu olursunuz diye belirtmiş.

Peki insanlarının kaçı bu tavsiyeyi dikkate alabiliyor? Sanırım pek az kişi bu kriteri birinci hedefi olarak belirliyor. Çünkü gençlerin evlilikle ilgili algıları ve kriterleri değişti. Artık, televizyon programlarında, dizilerde gördükleri bayanlar gençlerin evlilikle ilgili hayallerini dönüştürüyor. Onlar internet aracılığıyla, hayallerindeki bayanlara ulaşıyorlar uzun süren bir görüşmenin ardından evleniyorlar. Ancak evlilikte yaşanan sorunlar katlanılmaz olduğunda sabır ve anlayış göstermek yerine hemen ayrılmaya karar veriyorlar .

Babaannelerimiz eskiden karı koca ilişkilerinde sabır var, tahammül vardı şimdi bunlar kayboldu diyorlar. Gerçekten günümüz gençleri, yaşadıkları sorunlara katlanabilecek sabır ve tahammül gücünden yoksun bir hayat yaşıyorlar. Bunun sonucunda da, küçük bir sorunu büyüterek ayrılmaya ve başıboş gezmeye karar veriyorlar. Yapılan araştırmalar son yıllarda ayrılıkların hızla arttığını ve aile sorunlarının çocukları etkilediğini gösteriyor. Peki madem ki, gençlerimiz sadece güzel bir bayanla evlenmek istiyorlar ve bu hayallerine ulaşıyorlar, madem ki, paranın mutluluk getirdiğine inanıyor ve her şeye sahip oluyorlar. Öyleyse yaşanan sorunlar neyin nesi? Para var, güzellik var, sağlık var, iş imkanları var ama huzur yok, mutluluk yok ve eşler ayrılıyor, çocuklar dağılıyor... Çünkü artık evliliklerde Allah'ın rızası gözetilmiyor, eşler karşılıklı hak hukuk konularına riayet etmiyorlar. Ayrıca gençlerin sabır ve tahammül güçleri köreldiğinden hiçbir şeye katlanamıyorlar...

Evlenecek gençler için eş seçimi önemli kavşak noktalarından birini oluşturuyor ve kişi hayata birlikte tutunacağı kişiyi seçerken aynı zamanda, çocuklarının anasını ve ailenin bir parçasını seçmiş oluyor. Bu nedenle her iki taraf da, Allah'ın rızasını gözetmeli ve ilişkilerini bunun üzerine bina etmelidirler.

İstatistiklere göre günümüz insanının fiziki olarak çekiciliğe ve maddi konuma, aşka verdiği önem artıyor, ev işleri konusundaki becerilere ve geleneksel beklentilere verdiği önem ise azalıyor. Bugünün gençleri evlenecekleri kişide öncelikli olarak fiziksel çekicilik arıyorlar ve görüştükleri bayanların sadece fiziksel görüntüleriyle ilgileniyorlar. Bırakın gençleri, kayınvalide adayları da aynı şekilde "oğluma güzel bir kız arıyorum, boyu şu kadar olsun, gözleri şu renk olsun filan diyorlar..." Tamam, evlenecek kişi, güzel bir bayanla ya da yakışıklı bir beyle evlenmek isteyebilir ancak, hayatın içinde başka şeylere de ihtiyaç duyacağını unutmamalı. Mesela evleneceği kişinin, dindarlığını, ahlakını dikkate almayan kişi evlilik içinde kendisini anlayacak, dinleyecek sorunlarına ortak olacak bir eş beklentisi içinde oluyor... O halde aslında ne istediğini tam olarak bilmiyor. Kişi eğer eşinden sevgi, saygı, anlayış ve iyilik bekliyorsa, eş seçerken, öncelikleri arasına güzel ahlakı da koymalıdır.

Eş adayları evliliğe hazır olmalı: Yapılan araştırmalar, son yıllarda boşanmaların hızla arttığını ve dağılan ailelerin çocuklarının büyük tahribatlar yaşadığını gösteriyor. Boşanmalarda, ağır yaşam şartları, aile içi çatışmalar önemli rol oynasa da, birinci neden kişilerin kendilerini ve eş adayını tanımamaları ve evliliğe hazır olmamalarıdır. Bu nedenle eş adaylarının öncelikle kendilerini evliliğe hazır hissetmeleri gerekir.

Eş adayları evlilikten neler beklediklerini bilmeli: Evlenecek kişinin her şeyden önce kendisini evliliğe hazır hissetmesi ve evliliğin getirdiği sorumlulukları kaldırabilecek yeterliliğe sahip olması gerekir. Bunun dışında kişi, evlilikten ve eşinden neler beklediğini bilmeli ve seçimini buna göre yapmalıdır. Ne yazık ki, eş adayları evlenmeden önce evlilikten neler beklediklerini tam olarak kestiremiyorlar ve ayakları yere basmayan hayaller kuruyorlar. Bunun sonucunda da yanlış seçim yapabiliyorlar ve evlendikten sonra aslında ben böyle istemiyordum ya da şu beklentilerim de vardı tarzında yakınmalarda bulunuyorlar. Evlilikteki muhabbeti öldüren ve eşleri birbirinden uzaklaştıran bu sorunlar ne yazık ki, doğrudan çocukları etkiliyor. Çocuklar anne babanın hatalarını bir şekilde sırtlarına alıyor ve taşımaya çalışıyorlar.

Yaşanan sorunları çözme becerisi olmalı: Eş adaylarının karşılaştıkları sorunları çözme becerisi kazanmaları ve bu konuda kendilerini yeterli hissetmeleri gerekir. Aksi durumda evlilikte yaşanan küçük sorunları büyütecek ve katlanılmaz şeyler olarak tanımlayacaktır.

Aile içi eğitim

Çocuğun okuma saati

TUÇE henüz altı yaşında. Kitapları çok seviyor, annesinin aldığı kitapları odasına koyuyor ve resimleri tek tek inceliyor. Tuçe annesinin akşamları başucunda kitap okumasından hoşlanıyor ama on beş dakika sonra sıkılıyor ve annenin kitapları bırakıp odasından çıkmasını istiyor. Ama anne onu anlamadığı için tam bir buçuk saat kitap okuyor ve ona sorular soruyor....

Yine bir uyuma saati, annesi yıllar önce aldığı Ayşegül serisini çıkarıyor ve resimlere bakarak hikaye anlatıyor. Tuçe, resimlere baktığında dedesinin evini hatırlıyor. Deniz kıyısında yaşayan dede yaz tatillerinde torunuyla ilgileniyor ve dede torun birlikte denizin keyfini çıkarıyorlar. Resimlere dokunuyor Tuçe ve anneye soruyor.

- Anne burası dedemin köyü değil mi?

Anne cevap veriyor

- Hayır değil ama dedenin köyüne benziyor

Tuçe kitabın arka sayfasını çevirip tekrar soruyor:

- Anne bu gün masalı ben anlatsam

Anlat diyor anne.

Sonra başlıyor anlatmaya... "Eskiden bir küçük bir kız varmış, kardeşi olmadığı için evde çok sıkılıyor, yaramazlık yapıyormuş. Annesi yaramazlık yaptığında onu hiç sevmiyor, kızıyor odaya kapatıyormuş. Odada kız çok korkuyor çizgi filmdeki cadının gelip kendisini yiyeceğini sanırmış. Ama anne onu hiç anlamazmış çünkü anne yaramazlık yaptığında kızını hiç sevmezmiş. Kız, bir daha yaramazlık yapmayacağım diye annesine söz verirmiş ama evde sıkıldığı için yine yaramazlık yaparmış. Annesi ona akşamları kitap okurmuş kız kitapları çok severmiş ama anne okurken sıkılırmış. Çünkü anne çok fazla şeyler okurmuş kız sıkıldığını belli etmemek için anneye bakarmış ama içinden biran önce okumayı bitirsin diye dua edermiş...

Tuçe, resimleri okumayı bitirdikten annenin gözlerine bakıyor. Anne, çocuğun cümlelerini tek tek analiz ediyor ve onunla kurduğu ilişki tarzının yanlış olduğunu düşünüyor. Çünkü Tuçe gerçekten tek kardeş ve evde çok sıkılıyor. Anne istediği her oyuncağı alıyor, ona uygun oyun ortamları oluşturur ama çocuk oynayabileceği bir arkadaşının olmamasından yakınıyor ve yukarı kattaki komşuya gitmek istiyor. Anne kızını dinlediğinde, onun akranlarıyla oynamaya ihtiyacının olduğunu anlıyor ve Tuçe'yi oyun gruplarına dahil etmeyi düşünüyor. Anne çocuğun bitmeyen isteklerinden sıkıldığından bazen onu odaya kapatırmış. Anne kendince çocuğu cezalandırdığını düşünürken çocuğun burada yaşadığı korkuları hiç düşünmemiş. O akşam çocuğu dinlediğinde yaptığı hatayı anlıyor ve onu bir daha odaya kapatmamaya karar veriyor. Ayrıca anne kızının yaramazlıklarından yorulduğunda ona kızar, tehdit eder arasıra da vururmuş. Oysa çocuk bundan annesinin kendisini sevmediğini düşünür ve üzülürmüş. Anne çocuk yatağına geçtiğinde her akşam bir buçuk saat kitap okur ve çocuğa faydalı olduğunu düşünürmüş. Oysa o akşam, çocuğun ifadelerinden onun dikkat süresinin on beş dakikalık bir süreyi kapsadığını ve çocuğun uzun süre başında kitap okunmasından sıkıldığını anlıyor.

Anne ilk defa çocuğu hiç anlamadığını ve onun dünyasını keşfedemediğini fark ediyor. Çocuklar duygu ve düşüncelerini doğrudan anlatamasalar da masallar ve oyunlar aracılığıyla onları tanımanın ve aile içinde yaşadığı sorunları belirlemenin mümkün olduğunu düşünüyor anne. Sonra, çocuğuna sarılıyor ve "Tuçe, bundan sonra annen, sana masal anlatırken, kısa tutacak ve sen hiç sıkılmayacaksın. Ayrıca anaokuluna gönderecek orada yaşıtlarınla rahatça oynayabileceksin. Annen seni odaya kapatmayacak ve senin rahatça oynayabileceğin oyunlar kuracak. Annen seni çok seviyor ve bundan sonra sevgisini ifade edecek ve sen artık masalları daha farklı anlatacaksın..." diyor. Çocuk anlamsızca bakıyor annesinin yüzüne ve sımsıkı sarılıyor ona...

Birkaç söz

AİLE çocuğa kitap seçerken, onun gelişim dönemini dikkate almalıdır. Seçilen kitapların resimleri büyük, ayrıntıları az ve karakterler yalın çizgilerle çizilmiş olmalı ve canlı renkler kullanılmalıdır. Çocuk için seçilen kitaplarda, resimler somut olmalı, verilen mesajlar açıkça ifade edilmelidir. Ayrıca kitaplar içeriği bakımından çocuğun duygusal, zihinsel ve hayal gücünü geliştirecek nitelikte ve zengin olmalıdır.

Anne çocuğa kitap okurken okunacak süreyi iyi ayarlamalı, çocuğa sorular sorarak okumayı sıkıcı olmaktan kurtarmalıdır. Kitap çocuğun anlayabileceği dilde olmalı ve çocuğa resimlerle ilgi düşünceleri sorulmalıdır.

Milli Gazete / Aile Hayat
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Keşke evlenseydi

Adam kırk yaşında... O yaşa kadar evlenmemiş, birkaç kere beğendiği birinden bahsetmiş ama anne hemen müdahale etmiş ve "sen daha çok küçüksün, bekle" demiş olayı savmış. Baba küçük yaşta öldüğünden evin bütün yükünü anne üstlenmiş, Anne "hayatımı oğluma adayacağım" demiş ve hiç evlenmemiş bütün sevgi ve ilgisini oğluna yatırmış.

Aradan yıllar geçmiş... Şimdi oğul evde, küçük bir kukla gibi annenin gölgesinde yaşıyor, anneden habersiz hiçbir şey yapamıyor ve kurgulanmış bir filmin en sıkıcı sahnelerini oynuyormuş. Evin kedisiyle arasındaki tek fark sofra sohbetleriymiş. Anne hazırladığı sofrada çocukluğundan beri yaşadığı bütün hatıralarını aktarır oğul, hiç itiraz etmeden, yorum getirmeden sessizce dinlermiş. Bunun dışında hayatları çok monoton geçer, anne oğula gün içinde ne yapması gerektiğini söyler oğul bunun dışına çıkamazmış. Oğul iki kere işe girmiş ikisinden de anne yüzünde ayrılmış. Anne iş yerini günde beş kere arar ve oğula nasıl davranması ne yapması gerektiği konusunda direktifler verir ve buradaki insanlara hiç güvenmemesi gerektiğini söylermiş. Patron, henüz bağımsızlığını elde edememiş bu gence acımış ve ona yardımcı olmaya çalışmış. Hatta komşu kızıyla görüştürüp evlendirmek istemiş. Bu konuda anneyi de ikna eden patron kızı istemeye gittiklerinde annenin çıkışlarıyla başaçıkamamış ve ona yardımcı olmaktan vazgeçmiş. Anne kızın ailesini bir bir sorgudan geçirmiş, kıza, "sen evlendiğinde kocandan değil benden izin alacaksın, beni memnun etmeye çalışacaksın yoksa evliliğini devam ettiremezsin" deyince aile kızlarını vermekten vazgeçmiş.

Anne oğlunu evlendirmek istiyormuş ama eve gelecek gelinin, emirlerinden hiç çıkmamasını, bakkala dahi gitse kendisinden izin almasını, kocasıyla yan yana durmamasını ve yanında sohbet etmeleri gerektiğini söylüyor bunun üzerine kızın ailesi vazgeçiyormuş. Oğlunun evde konuşma hakkı yokmuş, tıpkı üç yaşındaki bir çocuk gibi bütün kararlar anneden çıkar, evliliğe, işe arkadaşlarına, sokağa çıkmasına anne karar verir ve oğul annenin kurguladığı senaryoyu oynamaktan başka bir şey yapmazmış.

Oğul bir sabah anneden izinsiz Eyüp Camii'ne doğru yürümüş. Burada tanıdığı biriyle karşılaşmış ve uzun uzun konuşmuş, sorunlarından bahsetmiş. Adam oğulun düştüğü duruma çok üzülmüş ve "seni evlendirelim" demiş. Ama oğul korkuyormuş, annem isterse olur demiş. Bunun üzerine adam oğulla birlikte anneyle konuşmaya karar vermiş. Biraz daha konuştuktan sonra eve gelmişler anne önce oğlunu niçin benden izin almadan çıktın diye azarlamış. Adam anneyi sakinleştirdikten sonra artık oğulun evlenme vaktinin geçtiğini, vakit kaybetmeden bir yuva kurmasının daha uygun olacağını izah etmiş. Anne oturduğu yerden kalkmış ve adama çıkışmış. "ben evlenmedim, hayatımı, gençliğimi ona adadım, o da bana adamak zorunda. Eğer evlenirse, karısı benim emrimde olacak, benden izinsiz hiçbir şey yapılmayacak, karısını yanına alıp beni atmayacak, bana saygıda kusur etmeyecek, evlenecek kız önce benimle anlaşmanın yollarını arayacak" diye başlamış konuşmaya. Adamcağız başını önüne eğmiş vaziyette oturan oğula bakmış ve oğulun anne sayesinde henüz büyüyemediğini ve evliliğin getirdiği sorumluluğu taşıyamayacağını anlamış. Sonra anneye dönmüş ve "be teyze keşke evlenseydin de bu çocuğun hayatını mahfetmeseydin, kendi hayatını yaşasaydın şimdi bu çocuğa bu kadar eziyet etmezdin. Şimdi ne olacak? Çocuğun büyümesine fırsat vermiyorsun, evlenmesine müsaade etmiyorsun, kendini bulmasına kişiliğini tamamlamasına fırsat tanımıyorsun ve çocuğuna eziyet veriyorsun." demiş. Adam daha fazla dayanamayıp oradan ayrılmış. Genç adam ise annesin kendisine yüklenmesi üzerine odasına çekilmiş ve başı önde öylece kalmış.

Varlığını hiçbir şekilde tanıyamamış, bağımsızlaşamamış ve kimliğini oluşturamamış bu adam henüz üç yaşında bir çocuk gibi annenin elinde heder edilmiştir. Artık ne evlenebilir ne çalışabilir ne de sosyal hayatın bir parçası olabilir. Toplumumuzda bu şekilde büyüyememiş erişkin çocuklar vardır. Onlar fiziksel olarak erişkin olsalar da ruhsal olarak küçük birer çocuk gibidirler... Hiçbir şekilde evlilik kuramazlar, kursalar da başkalarının tesirinde kaldıklarından kurulan evliliği sürdüremez ailenin sorumluluğunu taşıyamazlar. Bunda kuşkusuz, kötü giden hayatın izlerini içine atarak bunun acısını çocuğundan çıkarmaya çalışan annelerin büyük rolü vardır. Bu nedenle anneler eğer dul kalmışlarsa evlenebilirler, aile içinde kendi hayatlarını yaşayabilirler, kendilerine vakit ayırabilirler ama bunu erteleyerek hiçbir şekilde çocuktan çıkarmaya kalkmamalıdırlar.

Milli Gazete / Aile Hayat.
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Allah'ın subuti sıfatları 2

Allah'ın zaruri olan varlığıyla, bizim mümkün olan varlığımız arasında hiçbir benzerlik yoktur.

7- TEKVİN
Tekvin, Cenab-ı Hakk'ın bilfiil yaratmak sıfatı demektir. Tekvin sıfatı, irâdenin muktezâsma göre ve mümkünde te'sir ve icâd eder. Bütün bu varlıkların hakiki yaratanı Allah'dır (cc). Bunları icad edip etmemeye muktedir olan Cenab-ı Hak, irâde sıfatı ile ilm-i ezelisine muvafık icadını istemiş ve tekvin, yâni yaratıcı olmak sıfatıyla da onu bilfiil icâd eylemiştir.

Allah'ın yaratmak, rızık ve nimet vermek, azâb etmek, diriltmek, öldürmek gibi olan bütün fiilleri tekvin sıfatına râcidir. Bunların hepsinin başı odur ve bunlara sıfât-ı fi'liye denir.

Hülâsa var olmak, varlığının evvel ve âhiri olmamak, başka bir şeye benzememek, gayrıya muhtaç olmamak, şeriki ve ortağı, dengi ve benzeri bulunmamak; hayat, ilim, kudret, irâde, semi, basar, kelâm ve tekvin şifaları Allah'a (cc) vâcib ve bunların zıddı ise müstahildir. Ne kadar kemâl sıfatları varsa, onların hepsi ile muttasıf, noksan ve eksikliği andıran evsaftan münezzehtir. Bütün isimleri ve sıfatları da, Zâtı gibi ezeli ve ebedidir; kendisine mahsus olup benzerleri yoktur.

8- KELÂM (Söylemek)
Emri, herkese farzdır. Verdiği haberlerin hepsi doğrudur. Emir, haber, va'd ve vaid (tehdit) hepsi O'nun sözüdür. O, hayy, alim, kadir, görücü ve işitıci olduğu gibi; söyleyicidir de. Musa'ya (as) vasıtasız söyledi.

Söylemesi; damak, dil, dudak ve ağızla değildir. İnsanın kalbindeki söz, harfsiz ve sessizdir.

Allah'ın (cc) konuşması, bu sıfattan da uzak ve münezzehdir. Kur'ân-ı Kerim, Tevrat, İncil, Zebur ve bütün peygamberlerin kitapları O'nun sözüdür. O'nun sözü, O'nun sıfatıdır. Yâni kelâm sıfatıdır. Bütün sıfatları kadimdir, dâima var idiler.

Allah'ın (cc) Zâtı, kalbimizde biliniyor, dil ile zikrolunuyor. Bizim bilmemiz mahlûk, zikr olunan ise kadimdir. Kelâmının aslı da, bunun gibi kadimdir. Kalplerimizde ezber olarak durur, dillerimizde okunur. Mushafa yazılır. Ezberlenen mahlûk değil, ezberleme mahlûktur. Okunan mahlûk değil, okuma mahlûktur. Yazılan mahlûk değil, yazan mahlûktur.

Kelâm sıfatı Allah'ın ezeli ve ebedi olan sıfat-ı subûtiyesindendir. Ezeli olan kelâm sıfatı, ilim sıfatının taallûk eylediği mümkün, vâcib, müstalih ve muhal olan şeylerin hepsine taallûk eder.

• Allah (cc), Peygamberini kelâm sıfatı ile terbiye eder. Sevdiği kulları ise, ilham yoluyla ıslâh eder.

• Allah (cc) konuşur. Mûsâ (as) ile konuştu. O'nun konuşması maddi yapılı değildir. O kelâm sıfatının ölçüsü, tartısı, kalıbı yoktur. O'nun kelâm sıfatı yaratır, fakat o sıfatı bir şey yaratmış değildir. O sıfatın yaratıcısı Hak'tır.

Musa'ya (as) aklı kadar konuştu. Vâsıta kullanmadı. Resûlûllah (sav) ile vasıtasız konuştu; bizzat kelâm sıfatının tecellisini gösterdi.

• Hakkın kelâmını dinlemek için, O'nun kulluğunda yerli olmalı. Kavmi, Musa'nın (as) Hak'la konuştuğuna inanmadı. Yerinde tahkik etmek üzere yetmiş kişi seçtiler. Hakkın kelâmını işitince bayılıp düştüler. Mûsâ (as) tek başına kaldı. Al lah (cc) onları ayılttığı zaman:

- Biz Allah'ın kelâmını dinlemeye güçlü değiliz, yâ Mûsâ! Sen aramızda vâsıta ol, dediler.

Mûsâ (as) konuştu, arada vâsıta oldu. Hem onların sözlerini dinledi, hem de Hakk'ın emrini onlara söyledi.

Mûsâ (as), kuvvetli îmâna, tam kulluğa ve Hakk'a karşı taat sahibi olması hasebiyle o sözü dinlemeye kuvvet sahibi oldu. Halbuki onlar, îmânlarının zafiyeti yüzünden o yüce kelâmı işitmediler.

• Allah (cc), Musa'ya üç günde yüzkırk bin kelime ile hitap etti. Mûsâ (as), insanların konuşmalarını dinleyince, kulağına gelen Allah kelâmının yanında kulların sözleri çok basit kaldı, ona sıkıntı verdi. Rabbinin Musa'ya vahyettiği sözlerde şunlar da vardı:

- Yâ Mûsâ! İbâdet yapanlar zühd ile olduğu kadar hiçbir amelle Bana yaklaşamazlar. Bana yaklaşmak isteyenler, onlara haram kıldığım şeylerden kaçınmakla yaklaşırlar. Hiç kimse de Bana tâ'zim ederek ve azabımdan korkarak ağlamasıyla olduğu kadar, hiçbir amelle kulluk edemez.

- Ey bütün yaratıkların Rabbi! Âhiret günün de tek söz sahibi, ey azamet ve lütuf sahibi! O kullarına neler hazırladın, onlara ne mükâfatlar vereceksin?

- Zahitlere cennetimi verdim. Orada diledikleri yerde kalırlar. Kendilerine haram kıldığım şeyden sakınanları ise, kıyamet günün de bütün kullarımı hesaba çektiğim vakit, onlara olan sevgim, merhamet ve lütfumdan dolayı hesaba çekmeden cennete koyarım. Azabımdan korkup ağlayanlar ve Bana saygı gösterenler için cennette yüce yerler vardır. Onların makamına başkaları ulaşamazlar. (Hadisi Şerif)

• Kalp, kelâm tecellisine erince, Hakk'a yakın olur. Bu yakınlık hayat verir. Ölümü de, onlardan ayrılmakla başlar. Hoşnut olduğu şey, O'nunla münâcaat hâlidir. Hiçbir şeye, susuzluğa, çıplak kalmaya, sonradan olan bâzı şeylerin elden çıkmasına aldırış etmez.

9- EF'AL (Allah'ın Fiilleri)
Alemdeki her şey'i O yaratmıştır. Yarattıklarını öyle yaratmıştır ki, ondan daha iyisi ve güzeli olamaz. Bütün akıllıların aklı bir araya gelse ve bu memleketin şeklinin daha başka ve fakat daha güzel olması için düşünseler, yahut bundan daha güzel tedbir alsalar, yahut bir şeyi azaltıp yahut çoğaltmak isteseler, yapamazlar.

O'nun işinin ve hikmetinin sırrını anlayamazlar. Böyle olanlar şu kör gibidir ki, bir odaya girer, orada herşeyi yerli yerindedir ama o görmez. Bir şeye çarpınca, bir şeyi devirince 'Bunu niye yol üstüne, ayak altına koyarlar?' der. Halbuki o şey, ayak altında değildir. Fakat o kimse yolu görmüyor.

Yarattığı her şeyi adaletle ve hikmetle (bir fayda ile) yaratmıştır. Ve olması icab eden şekilde yaratmıştır. Eğer bu yarattığından daha mükemmeli mümkün olsaydı ve onu yaratmasaydı, ya âciz olurdu veya bahil olurdu. Bunların ikisi de Allah'u Teâlâ için söylenemez. O halde, sıkıntı, hastalık, fakirlik, bilgisizlik ve acizlik gibi yarattığı şeylerin hepsi adaletledir. Zulüm yapması mümkün değildir. Çünkü zulüm, başkasının mülkünde tasarruftur. O'nun, bir başkasının mülkünde tasarruf etmesi düşünülemez. Çünkü O'ndan başka mülk sahibi yoktur. Olmuş olan ve olabilecek olan her şey O'nundur. Mâlik O'dur; ortağı ve eşi yoktur.

10- TENZİH
O, cevher değildir, madde değildir. Araz değildir, hiçbir maddede bulunmaz. Hiçbir şeye benzemez, hiçbir şey de, O'na benzemez. Şekli yoktur, ölçülemez. Nasıl ve ne gibi diye sorulamaz. O deyince, kemmiyet olarak akla, hayâle gelen her-şey O değildir. Çünkü bunlar, yarattıklarının sıfatlarıdır.

O, mahlûklar gibi değildir. Akla, vehme, hayale gelen herşeyi O yaratmaktadır. Küçüklük ve büyüklük ölçüleri, O'nun için söylenemez. Çünkü bunlarda, madde âleminin vasıflandır; O ise, madde değildir ve hiçbir madde ile bağlantısı yoktur.

Bir yerde, bir yerin üstünde değildir. Kendisi yer kabul edici değildir. Alemde olan herşey, Arşın altındadır. Arş ise, O'nun kudreti ve kuvveti altındadır. O, Arşın üstündedir. Bu, cismin bir cisim üzerinde oluşu gibi değildir. Çünkü O, cisim değildir. Arş O'nu taşıyor, üzerinde tutuyor demek değildir. Arş ve Arşı tutan meleklerin hepsi, O'nun lutfû ve kudreti ile duruyorlar.

O, ezelde, sonsuz nicelerde nasılsa, şimdi hep öyledir. Çünkü tegayyur ve değişme, zatı ve sıfatları hakkında söylenemez. Eğer sıfatta değişme olsa, noksanlık olur. Noksan olan ise, Allah olamaz. Bir sıfatı sonradan kâmil olsa, kemâle muhtaç ve önceden noksan olmuş olurdu. Böylece yarattığına muhtaç olurdu. Muhtaç olan ise, Allah olamaz.

Hiçbir mahlûkuna benzemez ise de, bu dünya da O'nu bilmek ve âhirette O'nu görmek vardır. Bu dünyada nasıl olduğu anlaşılmadan bilindiği gibi, öbür dünyada da, anlaşılmadan görünecektir. Çünkü o görüş, bu dünya görüşüne benzemez.

Milli Gazete / Aile ve Hayat
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Hazreti Peygamber çocuklara değer verirdi

Hazreti Peygamber, kendisine getirilen çocuklara, öncelikle iman hakikatlarını anlatırdı. Onlarla konuşurken, seviyelerini dikkate alır ve değer verdiğini hissettirirdi.

Çocuklarla ilişkilerimizde efendimizin yolunu takip ettiğimiz sürece onları kazanabilir ve onların küçük yaşlarda bilinçlerini uyandırabiliriz.

Efendimiz, torunlarını kucağına alır, onlarla konuşur ve birlikte vakit geçirirdi. Bir keresinde kendisini torunlarını kucağına alırken gören bir sahabe bunu yadırgadı ve " benim on çocuğum var ve şimdiye kadar hiç birini öpmüş değilim dediğinde efendimiz " merhamet etmeyene merhamet olunmaz" dedi.

Hicretin onuncu yılında oğlu İbrahim hastalanmış ve kucağında vefat etmişti. Efendimiz bu olaya çok üzülmüş ve gözlerinden yaşlar boşalmıştı. Bunun üzerine Abdurrahman bin Avf efendimize neden ağladığını sordu, Allah Resulü, ağlamanın şefkat ve merhamet belirtisi olduğunu söyledi ve oğluna döndü " eğer tekrar buluşma vaadi olmasaydı, senin için daha fazla üzülürdük. Yine de senin için çok muhzunuz ya İbrahim, gözler yaş akıtır, kalp hüzünlenir, lakin Allah'ın hoşlanmayacağı şeyi söyleyemez" dedi. ( Buhari, Cenaiz 43)

Hazreti Peygamber gerek çocuklarla gerek yaşlılarla gerek sahabesiyle ilişkilerinde, hoşgörülü, empatik ve sevecen davranırdı. O insanların sorunlarını hiçbir şekilde küçümsememiş, onları dinlemiş ve yardımcı olmaya çalışmıştır. Bütün bunlar efendimizin insanlara değer verdiğini ve onlara şefkatle muamele ettiğini gösteriyor.

Efendimiz torunlarını kucağına alır ve "bunlar benim dünyadaki iki reyhanım ( kokuların en güzeli) der ve onlarla ilgilenirdi. Hazreti peygamber torunlarına gösterdiği sevgiyi bütün çocuklara gösterir ve onlarla konuşurdu. Usame Bin Zeydin anlattığına göre efendimiz bir dizine onu, diğer dizine torunu Hasan'ı oturtur sonra ikisini de bağrına basar, "Allah'ım ben bunları seviyorum bunları sen de sev diye dua ederdi. Bir keresinde namaz kılıyordu tam da bu sırada torunları sırtına binmişti efendimiz torunları kendiliğinden ininceye kadar secdeyi uzatmıştı.

Allah Resulü, çocuklarla sohbet eder ve onlara değer verirdi. Bir gün evinden çıkmış torunlarını bağrına basarak " siz çocuklar ( çok büyük imtihan vesilesisiniz, bu nedenle bazen cimriliğe bazen korkaklığa bazen de cehalete müptela kılarsınız. Buna rağmen sizler Allah'ın en güzel kokulu nimetisiniz. ( tirmizi bir 11) buyurdu.

Ashaptan Büreyde'nin naklettiğine göre, Allah Resülü, Mescide hutbe okurken henüz çok küçük yaştaki torunlarının düşe kalka ilerlediklerini görünce hutbeyi yarıda keserek yanlarına gitmiş onları kucağına alarak tekrar hutbeye çıkmış ve Allah Teala "mallarınız ve evlatlarınız ( sizin için) bir imtihan vesilesidir" derken ne kadar doğru söylemiş, bunları öyle görünce sabredemedim. Buyurmuş ve hutbesine devam etmiştir. ( tirmizi menakı, 30)

Yine Enes bin malik'in kardeşi Ebu Umeyr'in çok sevdiği kuşu ölünçe efendimiz onu teselli etmek istemiş ve " Ebu Ümeyr serçeciğine ne oldu serçecik ne yapıyor şimdi diyerek çocuğun acısına ortak olmuştur. Yolda karşılaştığı çocukları bineğine alır ve gidecekleri yere götürürdü.

Hazreti Peygamber, kendisine getirilen çocuklara, öncelikle iman hakikatlarını anlatırdı. Onlarla konuşurken, seviyelerini dikkate alır ve değer verdiğini hissettirirdi.

Çocuklarla ilişkilerimizde efendimizin yolunu takip ettiğimiz sürece onları kazanabilir ve onların küçük yaşlarda bilinçlerini uyandırabiliriz.

Milli Gazete / Aile Hayat.
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Alınganlık yalnızlaştırır

Aşırı alıngan kimseler, insanlarla ilişkilerinde, sevilmediklerini ve değer verilen biri olmadıklarını düşünerek, olayları üstlerine alırlar ve ortamdan uzaklaşmaya çalışırlar. Bu yönüyle alınganlığın temelinde güven eksikliği ve zayıf benlik algısı vardır. Kendine güvenmeyen, kendinden emin olmayan kişi, çevresi tarafından değerlendirilmeye tabi tutulduğunu ve olumsuz bir şeyler iman edildiğini düşünmektedir.

Her insanda biraz alınganlık vardır fakat bu, doğal sınırlar dahilinde, kişiye zarar vermez. Ancak, itidal sınırlarını aştığında alınganlık kişiye ve çevresindeki insanlara zarar verecek boyutlara ulaşabilir. Yani, sıradan ilişkilerimizde ottan sudan şeylere alınganlık gösterdiğimizde, topluma katılmamız ve insanlarla bir arada yaşamamız daha güç hale gelebilir ve çevremizdeki insanları rahatsız edebiliriz.

Alınganlık temelde zanna dayanan bir duygudur. Kişi, emin olmadığı halde, olumsuz senaryolar üretir ve olayları olumsuz tarafından yorumlayarak üstüne alır, insanlardan uzaklaşır. Bu durum, insanlarla ilişkilerimizi zayıf ve çelimsiz bırakır...

Alınganlığın temelinde, kendimizle ilgili düşüncelerimiz, inancımız ve beklentilerimizin büyük etkisi vardır. Mesela, kendisinin dağınık olduğuna inanan bir bayan, ortamda dağınıklıkla ilgili bir konuşma geçtiğinde hemen üzerine alınır, yüzünü asar ve bulunduğu alanı terk eder. Çünkü gerçekten dağınık olduğuna kendisi de inanmaktadır ve burada konuşulanlar kendisiyle ilgili olmadığı halde üzerine alınmıştır.. Buna karşın birisi aynı kişiye, dilsiz dese bunu hiç umursamaz, çünkü dilsiz olmadığını biliyordur ve bundan emindir.

Alınganlık, kişinin güvensizliğiyle ilgili bir durum olsa da, bunda toplumsal ve kültürel yapımızın da bir miktar etkisi vardır. Özellikle bizim toplumumuzda insanlar birbirlerinin olumlu ve olumsuz taraflarıyla çok fazla ilgilidirler. Aile dinamiklerimizin güçlü olması ve çevremizdeki insanlarla olan duygusal bağımız ise diğer insanların bizim hayatımızda ne kadar önemli olduğunu gösterir. Ancak bu konuda itidal sınırlarını aşarak, çoğu zaman bağlandığımız inandığımız insanların bizim için ne dediğine ne düşündüğüne odaklanır ve olumsuz değerlendirmeler yapılabiliriz.

Alınganlık, kendimize ve çevremize zarar verir hale geldiğinde bazı sorunlar ortaya çıkabilir: Evliliklerde ortaya çıkan sorunlar: Evliliklerde eşlerin birbirlerini anlamamaları ve küçük şeyleri büyüterek alınganlık göstermeleri karı koca arasındaki sevgi ve saygı düsturunu zedeler. Ayrıca, eşinin söylediği her şeye alınganlık göstererek küsen hanımlar, çocuklarına da bu davranışı öğreterek zarar verebiliyorlar.

Çevreyle ilişkilerde sorunlar ortaya çıkabilir: Gereksiz şeylere alınganlık gösteren kimseler genellikle istenmeyen ve rahatsızlık uyandıran kimseler olarak bilinir. İnsanlar, bu tür kimselerle bir arada olmaktan hoşnut olmazlar. Çünkü bu insanların nereden ne anlam çıkaracakları ve neye alınacakları belli değildir. İlişkilerimizin temelinde güven vardır. Alıngan insan kendine ve çevresine olan güvenini yitirmiştir. Bütün bunlar alıngan insanları yalnızlığa sürüklemektedir.

Kişinin kendisiyle ilgili sorunlar yaşaması: Çevresindeki insanlarla bir arada bulunmaktan rahatsızlık duyan ve gereksiz şeylere alınan insan iç dünyasında mutsuz ve güvensizdir. Ayrıca, kendisine ve çevresine olan inancını yitirdiğinden derin bir boşluk içindedir. Ona göre, insanlar sürekli kendisiye ilgili olumsuz yorumlar yapmakta ve onu sevmemektedirler.

Başkalarının düşüncelerini okumak: Alıngan insanlar, yüzyüze geldikleri kimselerin düşüncelerini okurlar ve buradan olumsuz anlamlar çıkararak üstlerine alınırlar. Bu aslında bir yerde kişinin, başkalarının hayatına müdahale etmesine izin vermesidir. Eğer öyle olmasaydı başkalarının ne dediği bu kadar önemli olmazdı.

Alınganlık insani sınırlar dahilinde, hepimizde bir miktar vardır. Ancak, bu hiçbir şekilde hayatımızı etkilememeli insanlarla ilişkilerimizi zedelememelidir. Bunun için, gereksiz yere olayları üzerimize almaktan vazgeçmeli ve güven eksenli ilişkiler kurmalıyız. Ayrıca zan yapmaktan kaçınmalı, olaylara olumlu anlamlar vermeyi öğrenmeliyiz.

Milli Gazete / Aile Hayat
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Davranışlarınızda tutarlı mısınız?

Allah Resülü, eğitim ve öğretim konusunda, sadece İslamın ilkelerini anlatmakla kalmamış aynı zamanda bu ilkeleri hayatına aktararak davranışlarıyla da insanlara örnek olmuştur. Yani, Efendimiz tavsiyede bulunduğu ve insanları uyardığı konuları kendi yaşam tarzıyla da göstermiş ve davranışsal olarak da tebliğini sürdürmüştür. Bu insanlar üzerinde oldukça tesirli bir yöntemdir ve geçerliliğini her dönem korumaktadır...

Tebliğ çalışmalarında olduğu kadar çocuk eğitiminde de bu tutarlılığın esas alınması, ifade edilen ilkelerin davranışsal olarak da hayat bulması önemlidir. Çünkü bu, çocuğun doğru davranış modelini benimsemesini kolaylaştırır... Zira her çocuk anne babasının kendisinden beklediği davranışların aktif yansımalarını önce onların hayatlarında görmek ister. Çocuk, bir yandan kendisine verilen bilgileri anlamlandırmaya çalışırken diğer yandan yaşantısal olarak anne babayı örnek almaktadır. Bu çocuğun anne babaya olan güven duygusunu pekiştirir ve aileyi örnek almasını sağlar.

Hazreti Peygamber, Bedir Gazvesi'nde ellerine düşen esirleri sahabeye teslim ederek, onların misafir edilmelerini istemiştir. Bu yöntemin faydalı olabilecek çeşitli mulahazaları da vardır ancak bu kapsamda esirlerin Müslümanların hayat tarzlarını görüp benimsemeleri de önemli bir yer tutar. Çünkü, insanlar içinde bulundukları gruptan etkilenirler... Nitekim bir Roma atasözü "Sözün yolu uzundur ama yaşanan tecrübelerin kısadır" der ve davranışlarımızın bireyler üzerinde ne kadar etkili olduğuna vurgu yapar.

Çocuklarımıza bırakabileceğimiz en önemli miras, güzel ahlak ve buna dayalı bir hayat tarzını benimsemeleridir. Ancak bunun için, özümüzle sözümüzün bir olması ve çocuklarımızdan beklediklerimizi kendimizde sindirmiş olmamız gerekir. Bu konuda tutarsız davranmamalıyız, çünkü yaptığımız hiçbir şey çoğun gözünden kaçmaz... Ne kadar üstünü örtmeye çalışsanız da çocuk çelişkiyi yakalar ve saf bir niyetle bunu sorar. Sürekli "sakın yalan konuşma çocuğum, yalan çok kötü bir şeydir" diye çocuğuna nasihat eden anne, evin telefonu çaldığında çocuğuna "annem yok de" türünden yönlendirmede bulunduğunda çocuk "ama bana yalan söylemenin kötü olduğunu belirtmiştin" der ve annenin çelişkisini ortaya koyar... Çünkü çocuk anneyi mükemmel görmekte ve ona güvenmektedir. Anne bu davranışıyla çocuğun güvenini sarsmış, ondan istediği ilkeleri kendisi ihlal etmiş dolayısıyla ikna edebilirliğini yitirmiştir.

Anne baba tutumlarındaki tutarlılık ve itidal çocuğun doğru davranış modelini benimsemesi ve sağlıklı bir kişiliğe sahip olabilmesi için şarttır. Bunun için ebeveynler yaptıkları her eylemlerinin, ağızlarından çıkan her sözün, her tutum ve davranışlarının çocuklar için bir ayna olduğunu unutmamalıdırlar. Çocuk hayatı sadece kitaplardan öğrenmiyor, aksine hayatı tanımak, olayları anlamlandırmak için çevresindeki insanların mimiklerinden sözlerine ve hayat tarzlarına kadar her şeyi okuyor. Aslında hepimiz bunu yapıyoruz. Çocukluk döneminden başlayarak, tutum ve davranışlarımızın büyük bir kısmını çevremizde sevdiğimiz ve benimsediğimiz kimselerden görerek ve taklit ederek öğreniyoruz. Ve bu öğrenme sürecimiz hayat boyu devam ediyor.

İnsanlar, bilginin sadece kitaplarda ya da okullarda yer alabileceğini düşünüyorlar. Kitaplar gerçekten bilgiyi saklayan birer koruyucu kaplar gibidir. Ancak bilginin hayat bulduğu yer aslında insanın kendisidir ve bizler hayat boyu o kadar çok insandan, o kadar çok şey öğreniriz ki, bu öğrenim süremiz her daim devam eder.

Uzmanlar, sosyal öğrenme ya da özdeşim olarak tanımlasalar da tanımlamasalar da, insanın karşısındaki kişiyi bir ayna gibi proseslemesi ve onun davranışını kendi yapısına ve hayat algısına uygun olarak alması insanlık tarihi kadar eskidir. Bunu burada dile getirmemizin nedeni ise, tutum ve davranışlarımızın bir kitap kadar etkin olduğunu vurgulayarak doğru ve tutarlı davranışlar geliştirmemizin önemini ortaya koymamız içindir.

Allah kitabında "Ey insanlar! Yapmadığınız şeyi niçin söylersiniz?" diyerek sözümüzle davranışımız arasındaki tutarlılığın önemini vurguluyor. Çünkü bu tutarlık gerek çocuklarımız için gerek çevremizdeki insanlar için önemli bir etkendir aksi takdirde söylediğimiz hiçbir söz müsbet bir tesir göstermez.

Her birimiz bu dünya güzergahında bir yolcuyuz... Yolculuğumuz süresince hem kendimiz için hem de çevremizdeki kimseler için bir ayna, bir kılavuz, aktif eğitmen oluyoruz. Bu nedenle önce kendi içimizde tutarlı olmalıyız... Oysa başkalarından beklediğimiz davranışları kendimizden esirgiyoruz ve bundan kendimizi muaf tutuyoruz... Bilmem ki, neden diğer insanlar için istediğimiz iyiliği kendimiz için istemeyiz? Çocuğumuzu yalandan, hilekarlıktan, başarısızlıktan, sabırsızlıktan, ilkesizlikten korumaya çalışırken neden kendimizi ihmal ederiz? Herhalde işin kolayına kaçıyoruz ve bireysel olarak nerede bulunduğumuzu pek görmek istemiyoruz. Oysa değişim her zaman bireyden başlar ve daha geniş kitlelere yayılır. Unutmayın eğer siz değişirseniz, çocuğunuz da değişecektir.

Aile içi eğitim

Bir aylığına televizyonu kapatsanız

Bir anne televizyonu bir aylığına kapadığını ve bu süre içinde, birlikte sohbet etme ve kitap okuma fırsatı bulduğunu ifade ediyor. "Televizyonsuz geçen günlerde, eşimin yüzündeki çizikleri fark ettim, büyük oğlumun ne kadar bilgili olduğunu anladım... Meğer bizler kurulmuş saat gibi televizyonun başında akşamlıyormuşuz da birbirimize hiç bakmıyormuşuz bile..." diye ekliyordu...

Annenin mektubunu okurken başımı avuçlarımın içine alıp düşündüm... Bir aylığına televizyonu kapatsak bundan kaybımız ya da kazancımız ne olurdu acaba?

Buradan elde edeceğimiz kazancın hesabını yapabilmemiz için, öncelikle ekran başında tükettiğimiz heder ettiğimiz vaktin hayatımız için ne kadar önemli olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Zaman bize verilmiş değerli bir nimet ve bizler zamanı aleyhimize ya da lehimize çevirecek şekilde değerlendiriyoruz. Televizyon bu anlamda önümüzü kesen ve bizi boş avuntular peşinde sürükleyen bir araç olarak hâlâ geçerliliğini koruyor.

Düşünün akşam yorgun argın evinize geliyorsunuz ve hemen televizyonun düğmesine basıyorsunuz... Akşam saatlerinde buraya kitlenirsiniz, program ister ilginizi çeksin, ister çekmesin gözleriniz ekranlardadır. Belki de eşiniz sizinle konuşmayı, gün içinde olup bitenleri paylaşmayı düşünmektedir, çocuklarınız gözlerinizin içine bakmaktadır. Ama siz ne eşinize ne çocuklarınıza ne de yakınlarınıza vakit ayırabiliyor ve ekranlardan gözlerinizi alamıyorsunuz. Adeta, buradaki sanal dünyanın bir üyesi olmuşsunuzdur. Geçen hafta izlediğiniz dizinin sonucu nereye varmıştır, sevgilisinden ayrılan şarkıcının duyguları nedir, hangi takım öne geçmiştir, haberlerde hangi dramatik olaylar yer alacaktır... bütün bunlar sizin sanal dünyanızın bir parçasıdır ve kendinizi evinizden çocuklarınızdan ziyade buraya hasredersiniz...

Gün içinde ya da gece geç vakte kadar, televizyonun başında vakit geçiriyor ve vakti acımasızca çarçur ediyorsunuz. Kim kimden ayrılmış, kim kimden hoşlanmış, nerede neler olmuş, kim kimi öldürmüş, hangi artist nasıl giyinmiş, hangi estetik ameliyatlar, hangi diyet programları revaçtaymış bütün bunları öğrendiniz ve bu konuda yeterince bilgi edindiniz peki bütün bu bilgiler ne işinize yarayacak? Bu gereksiz bilgilerin size ne gibi bir faydası olacak? Neler katacak hayatınıza? Aile hayatınıza, sosyal yaşamınıza, ruh ve duygu dünyanıza ne gibi katkıları olacak bunların? Bu soruya verilebilecek bir cevabınız yoksa televizyon hayat dengenizi bozuyor ve size zarar veriyor kardeşim... İsterseniz birkaç cümleyle bu aygıtların hayatınızdan götürdüklerini hatırlamaya çalışalım. Her şeyden önce zamanınızı çalıyor, elinizdeki en değerli servetinizi alıp götürüyor. Ve çocuklarınızla, eşinizle ailenizle dostlarınızla geçireceğiniz vakti sizden alarak aslında sizi yalnızlığa sürüklüyor, tutsaklığa itiyor... İtiraz edemiyor, başkaldıramıyor çaresiz teslim oluyorsunuz. İlimle ibadetle, sohbet ve muhabbetle meşgul olmak istiyorsunuz ama iradenizi aktive edemiyor ve istediğiniz hiçbir şeyi yapamıyorsunuz. Çocuklarınıza sürekli kitap okumalarını tavsiye ediyorsunuz ama kendiniz buna vakit ayıramıyor, okuyamıyor çocuklarınızla birlikte bir şeyler paylaşamıyosunuz....

Bir aylığına da olsa televizyonun fişini çekin ve hayatınız için yeni bir program yapınız...Bunun kendiniz için ne kadar büyük bir kazanç olduğuu göreceksiniz... İsterseniz bir deneyin ne kaybedersiniz...! Sanırım vaktinizi faydalı işlerle geçireceksiniz ve birlikte sohbet etme şansına ulaşacaksınız. Bunu yaptığınız takdirde, inanıyorum ki, çocuğunuzu dinleyebilecek, eşinizle sohbet etmeye vakit bulabileceksiniz. Ayrıca, aile ziyaretlerine, okumaya, kendinizi geliştirmeye, içsesinizi dinlemeye ve hayatınızın muhasebesini yapmaya vakit ayırabileceksiniz. İsterseniz bir deneyin ve elde ettiğiniz sonuçları bizlerle de paylaşın...

Birkaç söz

"Herkesin istediği fakat kimsenin dinlemediği bir şey vardır; nasihat..." ( İngiliz Atasözü) Nasihat bir tür bilgi aktarımı olduğu halde, dinleyenlerin pek ilgisini çekmez. Oysa her insan bir diğerinin bilgisine ihtiyaçlıdır. Bu nedenle nasihat kimden gelirse gelsin, iyi şeyler ihtiva ediyorsa alınmalı ve değerlendirilmelidir

Milli Gazete / Aile Hayat
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Abdestin mucizevi hikmetleri

Abdest, maddi ve manevi arınmayı sağlayarak Allah'ın huzuruna pak bir ruh haliyle çıkmamıza vesile oluyor....

Yani, vücudumuzu ve ruhumuzu temizleyerek Allah'ın huzuruna çıkar ve ona kul olduğumuzu ikrar ederiz. Abdest, dini ve manevi bir sorumluluk olmasının yanında fiziksel ve ruhsal katkılar da sağlamaktadır. Bu nedenle alimlerimiz, abdest almak için namaz vakitlerini beklememişler, günün tamamını abdestli olarak geçirmeye çalışmışlardır. Onk. Dr. Haluk Nurbaki, abdestin gün içinde hayatımıza kattığı faydaların strese karşı kalkan oluşturduğunu şöyle ifade eder:

"Hücrelerin çevresinde belli bir statik elektrik vardır. Ancak vücudun tümü bu statik elektriğin olumlu dengesi içindedir. Bunu hissetmeyiz dahi. Ne var ki, gerek havadaki artar iyonları, gerek özellikle çağımızda bir mesele olan plastik giysiler vücudun dış yüzünde elektronların artmasına neden olur. Bu olay dıştan içe doğru bizi etkilemektedir. Özellikle sinir sistemi üzerinde ciddi rahatsızlıklar oluşturur. Bir önemli etki de deri üzerindedir. Bahis konusu olan elektron artışı deri altındaki çok minik kasları yorar ve onların vaktinden önce esnekliklerinin kaybolmasına neden olur ki, bu sonuç yüzde kırışmaların baş nedenidir. Vücuttaki statik elektriğin fazlasını atmanın iki yolu vardır. Ya çıplak el ve ayakla toprağı elleyerek bir nevi toprak hattı yapmak. Ya da su ile yıkanarak bu elektronları dışarı aktarmak" (Namazın Sırları, onk. Dr. Haluk Nurbaki, Damla yayınevi)

Abdest, sadece vücudun belli noktalarını yıkamak değildir. Aksine kişinin kendisini arındırmaya çalışması ve bir bütün olarak Allah'a dönmesi, aslında kulluğunun bilincine varmasını sağlıyor. Bu yönüyle, insanlarımız, gün içinde bir çok kere abdest alırlar ve içinde bulundukları boğucu durumdan kurtulmaya çalışırlar. Haluk Nurbaki bu konuda bizleri bilgilendirmeye devam eder ve abdestin aynı zamanda bir tür elektron boşalması olduğunu belirtir:

"1- Su olmadığı zaman yapılan teyemmüm de tam bir elektron boşalmasıdır.

2- Durgun su, güneşte ısınmış su ve kullanılmış su ile abdest olmaz. Bilimsel hikmeti vardır. Yani, bu tarz sular iyonizosyonunu kaybettiğinden elektron boşaltma kabiliyetini yitirir.

3- Başın mest edilmesi saçlardaki elektronları atmaktadır. Şu halde abdest elektronları en tabii yoldan boşaltır ve rahatlık sağlar.

A- Abdest, yüze ve genelde derimize zindelik ve güzellik verir. Çocukluğundan beri abdest alan nur yüzlü nineler bu sırra ermişlerdir.

B- Sinirsel gerginliklerimizi

C- Eklem ağrılarımızı yok eden ilahi bir reçetedir abdest" (age)

Allah'ın bütün emirler ve yasaklarının insana maddi ve manevi kazançları vardır. İnsan hayatını bir bütün olarak bu çerçevede devam ettirdiği sürece onun için ye's ve ümitsizlik yoktur. Günümüz insanı sadece elde edeceği maddi faydaları dikkate aldığından ibadetlerin görünen faydalarını dikkate alıyor. Oysa ibadetlerin hem dünya hem ahiret için sayısız hikmetleri ve kazançları vardır.

Abdestin, statik elektriği atarak strese karşı etkili olduğunu dikkate aldığımızda günümüz insanının buna ne kadar ihtiyacının olduğunu daha iyi anlarız. Bugün insanlar, hayatlarının bütün alanlarında stres ve kaygıdan şikayet ediyorlar. Oysa, Allah'a tam teslimiyet ve onun rızasına uygun yaşamak, abdest, namaz ve dua ile kulluğunu ikrar etmek kişinin yaşadığı manevi kaosu ortadan kaldıracaktır...

Milli Gazete / Aile Hayat
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Panik atak yaşayanlar...

Duygularımız, çoğu zaman bir ahtapot gibi bizi saran fakat, kollarında neler barındırdığına bile pek de aldırmadığımız, etkisine kapılıp çer-çöp gibi bir nefeslik rüzgarla bile uçuşuverecek kadar zayıf, hassas duygularımız.

Ve irademiz sanki serseri bir mayın gibi rotasını kaybetmiş, yada misket bombası gibi en ufak bir dokunuşla paramparça olup dağılabilen, fakat dağıldığı kadar toplamanın mümkünlüğü söz konusu bile olamayan, yıkıldığı yerde yığılan, baygınlık, fenalık, darlık diye tanımladığımız cenderelerden çıkmayı, dirilmeyi bir türlü başaramayan iradelerimiz.Ya telaşlarımız, sanki bizsiz dünya dönmeyecek, işler bitmeyecek gibi kendimizi demirbaş ilan etmenin neticesi; aşırı heyecanlarımız, tutkularımız, korkularımız,sabırsızlığımız, tevekkülsüzlüğümüz... Biri bitmeden diğeri başlayan, zincirleme isim tamlaması gibi, peş peşe eklediğimiz takıntılı düşüncelerimiz. Belki de üç kuruş etmeyecek eylemlerimiz için canhıraş koşturduğumuz, susadığımız, acıktığımız, yorulduğumuz, bıktığımız halde tutsağı olduğumuz dünyevi telaşlarımız... Oysa Rahman der ki: 'Resulüm, telaşa düştükleri zamanı bir görsen. Artık kurtuluş yoktur. Ummadıkları bir anda yakalanmışlardır.'(Sebe:5) Gözden perdenin kalktığı, ayaktan örtünün açıldığı ve insanın "Bana ne oluyor!" dediği, bir çekirge gibi yerinden fırladığı an mı? Bizi telaşa düşüren. Maalesef ki hayır...

Halbuki her başımız sıkıştığında, her içimize kor düştüğünde, yahut sönmesini istediğimiz bir yangının külleri arasında gezindiğimizde, közün alevlenmemesi ve benliğinizi yeniden tutuşturmaması için "Sabır ve namazla Allah'tan yardım dilemelisiniz." Tabi eğer Allah'a saygı ile ürperen bir kalbiniz varsa. Çünkü; "Kalbi saygı ile ürperenlerin dışındakilere zor ve ağır gelir" der Rabbimiz (Bakara 45) Eğer Allah Tur'un eteğinde Musa ve diğerlerini koruduysa o şiddetli sarsıntılardan; dizlerinizin bağının çözüldüğü, bittim, mahvoldum, eyvah dediğiniz anlarda eğer size verileni kuvvetle tutarsanız ve O'nda bulunanı daima hatırlarsanız, Rahman sizi yüreğinizden tutacak ve siz bir daha asla yıkılmayacak, kopmayan bir kulpa tutunmuş olacaksınız. (Bakara 63) Oysa biz önceden yaptığımız işler yüzünden hiçbir zaman ölümü temenni edemiyoruz. (Bakara:95) Çünkü; biliyoruz başımıza gelecekleri: Yüzlerin kararıp, gözlerin dehşetten fırlayıp, seslerin ancak hırıltıya dönüşeceğini. Çünkü biliyoruz haddimizi aşıp, sınırları geçip, tel örgüleri geride bırakıp, helal daireden çıkıp, haram kümesine göç ettiğimizi!

Oysa ne kadar da çok yaşamak istiyoruz, her istediğimizin bizim olamayacağını bildiğimiz bir dünyada, asıllarına kavuşacağımız bir daveti reddederek nasıl da oyunla, oyuncakla oyalanıyor, parktaymış gibi davranıp, bir türlü akıl hanemize dönmüyor, O'nun her yaptığımızı gördüğünü unutmuşçasına oynuyor ve eğleniyoruz. Sanki bin yıl sürecek bir hayatmış gibi yaşarken, bir göz açıp kapama kadar kısa geleceğini bir gün bilmiyoruz. (Bakara:96) Ve bilmiyoruz ki eğer yalnız O'ndan, yalnız O'ndan korkarsak, O bize nimetini tamamlayacak, içine düştüğümüz girdaptan bizi kurtaracak, tıpkı Yusuf gibi bir köle pazarında satsa da birileri kıymetinizi bilmeden, sizi saraylara melik yapacak. (Bakara:150) Eğer sabrı sağnak sağnak yağdırmak istiyorsanız üzerinize, açın ellerinizi ve yakarın, karanın ve denizin, güneşin ve ayın, dünyanın ve ahiretin biricik İlahına, Rabbine, Melikine. Ve sizin ebedi saadetinize tuzak kuran şeytana ve şeytanlaşmış insanlara karşı, O'na gitmek için O'ndan yardım isteyin.(Bakara: 250)

Vermeyi sevin ki Allah da size şifanızı versin. (Bakara:274) Malınızı, canınızı, emeğinizi, merhametinizi, ihtiyaç sahiplerine verin ki; kalbinizin çarptığı nefesinizin kesildiği, ölüm baygınlığı çöktüğü anlarda size hayat bahşedilsin. Bir mazlumun duası, bedeninizi ısıtsın, sıkışan kalbinize genişlik, tıkanan nefesinize ferahlık, karışmış beyninize duruluk, zindelik sunsun. Melekler sizin için duaya dursun. Sadece görünür değil görünmez dostlarınız var mı sizin? Kalplerinize sekineti indiren. Olmasını istemez misiniz? (Âli-imran 125-126) Öyleyse ümitsizliğe düşmeyin. Gevşemeyin, üzülmeyin diyor Rabbimiz. Siz yeter ki İNANIN! Eğer inanmışsanız her zorluğun üstesinden geleceğinizi bilesiniz. (Âl-i imran139)

Bilin Ki Allah kusurlarımızın bir kısmını bize bu dünya da tattırıyor. Başımıza gelenler çoğu zaman elimizle işlediklerimiz, dilimizle söylediklerimiz yüzünden geliyor. (Âl-i İmran 165) Düşünün bakalım en son kimi kırmıştınız? Kimi kınamış, ayıplamış, aşağılamış, alaya almış, derdini küçümsemiş ya da hiç aldırmadan orada öylece yardımsız bırakmış yanından geçip gitmiştiniz.

Ölüme nişanlı hayat

Ey Rabbimiz!

Bizler Sana yakarmakla hiç mutsuz olmadık.

Sana yöneldiğimizde hiç darda kalmadık.

Adın tutuşan yüreklerimize esenlik,

Varlığın titreyen bedenlerimize emniyet,

Kitabın rehberimiz,

Peygamber önderimiz olduğu sürece sırtımız hiç yere gelmedi.

Hiç ağlamaz, müjdeleşirdik vaadettiğin Cenneti görmüş gibi inanabilseydik.

Hiç gülmezdik; her anımıza şahit Seni unutmuş gibi davrandığımız her dem,

Kendi Cehennemimize har eklediğimizi bilebilseydik.

Ve sevebilseydik O'nu,

O'nun Seni sevebildiği gibi,

O'nun bizi sevebildiği gibi,

O'nun ümmetim diyebildiği gibi,

Annem ve babam Sana feda olsun ya Rasul Allah diyebilseydik!

Ama biz ahir zaman ümmetiyiz!

Ummadığımız anlarda yakalandık ölüme,

Ölümü düğünümüzü bekler gibi bekleyemedik.

Sevemedik bir türlü,

Üç günlük dünyaya, üç asırlık gibi bağlandı kalplerimiz.

Biz ebed nedir? Sınırlı kapasitemizle ölçüp biçemedik.

Hep kandık,

Hep aldandık,

Hep sandık ki...

Daha bitmedi.

Hâlâ vakit var.

Fakat umulmadık bir anda yakalandık!

Milli Gazete / Aile Hayat
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Olaylara onların pencerelerinden bakmalıyız

Ebeveynlerin nazarında gençler, günü birlik yaşayan, çevrenin etkisinde kalan, düşünme, aklını kullanma ve değerli hedefler peşinde koşma düşüncesinden uzak yaşayan bireyler olarak görülüyor. Ancak ne olursa olsun, gençleri korumak, kollamak ve yönlendirmek yine ebeveynlere düşüyor.

Gençlerle yaşlılar arasındaki çatışmalar ise, iki kuşak arasındaki manevi alışverişi kesintiye uğratıyor. Bunda, gençlerin vurdumduymaz bencil tavırlarının etkileri olabileceği gibi büyüklerin eleştirel ve baskıcı tutumlarının da önemli rol oynadığını söyleyebiliriz. Yetişkinler gençlerin gözünde her zaman, kendilerini anlamayan, dinlemeyen kişiler olarak yer almıştır. Burada olaylara her iki nesil de kendi penceresinden baktığından gün geçtikte bir birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Yaşlılarımız, "ah nerede bizim gençliğimiz, o zamanlar saygı vardı, şimdiki gençlerden hiçbir şey olmaz" diye başlıyorlar sözlerine. Onların gençlerle ilgili temelde bir önyargıları var ve ilişkilerini bu doğrultuda kuruyorlar.

Dünyanın modernleşmesi, toplumların değişmesi, iki kuşak arasındaki çatışmayı daha da bariz hale getirmektedir. Çünkü modern kültür, kitle iletişim araçlarıyla gençlere yeni bir hayat algısı veriyor. Hayata bu pencereden açılan gençler, aileyle güçlü ve sağlıklı ilişkiler kurmakta zorlanıyor ve zamanla evden uzaklaşarak dış dünyanın bir parçası haline geliyor. Bu durum ebeveynlerin çocuklarıyla ilgili beklentilerini temelden sarsıyor...

Özellikle büyük ebeveynler torunlarıyla ilgili büyük beklentiler içinde olabiliyorlar ve beklediklerine ulaşamadıklarında aynı şekilde "bizim zamanımızda" diye başlıyorlar söze ve torunlarıyla sıcak ve sevecen ilişkiler kuramıyorlar.

Modern dünyanın normları, değişen hayat tarzları aileyi ve gençleri birbirinden uzaklaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda iki nesil arasındaki güçlü dinamikleri de zedeliyor. Bu durumda ailenin, maneviyatı hayatlarına taşımaları ve çocukları kazanmaları gerekir.

Büyük ebeveynlerimiz, torunlarını sadece kendilerine itaat eden, yönlendirilen, silik, pasif bireyler olarak görmemeli aksine, onların bireysel farklılıklarını kabul etmeli ve onlara değer vermelidirler. Saygı sevgi ilişkisi iki kişi arasında akışkanlık gösteren bir değerdir. Sevginizi vermediğiniz birinden saygı bekleyemezsiniz. Sevginizi esirgediğiniz kişi görünürde belki size değer veriyor gibi görünebilir ama aslında yavaş yavaş uzaklaşmaktır. Aynı şekilde torunlar da, büyük ebeveynlerinin bilgi ve tecrübelerinden faydalanmalı ve onlara saygıda kusur etmemelidirler. İki kuşak arasındaki sevgi ve saygıyı yeniden diriltmenin yolu ise, öncelikle hak hukuk bilincinin verilmesi ve sağlıklı iletişim kanallarının kurulmasıyla mümkün olabilir. İki kuşak arasında, saygı, sevgi ve bilgi alış verişi sağlandığında bu zengin bir kazanca dönüşebilir. Bu anlamda büyüklerimiz bizlere geçmişin zenginliklerini taşıyarak önemli bir sorumluluk üstlenmektedir. Onlar bu alış verişi sürekli hale getirmelidirler. Bunun için anahtar kavram, dinlemek ve anlamaktır. Yani ebeveynler gençlere onların penceresinden bakmalı, gençler de aynı şekilde büyükleri kendi şartları içinde değerlendirmelidirler.

Genç inişli çıkışlı bir dönemden geçmektedir ve çağının en çetin dönemini yaşamaktadır. Burada ebeveynler onlarla ilişkilerinde kırıcı olmamaya özen göstermelidirler. Ebeveynler çocuklarıyla konuşmalı, onlara vakit ayırmalıdırlar.

Gençler hayatlarının bazı alanlarında tökezler ve nerede ne yapacaklarını bilemezler, böyle durumlarda ebeveynler çocuklarına destek vermeli ve yanındayız duygusunu onlara hissettirmelidirler. Büyükler, benim gençliğimde diye başlan cümlelerden kaçınmalı ve olayları şimdiki zamanın şartları dahilinde değerlendirmelidirler.

Çocukların konuştuğu şeyler ebeveynlere mantıklı gelmese dahi onları dinlemeli ve anlamaya çalışmalıdırlar.

Aile içi eğitim

Maddi ve manevi yardımlar

Bilindiği üzere dinimiz, insana büyük değer vermekte ve toplumsal örgü içinde yardımlaşma ve dayanışma ruhunun yaşatılmasını ve ihtiyaç sahiplerinin gözetilmesini istemektedir.

İnsanlık tarihi, zengin, fakir, güçlü, güçsüz, kadın, erkek olmak üzere farklı kesimlerden insanları bağrında taşımakta ve bu mozaik sayesinde dünyanın ahengi ve düzeni devam etmektedir. Evrendeki bu tezat, büyük bir uyum ve ahenkle birleşerek bir denge kuruluyor ve insanlık ailesi bu denge içinde hayatlarını sürdürüyor. Yani, hayat denilen bu akış, insan olma mücadelesiyle kendini inkar etme zayıflığının süzgecinde devam ediyor.

Evrendeki bu zengin katmanda, insan her zaman bir başkasına ihtiyaç duymakta ve yoksunluğunu hissetmektedir. Bu örgünün içinde kimse ben kendime yeterim diyemez. Bir fabrikatör işçilerin emeğine, bir devlet başkanı seçmenlerine, bir eğitimci öğrencilerine, bir doktor hastasına ihtiyaçlıdır. İster istemez her insanın bir başkasının gücüne, fikrine, parasına işine sohbetine ihtiyacı vardır. Bu anlamda dinimiz yardımlaşmayı sadece maddi olarak ele almaz, bir bütün olarak ele alır ve insanların ilmi olarak, maddi ve manevi olarak birbirlerine destek vermelerini tavsiye eder. Yardımlaşma sadece maddi konularda olmaz aynı zamanda, malda, sevgide, ilgide de yardımlaşma vardır. İslamiyet, kişinin malından belli bir miktar zekat vermesini emrederek yoksulun hakkını gözetmektedir. Ancak bununla beraber sadaka konusunda bir sınır koymaz ve kişi isteğine bağlı olarak her zaman sadaka verebilir. Bununla beraber efendimiz "kim bir kardeşinin sıkıntısını giderirse kıyamet günü Allah da onun sıkıntısını giderir" buyurmakta ve insanları manevi olarak da birbirlerine yardımcı olmaya teşvik etmektedir. Günümüz insanları, maddi yardımdan ziyade manevi desteğe kendilerini dinleyecek birine ihtiyaç duyuyorlar. Ancak insanlarımızın zihninde yardımlaşma konuları sadece maddiyatla kaim olduğundan, manevi alanda cimri davranabiliyorlar... Oysa hayatımızın her anı bir alış veriş içinde geçer ve maddiyatta, ilimde, sevgide, ilgide yardımlaşırız...

Maddi olarak, insanlar sahip oldukları şeylerden ihtiyaç sahiplerine verirler ve bu şekilde destek sağlarlar. Müslüman toplumlarda, her ne kadar yüce değerler aşınmış ve hayatın dışına itilmiş olsa da, bu değerlerin gölgeleri hala insanların ruh ve duygu dünyalarında yaşıyor ve ihtiyaç hasıl olduğunda aktif hale geliyor. Bu vesileyle, toplumumuzda, muhtaçlar, mahalle sakinleri tarafından desteklenir ve ihtiyaçları giderilir. İnsanlarımız gücünün yetmediği yerde, ihtiyaç sahiplerini sivil kuruluşlara ya da belediyelere yönlendirerek bu konuda ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar.

Yoksul deyince sadece maddi olarak yoksun olan kimseler aklımıza geldiğinden, insanların sorunlarını dinlemeyi ve desteklemeyi aklımıza getirmiyoruz. Oysa bugünün insanları maddi sorunlarından ziyade manevi sancılar yaşıyorlar ve kendilerini dinleyecek ve değer verecek insanlara ihtiyaç duyuyorlar. Sorumluluk sahibi kimselerin, bu insanların sorunlarını dinlemeleri ve durumlarını anladıklarını hissettirmeleri gerekir. Bu kimselere yapılacak en büyük yardım da budur. Bu konuda, empati yeteneğimizi geliştirerek insanların sorunlarını paylaşabilir ve onlar için dua edebiliriz. Bu en az maddi destek kadar ihtiyaç duyulan bir şeydir.

Kapitalist zihniyetler, kişiye, yapılan iyilik maddi bir şeyse, parasından kaybettiğini manevi bir şeyse vaktinden kaybettiğini lanse ederek onların yardımlaşma duygularını köreltmeye çalışıyorlar. Oysa ister maddi olsun ister manevi olsun insanlara yardımcı olan ve bu konuda sorumluluğunu yerine getiren kişi kendini iyi hisseder. Ayrıca yapılan iyilik dünyada, maddiyatla ölçülemeyecek kadar büyük bir huzur olarak sahibine ulaşır, ahrette ise mükafat olarak geri döner. Yapılan maddi yardımlar, yoksullarla zenginler arasında bir bağ oluşturur ve iki kesimi birbirine kenetler. Efendimiz "Üç şey ölünün arkasından mezara kadar gider. Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, birisi kalır. Dönenler ailesi ile malıdır, kalanlar ise amelidir" buyurur. (Riyazüs salihin.1, 139)

Birkaç söz

Osman Gazi'nin oğlu Orhan Gazi'ye nasihatlarından....

"Dinimizin tayin ettiği beytülmaldeki gelirin ile kanaat eyle! Devletin zaruri ihtiyaçları dışında sarfiyatta bulunmaktan son derece sakın! Senden sonra geleceklere de ayni nasihatlerde bulun ve iyice tenbih eyle. Daima adalet ve insaf üzerine bulun. Zulme meydan verme.

Herhangi bir ise başlayacağın zaman Allah-ü Teala'nın yardımına sığın! Tebaanı, düşmanların ve zalimlerin saldırılarından koru. Haksız olarak hiç kimseye muamelede bulunma. Daima halkını hoşnut edecek şeyleri arayıp, yapılmasını sağla. Onların gönlünü kazanmayı büyük nimet bil! Tebaanın sana olan güveninin sarsılmamasına son derece dikkat eyle..."

Milli Gazete / Aile Hayat
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Ben başarısız bir öğrenciyim

Çocuğun kırık notundan utandığı için yakınlarına yalan söyleyen, cezalandıran, tehditkar davranışlarda bulunan anne babalar hayattaki tek hedeflerinin ve tek başarı kaynağının kariyer olduğuna inandıklarından çocuklarına baskı yapıyorlar. Bu durumdan iyice bunalan çocuk ise, kendine olan inancını yitiriyor ve artık "ailemin beklentilerine cevap veremiyorum, ben başarısız bir öğrenciyim" düşüncesine kapılarak daha da başarısız oluyor...

Ebeveynlerinin beklentilerine cevap veremeyen çocuklar eve geldiklerinde karşılaşacakları sorunları düşünerek bir hafta öncesinden geriliyorlar ve anne babaya nasıl bir cevap verebilecekleri konusunda tıkanıyorlar. Ailenin bu tutumu çocuğu yalan söylemeye, evden kaçmaya ve bahaneler üretmeye iterek daha büyük sorunlara neden oluyor.. Bütün bunların sonucunda ise, çocuğun başarısı hepten düşüyor ve aile ilişkileri bozuluyor.

Günümüz insanının hayattan beklentileri değişti. Doğal olarak da bu kişilerin çocuklarıyla ilgili hayalleri buna paralel olarak şekilleniyor. Artık çocuğum iyi bir mümin olsun, vatanına milletine hayırlı işler yapsın, büyüklerini saysın küçüklerini sevsin diyen anne babalara pek rastlayamıyoruz. Bugünün anne babaları, daha ziyade, çocuğum iyi bir kariyer sahibi olsun, sınıftaki bütün çocukları geçsin, çok para kazansın türünden hayaller kuruyorlar. Kendileri için değil anne babanın hayallerini gerçekleştirebilmek için var güçleriyle çalışan çocuklar onların beklentilerine cevap veremediklerinde kendilerini değersiz hissediyorlar.

Anne babalar, çocuklarının geleceği için çeşitli hayaller kurulabilirler ve çocuklarının iyi bir kariyer sahibi olmasını isteyebilirler. Ancak, hayatta bundan başka şeylerin de olduğunu ve çocukların bu değerler noktasında da yetiştirilmeleri gerektiğini bilmelidirler. Yani, hayat sadece iş ve kariyerden ibaret değil bu nedenle çocuklarımızı, iyi bir kariyer sahibi olmaları için teşvik etmeliyiz ama bununla beraber, çalışkan, dürüst, değerlerine bağlı, kanaatkar bir Müslüman olması için de desteklemeliyiz,

Ne yazık ki, anne babalar çocukları kendi beklentilerinin kurbanı ediyorlar ve onların sorunlarına çözüm getirecekleri yerde değersizlik duygusu veriyorlar. Oysa bu hiçbir zaman sorunu çözmez. Elbette çocuğun karnesinde kırık notu varsa ve bazı derslerinde yardıma ihtiyaç duyuyorsa aile elinden geleni yapmalıdır. Ancak bunu kendisi için komleks haline getirmeden ve çocuğa baskı uygulamadan yapmalı ve çocuğa gerekli desteği sağlamalıdırlar.

Her şeyden önce anne babalar evde çocuklarıyla konuşmalı ve başarısızlığın nedenini anlamaya çalışmalıdırlar. Çocuğun ders çalışma metodunu yeniden gözden geçirmeli ve hangi yöntemle daha rahat anlayabiliyorsa bu yönteme göre çalıştırmalıdırlar. Çocuklarda merak duygusu uyandırmalı ve onlarla ortak çalışmalar yapmalıdırlar.

Aile içi eğitim
İnsan sorumluluk sahibidir

İnsan, kendiliğinden tesadüfen varolan bir varlık değildir, aksine o, Allah'ın halifesi ve sorumluluk sahibi kişidir...

"Andolsun ki, biz insanı, (Adem'i) kuru bir çamurdan yarattık" ( el-hicr 15-26)

"Hani Rabbin meleklere "Ben (yeryüzünde) kupkuru bir çamur)dan mesnun (tağyir ve tahvil ile özel bir şekilde yaratılmış) bir balçıktan bir beşer yaratacağım" demişti.

"O halde O'nun yarattığını tamamlayıp tam bir insan suretine getirip ona ruhumdan üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanın" ( el-Hicr 15-28)

"Andolsun ki, biz sizi (babalarınızın sülbünden) yarattık sonra da (analarınızın rahminden size süret verdik)" (el-Araf 7-11)

Batılı bilim adamları, insanı tamamlayan ve kendine özgü kılan bütünlüğünü parçalayarak, özünden koparmaya ve maddi alana indirgemeye çalışmışlardır. Onlar insanı sadece haz odaklı bir varlık olarak tanımlarken, onun, bir takım faziletlerinin olduğunu göz ardı etmişlerdir. Bu kimselerin yaslandığı modern algı ise, insanı bir takım geleneklerin tesiriyle şekillenen ve cemiyetlerin reflekslerini ifade eden bir varlık olarak basite indirgediler. Oysa onun evrende yüksek bir sorumluluğu vardı ve hayattaki değeri bununla ölçülüyordu.

Bilindiği üzere insanın varlık alemi içindeki üstünlüğü onun sorumluluğu nedeniyledir. Sorumluluk sahibi olmak kulluğu gerektirir... Kul olmak ise birinci hedefimizdir...

Allah insanı zengin donanımlarla yaratmış ve dünyaya gelinceye kadar ana rahminde beslemiş, büyütmüş ve korumuştur. Rabbimiz, ister kadın olsun ister erkek olsun hiçbir ırk, millet gözetmeksizin, koruma ve kollama işini bütün insanlığa bahşetmiştir. Doğduktan sonra ise, İslam, kişinin canını, malını, ırzını, hürriyetini korunmuş ve İslamın ışığında ona değerli olduğunu hissettirmiştir.

Bedenen oldukça zayıf olan insan, ruhsal olarak oldukça güçlü ve dinamik bir yapıya sahiptir. O bu yönüyle hayatta karşılaşacağı bütün engelleri dikkate alarak emaneti taşımaya ve bu sorumluluğu almaya karar vermiştir. İslam insana insanlığını bahşeder ve ona özel bir değer biçer. Buna göre insan, sorumluluklarını yerine getirdiği takdirde, dili, ırkı, cinsiyeti, ekonomik durumu, kariyeri ne olursa olsun Allah'ın rızasına ulaşmakta ve ahiret yurdunda iyi bir geleceğe sahip olmaktadır.

Allah, insanın bu sorumluluğunu yerine getirebilmesi için onu aciz bırakmamış ve ilim irade ve akılla destekleyerek yaratılmışların en üstünü kılmıştır. Bütün bunlar insanı üstün kılan ve diğer varlıklardan ayıran özellikleridir. Yani, akıl ve idrak sahibi olması, yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak yaşamaya gayret göstermesi insanın kulluğunun ve seçilmiş bir varlık olduğunun göstergesidir...

Efendimiz (sav) "her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar" buyurmuştur. Yani saf ve temiz duygularla dünyaya gelen kişi, Allah'ın kendisine verdiği yetkileri kullanarak İslamı yaşama kabiliyetine sahip olabiliyor. Ancak aile onu, fıtratına uygun olmayan alanlara yönlendirir ve bu şekilde beslerse çocuğu kökleriyle olan bağlardan uzaklaştırabiliyor. Bu nedenle dinimiz çocuk eğitimine büyük önem vermekte ve çocuklarımıza küçük yaştan itibaren sağlıklı bir eğitim vermeyi tavsiye etmektedir. İnsan, yaratılıştan gelen değerli özelliklere sahipken, aile ve çevre çocuğu ters istikamete yönlendirebiliyor. Ancak kişi kendisine verilen akıl ve iradeyi doğru şekilde kullandığında, kendisine dayatılanlara rağmen gerçeğe ulaşabiliyor. Kişi nasıl bir ailede ya da toplumda büyürse büyüsün Allah insana aklını kullanmayı emrediyor. Bizler de bu konuda sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz taktirde çocuklarla ilgili riskleri azaltabiliriz. Bilindiği üzere her meyve kendi ağacının altına düşer. Bizler nasıl bir aileye sahipsek çocuklarımız da bu ailenin renklerini taşıyacaktır.....

Birkaç söz

Dil bir anlaşma aracıdır

Çocuklarınızla sağlıklı iletişim kurabilmek için onlarla konuşabilirsiniz

Günün belli saatlerinde birlikte oyunlar oynayabilirsiniz

Çocuğa soru sorarak duygularını aktarmasını sağlayabilirsiniz

Gece yatmadan ona masal okuyabilirsiniz ve okuduğunuz masalla ilgili sorular sorabilirsiniz.

Dil önemli bir anlaşma aracıdır, çocuklarınızla konuşmaya ve onların kalplerini güzel sözlerle keşfetmeye gayret gösterirseniz, ileride aynı şekilde kendi çocuklarını dinleyen ebeveynlerin yetişmesine vesile olursunuz.

Milli Gazete / Aile Hayat
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Şiddet zayıfların başvurduğu bir eylemdir

Ekranlarda izlediğimiz şiddet olayları ruh ve duygu dünyamızı etki altına alarak duyarsızlaştırıyor.

Hiçbir şekilde kabullenemeyeceğimiz olayları burada sıradan bir şeymiş gibi izliyor ve ilgisiz kalıyoruz... Çocuğunu döven babalar, eşini, komşusunu, arkadaşını öldürenler, sokak kavgalarına karışanlar, küfür, şiddet ve kavgalar ekranlardan evlerimize ulaşıyor ve bu görüntüleri hiç tepki vermeden izliyoruz. Acı, şiddet eskisi gibi etkilemiyor bizleri. Yıllar önce, yerde yatan birini görsek yardımcı olabilmek için seferber olurduk. Oysa bugünlerde o kadar duyarsızlaştık ki, elinde kesici bir aletle sokakta eşini kovalayan adamı sıradan bir film seyreder gibi gizliyoruz, evimizin önündeki kavgayı çekirdek çıtlatarak balkondan seyrediyoruz.

Son yıllarda şiddet olaylarında ciddi bir artış görülüyor. İnsanlar, patlamaya hazır bir bomba gibi küçük bir şeyde kavgaya tutuşuyorlar. Sıradan bir günde dışarı çıksanız, yol kıyısında tartışan iki adam görebilirsiniz.... Adam eşine, çocuk annesine, arkadaş arkadaşa kardeş kardeşe tahammül gösteremiyor...

Kuşkusuz bunda bireyselleşmenin büyük etkileri var. Her şeyden önce bireyselleşen kişi kendini insanlara uzak hissediyor, kopuk ve yalnız bir hayat sürüyor. Çevresinde insanlar olsa dahi o ruh ve duygu dünyasında birey olarak yaşıyor. Bunun sonucunda ise, temelde aileden, çevreden akraba ilişkilerinden, arkadaş ve dostluk ilişkilerinden süzülüp gelen yardım ve destek tamamen ortadan kalkıyor. Kendini bir birey olarak hisseden insan, çevresinde kendisini besleyen, onaylayan, takdir eden ve ona değerli olduğunu hissettiren insanlardan uzak yaşadığından şiddete daha meyilli olabiliyor. Şiddetin bazı psikomatik rahatsızlıklarla ilgisi olabileceği gibi kişinin kendini değersiz hissetmesi, çevresi tarafından dışlandığını düşünmesi de bu konuda önemli bir etkendir.

Dayandığı sebep ne olursa olsun, kişinin kendini değersiz hissetmesi, haksızlığa uğradığına, güçsüz bırakıldığına inanması şiddeti körüklüyor. Burada kişi aslında, öfkesine yenik düşmekte ve karşısındaki kişiyi alt etmeye çalışmaktadır. Bu durumda kendisine haksızlık yaptığını ve değer vermediğini düşündüğü kişiyi yok etmek ortadan kaldırmak ya da darpla etkisiz bırakmak istemektedir. Şiddetin tahribatı büyüktür, bu yönüyle yıkıcı bir davranıştır ve arkaplanında, boşluk ve anlamsızlık duygusu vardır.

Maneviyatın güçlendirilmesi ve aile kurumunun desteklenmesi şiddetin kontrol altında tutulması bakımından etkili bir yoldur. Kişi aile bireyleriyle ve çevresindeki insanlarla iyi ilişkiler kurduğunda ve kendini onların bir parçası olarak gördüğünde daha hoşgörülü olacaktır. Çünkü böyle bir ortamda, kendisini değerli hissetmekte ve insanlık ailesinin bir üyesi olduğuna inanmaktadır. Ayrıca çocuklara küçük yaşlarda öfke kontrolü öğretilmelidir. Çocuk, elinden oyuncağını alan kardeşine vurarak onu cezalandırmak yerine, oyuncağını bir süreliğine kardeşine vermeyi ya da sorununu anneye ifade ederek sorunları doğal yoldan çözmeyi öğrenecektir. Çocuk, kendini sözel olarak ifade etmeyi öğrenmeli ve hiçbir zaman şiddeti bir ifade şekli olarak benimsememelidir. Ayrıca ebeveynler bu konuda çocuğa örnek olmalı ve ilişkilerinde şiddete başvurmamalıdırlar.

Bireyselleşme, insanın beslendiği, saygı, sevgi, takdir ve dayanışma ilkelerini zayıflatarak onların kendilerini değersiz hissetmelerine neden oluyor. Bunun sonucunda ise, insan insanı kardeşi olarak değil, sürekli rekabet edeceği kimse olarak görüyor. Dolayısıyla, küçük bir şeyde şiddet ve kaba kuvvete başvuruyor. Sorunu temelinden çözmek için, kuşkusuz kişinin insanı Allah'ın yarattığı değerli bir varlık olarak görmesi ve bütün eylemlerinden sorumlu olduğuna inanması gerekir.

Aile içi eğitim
Önyargılarımız
Genç kız, elindeki çantayı güçlükle taşıyordu... Yürürken, baştan aşağı sallanıyor ve tuhaf adımlar atıyordu... Yolda iki kadın dikkatle genç kızı izliyor ve kendi aralarında "bak bak, işte, bunlar yüzünden oluyor her şey, şimdi peşine birkaç kişiyi takar bu... Bunlar bizim kızlara da kötü örnek oluyor..." diye konuşuyorlardı. Kadınlar genç kızın kendilerini hiç umursamadan yürüdüğünü görünce öfkelerini alamamış ve "utanmıyor musun? Düzgün yürüsene, bizim kızlara da kötü örnek oluyorsun?" diye çıkıştılar. Genç kız şaşkın bir vaziyette başını çevirdi ve kadınlara açıklama yaptı: "Ablacığım siz beni hiç tanımadığınız halde yürüyüşümden kötü bir anlam çıkardınız. Ama ben skalyoz hastasıyım, belimde eğiklik var, ayağımın teki hafif kısa o yüzden dengemi sağlayamıyorum..." dedi. Kadınlar mahçup bir vaziyette başlarını önlerine eğdiler ve yollarına devam ettiler. Yol boyunca, hiç tanımadıkları biri hakkında neden bu kadar olumsuz şeyler düşündüklerini anlamaya çalıştılar...

Çevremizde hiç tanımadığımız halde bu şekilde olumsuz yakıştırmalarda bulunduğumuz ve hakkında kötü şeyler düşündüğümüz insanlar vardır... Tanımayız, bilmeyiz ama çarpık düşüncelerimize esir olur ve bu insanları acımasızca yargılarız...

Önyargılar, aileden ve çevreden öğrendiğimiz hatalı düşüncelerden beslenirler ve ilişkilerimizi olumsuz yönde etkilerler. Küçük yaştan itibaren çevremizdeki insanlarla ve karşılaştığımız olaylarla ilgili bazı düşünce kalıplarımız vardır doğruluğundan emin olmadığımız halde bu düşünce kalıplarından besleniriz... Düşüncelerimizin, doğru ya da yanlış olabileceğini hiç hesaba katmadan yargılar, eleştirir ve yerden yere vururuz. Mesela, alt kattaki komşumuz kocasıyla kavga ediyordur, kadını dinlemeden olaylarla ilgili bilgi sahibi olmadan, "iyi bir kadın olsaydı, kocasını idare ederdi" der ve kadını yargılarız. Oysa kadının sorunlarını dinlesek, duyduklarımız karşısında onun sabrına hayran olabiliriz... Gündelik hayatta şaşkınlıkla karşıladığımız ve ben böyle düşünmemiştim diye itiraf ettiğimiz bir çok olay vardır. Çünkü, çoğu zaman gerçeğe dayanmayan önyargılarımız bizi yönlendirir ve doğru mu yanlış mı diye düşünmeden, çevremizdeki insanları kurban ederiz.

İnsanlarla ilişkilerimizde, sadece gördüklerimizle hareket eder ve karşımızdaki kişiyi acımasızca yargılarız. Oysa olayın bir de iç yüzü vardır... Yolda yüzü asık birini görsek sinirli biri deriz ama neden sinirli göründüğünü düşünmeyiz... Peki ama bu kişinin bir sorunu, bir rahatsızlığı olamaz mı? Bunu hiç hesaba katmayız, daha doğru katmak istemeyiz... Ya da çocuğunun istediği oyuncağı almayan anneyi cimrilikle yargılar işin içinden çıkarız. Oysa kadının yeterli parası olmayabilir, çocuğunu gereksiz alış veriş yapma alışkanlığından korumak istiyor olabilir... Ya da yüzü asık diye tanımladığımız kişinin insanlara açamadığı bir sorunu olabilir... İnsanlar acılarını, hüzünlerini ruhlarında olduğu kadar bedenlerinde de taşırlar. Ama biz onları her zaman iyi halleriyle görmek iteriz. Eğer yüzleri asıksa, sıkıntılıysalar eleştiririz, yargılarız, hayatın dışına atarız.

İnsanlarla karşılaştığımızda bazı tahminlerde bulunur ve bu kişiyi zihnimizde bir yere koymak isteriz. Mesela giysilerine, vücut diline bakarak, "bu adam öğretmen olabilir, belediye çalışanı olabilir ya da şu bölgenin insanı olabilir..." türünden yorumlar yaparız. Bu bir yere kadar normal kabul edilebilir ancak, insanları rencide edici ve rahatsızlık uyandırıcı düşüncelere kapıldığımızda su-i zan yapmış oluruz... Bu nedenle, insanlarla ilgili mümkün olduğunca pozitif düşüncelere sahip olmamız ve hüsnü zan beslememiz gerekir. Yani, eğer karşılaştığımız kişiyle ilgili önyargılarımız olacaksa pozitif olmalıdır. Aksi taktirde, kişinin dış görünüşüne bakarak yanlış tahminlerde bulunabilir ve zan yapabiliriz...

Birkaç söz
Mevlana'nın 7 öğüdü
Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol

Şefkat ve merhamette güneş gibi ol

Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol

Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol

Hoşgörülükte deniz gibi ol

Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol

Milli Gazete / Aile Hayat
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Duvarın arkasında kalanlar

Sosyal alandı, insanlar, düşünce, inanç, yaşam tarzı ve bakış açıları bakımından ortak ya da karşıt özellikler taşırlar.

Burada kategorilere ayrılan benzerlikler ya da çelişkiler ise grupları oluşturur. Bir süre sonra kişi kendisine yakın hissettiği grubun bir parçası haline gelir ve burada kendini bulur. Gruplar bazen aşırı tarafgirlik yaparak, karşılarındaki kimseleri ötekileştirebilir ve onlara cephe alabilirler. Rengini İslam'dan almayan grup ya da topluluk, bu tür ilişkilerinde ötekinin farklı olduğunu, yanlış düşündüğünü ve kendilerine uzak mesafede durduğuna inanırlar ve bu kimselerle muhalefet ederler. Grup üyeleri sadece grubu sahiplenmekle kalmazlar, aynı zamanda yüceltirler ve kusursuz kabul ederler. Bununla aslında kişi karşısındaki kişiyi grubun dışına atarak "biz daha iyiyiz, değerliyiz" mesajını vermektedir.

Herhangi bir ideoloji ya da müşterek hedefler doğrultusunda bir araya gelen gruplarda kardeşlik ilişkisi yoktur ve onlar insanları biz ve öte olarak ayrıştırırlar. Öteki olarak tanımladıkları kişilerle aralarına sanal duvarlar vardır ve kendilerini bu kişilerden uzak tutarlar. Ne yazık ki, ötekileştirme hastalığı bizlere de bir şekilde bulaşarak, aramızdaki güçlü kardeşlik bağlarını zedelemektedir. Bununu sonucunda ise Kur'an ve Sünnet halkasında yer alan bizler, birbirimizi dışlıyor ve onun cemaatinden, bunun grubundan türünden söylemlerle hayatın dışına itiyoruz...

Geçtiğimiz Ramazan evime giderken otobüste ezan okunmuş ve burada birbirlerini hiç tanımayan insanlar, çantalarından çıkardıkları hurmaları ikram etmişler ve birbirlerine hayır duada bulunmuşlardı. Kimisi su, kimisi kurabiye, kimisi meyve ikram ediyor ve yolcular iftarlarını burada açıyorlardı. Birbirlerini hiç tanımayan bu insanlar, iman ekseninde kardeşliği yaşıyorlar ve karşılıklı hayır duada bulunuyorlardı. İşte İslam insanları İslam şemsiyesinde bu şekilde topluyor ve onları birbirine kardeş kılıyor.

Öteki olarak tanımladığımız kimseleri anlayamayız, onlarla empati kuramayız, dolayısıyla kardeşlik bağlarımızı güçlendiremeyiz. Onun cemaati, şunun cemaati diye ayrıştırdığımız takdirde ortak bir alanda birleşmemiz mümkün olamaz. Oysa, grubumuz, görüştüğümüz insanlar farklı olabilir ama bizleri aynı eksende birleştiren İslam kardeşliği birbirimizden güç almamızı sağlayacaktır.

Kapitalist kültürün insanlığa lanse ettiği ayrışma, kutuplaşma ve ötekileştirme insanların aralarına ırki ve maddi duvarlarla örülmüş bir mesafe inşa ediyor ve iki duvar arasında kalan insanlar birbirlerini düşman belliyorlar. Bu tarz bir ayrışma, zaman içinde insanların birbirlerine düşmanca tavır sergilemelerine neden oluyor. Bir süre sonra insanlar, duvarın arkasına atılan, ötekileştirilen zayıf bırakılan kimselere eziyet vermeyi, köleleştirmeyi, reva görüyorlar. Onlara göre maddi gücü elinde tutanlar ne olursa olsun, asil, soylu elit ve köklü zümrelerdir, onların konuşma hakları vardır... Oysa doludizgin ötekinin alanı tahrip ettiğinizde bir süre sonra sizin alanınızda tahrip edilecektir.

İnsanlar, ya kardeş ya da soydaştırlar. Kardeş olanlar İslam şemsiyesi altında birleşen kimselerdir ki, bunları birleştiren eksen Kur'an ve sünnettir. Diğerleri ise soydaştır bu kimselerle ilişkilerimiz de hakkaniyet ölçüsü dahilinde devam eder.

Ayrışma, ötekileştirme ve duvarın arka tarafına atma eyleminin biz müminlerin hayatında yeri yoktur olmamalıdır. Zira efendimiz kardeşlik ilişkilerini güçlendirmeyi emreder ve bu konuda ayrışmaya müsaade etmez. Diğer taraftan da, bizim gibi düşünmeyen bizden farklı yaşayan kimselerin hukukunu korumayı esas alır ve olara da insanca muamele yapmayı tavsiye eder.

Aile içi eğitim

İlim sönmeyen bir ışıktır

İslam toplumları, ilimle meşgul olan kimseleri desteklemiş ve bu kimselerin önlerini açarak onları halkla buluşturmuşlardır. Bu dönem medreseler, camiler, külliyeler, evler ve eğitimle ilgili kurum ve kuruluşlar devlet ricalinde olduğu kadar halk tarafından da ilgi ve saygıyla karşılanmıştır.

Selçuklu devletinin, bu konuda yeni bir kültürel kaynaşmaya imkan vermesi, alimleri desteklemesi tarihi süreçte büyük önem taşır. Zira bu dönem eğitim ve öğretim bakımından İslam dünyasında önemli çığırlar açılmış ve bu süreç önemli bir dönüm noktası olmuştur. Yani, Selçuklularda eğitimin belirli bir sisteme dahil edilmesi ve bizzat devletin himayesine alınması ilmin inkişafını sağlamıştır. Onlar bu konuda toplumlara öncülük yapmıştır. Bu anlamda, Selçuklu devletinin isminin duyulmasında, idari sistemin ilmi dehasıyla siyasi dehasını birleştirmesi ve bu konuda örnek olması önemli bir faktördür. Nizamülmülk bu dönem hizmetleriyle öne çıkmış önemli bir kişidir. O aynı zamanda engin görüşü ve siyasi otoritesini birleştiren, ilmi üstünlüğü ile din erbabını istihdam eden kıymetli bir şahsiyettir. Nizamülmülk, adına kurulan Nizamiye medreseleriyle zihinlerimizde yer etmiş ve bu dönem ortaya çıkan mezhep ihtilaflarını ve ilmi kargaşaları da bizzat kendisi görevlendirdiği kişilerle ortadan kaldırmıştır. Nizamülmülk bu çalışmalarıyla ilmin gelişmesine büyük katkı sağlamıştır.

Nizamiye Medreseleri, önemli şahsiyetlerin yetişmesine katkı sağlıyor ve halk tarafında büyük kabul görüyordu. Burada hocalık yapan ve yıllarca ilmiyle insanlığa katkı sağlayan bir çok önemli şahsiyetler vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

İmamül Harameyn İmam Cüveyni

İmam'ı Gazali

Hazini

Ali Bin Zeyd Bayhaki

Zemahşeri

Ömer Hayyam

Şehristani

Selçuklu sultanları ve melikleri, alimlere şair ve sanatkarlara gösterdikleri saygı ve verdikleri hediyelerle onları teşvik ediyorlar ve onların ihtiyaçları olan müesseseleri açarak ilmi himaye ediyorlardı. Bu dönem Tuğrul bey, ilmi sahada da büyük hizmet vermiş ve "kendime bir köşk yapıp yanına bir cami yaptırmazsam Allah'tan utanırım" sözüyle insanları ilme teşvik etmiştir. Selçuklu Sultanları ilim ve edebiyata sanata büyük hizmet vermişlerdir. Bu dönem, alim fiozof tabip sanatkar edip ve şairlerin çoğu Selçuklu saraylarına mensuptu. Alpaslan kendine has gelirlerinin bir kısmını fakirleri bir kısmını da ilim adamlarına veriyordu. Özellikle Tuğrul beyden sonra İslam toplumlarında cami, medrese kütüphane, tıp merkezi, hastane imaret, zaviye ve kervan saraylar yapılmış ve desteklenmiştir. Bir ilim ocağı olarak bilinen medreselerin devlet eliyle teşkilatlanması ve İslam dünyasına yayılması bu dönem hız kazanmıştır. İlim ve ilimle meşgul olan kimseler her zaman hak ettikleri saygıyı görmüşler ve desteklenmişlerdir. Ancak tarihi süreç içinde bazen dışlandıkları, baskı altına alındıkları, denetlendikleri ve sindirilmeye çalışıldıkları dönemler de olmuştur. Fakat öyle de olsa, ilmiyle insanlığı aydınlatan insanlar, kimi zaman zorluklar içinde kimi zaman kendilerine verilen destekle ile sorumluluklarını yerine getirmişlerdir.

(Kaynak: İlk Adım, Ahmet Belada, Kasım, 1997 sayı, 111)

Birkaç söz

Çocuğun duyguları

Bir arkadaşım, geçen hafta yedi yaşındaki kızıyla Darulaceze'yi ziyaret ettiğini ve eve geldiklerinde çocuğun "anne ben babaannemi hiç üzmeyeceğim, ona yardımcı olacağım, onu buraya bırakmayacağım" dediğini ifade etti. Çocuklar söylemden çok eylem üzerinde durduklarından gördükleri şeyler daha tesirli oluyor. Ayrıca çocuklarımızı farklı kesimlerde yaşayan kimselerle tanıştırdığımızda onların empati yeteneklerinin gelişmesine katkı sağlamış oluyoruz. Anneler çocuklarını bu tür yerlere götürerek onların empati yeteneğinin gelişmesine katkı sağlayabilirler.

Milli Gazete / Aile Hayat
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Baba beni dinler misin?

Değişen dünya değerleriyle birlikte bazı özelliklerimizi kaybettik. Mesela, sohbet geleneğimiz tarihi bir miras olarak arka sayfalarındaki yerini aldı.

Ancak bununla birlikte dinleme ve karşımızdaki kişi anlama yeteneğimizi de kaybettik. Mesela, izlediğimiz filmin karelerine dalmışken çocuğumuzun sorduğu soruyu duymaz başımızdan savarız. Ya da, gündelik işlerimizin programını çizerken, çevremizdeki insanların sözlerini gürültü kirliliği olarak düşünür "başım ses kaldırmıyor" deyip geçeriz. Peki, başım ses kaldırmıyor ifadesi, çevremizdeki insanların bizim için söylediği anlamlı sözleri sıradan sesler olarak algıladığımızı göstermez mi? Oysa çocuğumuzun söylediği her söz, her cümle her mimik bizler için ayrı bir önem arz eder. Kim olursa olsun, söylenen her söz bir duygunun ifadesidir. Duygu ise insandan insana akan bir ifade şeklidir.

İnsanların, çocuklarını dinlemekten aciz kalmaları ve gündelik meşgallerini buna tercih etmeleri, sonuç olarak insanların birbirlerini anlama eğilimlerini köreltiyor. Çünkü anlamanın ilk şartı karşınızdaki kişiyi adam yerine koymaktan ve onu dinlemekten geçer. Anneler çocukları bir şeyler anlattığında onu pek ciddiye almazlar, bunun yerine önlerindeki işe yoğunlaşırlar ve gayri ihtiyari dinliyormuş gibi yaparlar. Oysa çocuk annenin kendisini anlamadığını fark etmekte hatta zaman zaman anneyi test ederek en son dedim diye sormaktadırlar.

Adam akşam evine yorgun gelmiştir, yemeğini yiyip yatacaktır. Oysa çocuk, akşama kadar büyük bir heyecanla babanın eve gelmesini beklemektedir. Babanın içeri girdiğini görünce hemen yanına gider " baba biliyor musun bugün ben matematikten beş aldım" diye başlar konuşmasına... Adam çocuğu dinlemez ve anlamak da istemez, "Oğlum zaten yorgunum git annene anlat" der. Bu kez çocuk anneye yaklaşır ve sevincini onunla paylaşmak ister annenin cevabı gecikmez. "Oğlum akşama kadar evde iş yaptım bir de seni dinleyemem" der. çocuk odasına çekilir ve günlüğünü açar duygularını buraya aktarır. Burada çocuk anne baba tarafından sevilmediğini, varlığının bir anlam taşımadığını düşünmektedir.

Konuştuğumuzda sözümüzün dinlenmesini isteriz. Bu şekilde kendimize değer verildiğini hissederiz. Konuşuruz ve karşımızdaki kişinin gözlerimizin içine bakmasını bizi dinlemesini bekleriz... Dinleme temelde zihinsel bir enerji gerektirir, karşınızdaki kişiyi eleştirmeden, yargılamadan, anlamaya çalışırsınız. Bunun için, karşınızdaki kişiye değer vermeniz gerekir... Oysa hayatta hiçbir şey çocuklarımız ve ailemiz kadar değerli değildir öyle değil mi? Kime sorsanız, çocuklarıyla ilgili bu cümleyi tereddütsüz teyit edecektir. O halde insanlar işlerine, arkadaşlarına, gündelik meşgalelerine harcadıkları vaktin hiç olmazsa bir kısmını da eşlerine ve çocuklarına ayırmalı ve onlarla sohbet etmelidirler. Aksi takdirde onların aileleriyle ilgili söylemlerinde samimi olduklarını düşünemeyiz. Kendisini dinleyen bir aileye sahip olduğuna inanan çocuğun, aynı zamanda, kelime hazinesi gelişir, aileye olan inancı pekişir ve daha başarılı olur.

Aile içi eğitim

Büyüklerin etkisi

Sosyal psikoloji, bireyi, grup ve toplum içindeki etkileşimiyle ele alıp değerlendiriyor ve bu bağlamda tespitler yaparak, tanımaya çalışıyor. Buna göre, birey yaşadığı toplumdan bağımsız değildir, yalıtılmış, yalnız, kopuk bir hayat sürmeye yatkınlığı hiç yoktur. Hangi topluma, hangi gruba ya da sınıfa dahil olursa olsun kişi, yaşadığı toplumun örf ve geleneklerinin, kültürel dokusunun, arkadaş grubunun ve aile bağlarının etkileşimiyle bir bütün olarak yaşar. Her ne kadar modern kültür, bütün bu etkileşim alanlarını daraltıp, bireyleri yalnızlık dehlizlerine sürüklemiş olsa da, insanoğlu bu etkileşimini sınırlı imkanlar dahilinde bile sürdürüyor.

İslam, ilkesel olarak, en baştan kişinin bireysel bir hayat sürmesine, çevresindeki insanlardan uzak yaşamasına doğru bakmaz. Aksine, dinimize göre, kişi, kendi hayatından sorumlu olduğu gibi, ailesine, komşusuna toplumuna karşı da sorumludur. Ve insan hayatını ancak, sorumluluklar zincirinin bir halkası olarak sürdürür. Yani, bir yerde, insanın, sosyalleşme sürecine ve eğitim periyodine, sosyal çevre de etkin olarak katılıyor.

Çocukluğumun geçtiği şehirde insanlar birbirlerini tanırlar, iyi günde kötü günde destek ve yardımlarını esirgemezlerdi. Mahalleli etkin bir kontrol mekanizması gibiydi. Komşunun kızı erkek arkadaşım dediği kimseyle çıkıp, pastanelerde gezmeye cesaret edemezdi. Gençler, aile büyüklerinden çekindikleri için ağızlarına küfür almazlar, en fazla seslerini yükseltebilirlerdi.

İnsanlar, elinde torbasıyla yürüyen bir yaşlı görse, alır ve onu evine kadar taşırdı. Bir keresinde, merkez köylerden bir aile bizim apartmana taşınmıştı ve bu aileyle komşuluk ilişkilerimizi geliştirmiştik. Fakat ailenin büyük oğlu sık sık evden kaçıyor ve hırsızlık yapıyordu. Çocuğun hırsızlık yaptığını duyan mahalleli onu bakışlarıyla sözleriyle tavırlarıyla cezalandırmışlar ve genç mahalleye giremez olmuştu. Ne zaman biriyle karşılaşsa, nasihat yağmuruna tutuluyor ve yaptığına pişman oluyordu. Askerlik yaşına gelip de bu davranışını terk edinceye kadar, mahalle tarafından dışlanmıştı. Mahalleli, tasvip etmediği bir davranışta ısrar eden, genci, sevgi ve ilgilerinden mahrum bırakarak cezalandırmışlardı.

Tabi, burada genç adamın hatasını görüp geri döndüğüne şahit oluyoruz. Fakat bu herkes için geçerli olmayabilir. Kişi, mahallenin, dolaylı olarak uyguladığı bu müeyyideyi ciddiye almayıp, hatasında ısrarlı olabilir. Ama genel olarak düşündüğümüzde, insanlar yaşadıkları çevreden etkileniyor, tutum ve davranışlarını buna göre düzenliyorlar.

O günlerde, mahallemizin kızlarından biri "Keşke büyük bir şehirde olsaydım da istediğim gibi gezip tozsaydım, birini sevdim ama istediğim gibi çıkamıyorum... Onları dinlemesem de çıksam, biliyorum, sadece ailem değil, bütün mahalleli bundan rahatsız olacak " demişti. O zamanlar, ben de, büyüklerin, gençler üzerinde bu kadar müdahil olmalarının doğru olmayacağını düşünürdüm. Hatta, insanların, konu komşu ne der diyerek, kendine çeki düzen vermesine, bazı davranışlarını kamufle etmesine anlam veremez onların iki yüzlü olduğunu sanırdım.

Oysa bugün yaşadığım şehirde görüyorum da, insanlar yolda baygın yatan hastaya bakıp, hiç aldırmadan geçip gidiyorlar. Komşunun yoksulluğu, hastalığı, ihtiyaçları kimsenin umurunda bile değil. Bırakın bunları, sokakta iki kişi kıran kırana kavga ediyor da ayıran bile olmuyor. Gençler, aykırı hareketlerden kaçınmıyor, uç gruplarda yer almaktan korkmuyor, bağımlılık maddeleri kullanmaktan geri kalmıyorlar... Çünkü, onlara olumlu davranışlar empoze edecek arkadaş grupları ve eskiden olduğu gibi çevrenin korumacılığı yok... Aksine onlar, televizyon ve diğer aygıtların lanse ettiği o sığ hayatın birer müdavimi oluyor ve bu tutsaklığın içinde çırpınıp duruyorlar.

Çocuğun ailede aldığı temel eğitim, gerçekten önemli. Ve muhafazakar ailelerin büyük çoğunlu bu konuda ellerinden geleni yapmaya da çalışıyorlar. Bu konuda genellikle ergenlik dönemine kadar pek bir sorun görülmüyor. Fakat, ergenlik döneminde, genç, aile bireylerinden çok arkadaş çevresine önem veriyor. Onlarla vakit geçirmek, onların normlarını dikkate almak istiyor. Ne yazık ki, bu dönemde çocuklarımızı bekleyen bazı risk faktörleri var ki, burada envai çeşit fırtınalar esiyor. Eğer onlara sevgiyle yaklaşmazsak bu fırtınanın önünde yok olabilirler. Burada gençler, televizyonda görüp özendiği kimseleri, çevresinde benimsediği arkadaşlarını taklit etmek istiyor. Çünkü genç, kendini bir şekilde topluma kabul ettirmek istiyor.

Peki ne yapacağız? Şimdilerde, çocuklarımızı koruyacak, onları uyaracak, yol gösterecek etkin bir çevreden yoksun olduğumuza göre, bu görevi kim üstlenecek? Çocuklarımızı, bu cılız kültür kırıntılarından nasıl koruyacağız?

Bu konuda yapabileceğimiz alternatif çalışmalar olabilir. Bunlar arasında, gençlerin yapısına uygun olduğunu düşündüğüm grup çalışmaları önemli bir yere sahip. Benzer yaş gruplarından oluşan, milli ve manevi değerleri yaşamaya çalışan gruplar oluşturup, çocuklarımızı bu gruplara dahil edebiliriz. Çünkü genç, arkadaşını, hayatının merkezine koymuştur ve onun ne söylediği, neler yaptığı, nasıl davrandığı kendisi için önemlidir.

Birkaç söz

"Allâhım! Sen'den sevgini, Sen'i sevenlerin sevgisini ve Sen'in sevgine ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allâhım! Sen'in sevgini bana nefsimden, âilemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl!"

(Tirmizî, Deavât, 72)

Milli Gazete / Aile Hayat
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Ümmetin anası

Bir okurumuz "Kendisinin küçük yaşta yetim kaldığını bütün sevgisini hayattaki tek varlığım dediği biricik kızına verdiğini ve annenin yerini kızının doldurduğunu ifade etmiş... Yoksunluklarımız aile içinde telafi edilir ve birbirimize maddi manevi destek veririz. Aile olmanın güzelliklerinden biri de budur...

Efendimiz küçük yaşta annesini kaybetmiş ve anneden mahrum büyümüştü. Bu süreçte Fatıma binti Esed onu anne şefkatiyle bağrına basmış ve yardımcı olmuştu...

Efendimiz, biricik kızı Fatıma'yı o kadar severdi ki, ona babasının annesi diye hitap ederdi. Anne efendimiz için derin bir hasretti, anneliği kızına giydirmişti ve onu gözü gibi koruyordu. Fatıma efendimizin ailesinin devamına vesile olan biriydi ve aynı zamanda, Hasan ve Hüseyin'in annesi ve Ali'nin eşiydi. Efendimiz Fatıma'ya büyük hürmet gösterir o geldiğinde ayağa kalkardı. Değer verdiğimiz ve hürmete layık gördüğümüz kimseler geldiğinde ayağa kalkar ve saygımızı ifade ederiz öyle değil mi? Çocuklarının haklarına saygı göstermeyen ve sevgilerini onlardan esirgeyen anne babaların efendimizin çocuklarla, torunlarıyla ve kızıyla ilişkilerini anlamaya ihtiyaçları vardır.

Efendimiz Fatıma'ya gönlümün sevinci diyor, benim nezdimde en aziz olandır diyor ve ondan bahsederken yüzü gülüyordu. Çocuklarımız gönüllerimizin sevincidir ve onlarla hayata tutunuruz... Efendimiz, aynı zamanda, toplumun ıslahı ve İslamın insanlara ulaşması noktasında gece gündüz çalışıyordu. Ama her ne olursa olsun ailesine ve çocuklarına vakit ayırıyor onlara sevgiyle muamele ediyordu. İşlerinden vakit bulamadıkları için çocuklarıyla ilgilenemediklerini ifade eden babaların da efendimizi anlamaya ihtiyaçları vardır...

Fatıma'nın bir diğer adı da Zehraydı... Gönüllerimizde açan ve burada hayat bulan Fatıma'nın bizler için ayrı bir yeri vardır... Çünkü o, babasının annesi olarak anılan biridir... Anne nedir? Anne neyi barındırır bağrında? Anne deyince, şefkat, merhamet, sadakat, sabır cefaya tahammül büyüklük ve diğerkamlık gelir aklımıza öyle değil mi? Fatıma bütün bunları temsil eden biriydi aynı zamanda.

Efendimiz beka alemine göçtüğünde Fatıma acılara boğuldu ve babasının ardından kısa bir süre sonra o da aynı yolculuğa çıktı.

Fatıma, babasının anası, Fatıma Hasanla Hüseyin'in annesi ve Fatıma bizlerin gönüllerinde bir çiçek. Bizler kendimizi Fatıma anamızın nezdinde Ehli Beytin bir parçası hissederiz.

Efendimiz biricik kızını sevgiyle büyütmüş ve ona evliliğinden önce de nasihat ederek moral vermişti. Hazreti Ali, Fatıma ile evliliğinde bunların etkilerini yaşamış ve onunla ilgili memnuniyetini her zaman dile getirmiştir. Ali "Yoğun bir koşuşturmanın ardından eve gelip Fatıma'ya baktığımda bütün gam ve üzüntülerim kalbimden yok olup gidiyordu" diyor ve ondan övgüyle bahsediyordu... Fatıma'nın ruh portresinde ana olmanın evlat olmanın ve mümin olmanın sesi vardı.

Hazreti ali "Fatıma evime o kadar su taşıdı ki, kırba bedeninde iz bıraktı. O kadar el değirmeniyle buğday öğüttü ki, elleri nasır bağladı. O kadar temizlik yaptık ki, evi süpürün elbiseleri bozardı o kadar kazanın altına ateş yaktı ki, elbiseleri kararmaya başladı. O yüzden Fatıma ya "Peygamberin huzuruna gidip durumu beyan edecek olursan ev işlerinde sana yardımda olacak bir hizmetçi verir" dedim. Bunun üzerine Fatıma Efendimizin huzuruna gitti. Efendimiz birkaç sahabesiyle konuşuyordu bir şey söylemeden geri döndü. Efendimiz Fatıma'nın bir isteğinin olduğunu anlamış o gün sabah evine gitmişti. Dün gece ne maksatla geldin diye sordu. Fatıma durumunu anlatmaktan utandı Bunun üzerine Ali ya Resulullah Fatıma o kadar su taşımış ki, kırbanın başı göğsünde iz bırakmış o kadar el değirmeni çevirmiş ki elleri nasır bağlamış bunu görünce eğer babanın yanına gidip bir hizmetçi istemiş olursan seni bu durumdan kurtarır" dedim. Efendimiz bunun üzerine "sana hizmetçiden daha hayırlı olan şeyi öğreteyim mi? Her gün otuz üç defa sübhanallah otuz üç defa elhamdülillah otuz üç defa Allahü ekber zikrini söyle. Bu zikir yüz defadan fazla değildir. Fakat bunun amel defterinde büyük sevabı vardır. Eğer bunu her gün sabahleyin söylersen Allah dünya ve ahiret işlerinde sana kifayet verir" buyurdu.

Tarihte bazı kadınlar vardır, onlar iyi bir ana, iyi bir eş iyi bir evlattır. Onların hayatı bizlere ışık tutar. Hazreti Fatıma bu kadınlar arasında önemli bir yere sahiptir..

Aile içi eğitim

Efendimizin (s.a.v.) ahlakı

Terapistler, iyi ilişkinin insanı iyileştirdiğini ve onu güçlendirdiğini savunuyorlar. Bu anlamda yardım alan kimseler terapistleriyle iyi ilişkiler kurarak kendilerini değerli hissetmektedirler... Tarihe baktığımızda, Efendimizin insanlığından etkilenerek Kur'anla tanışan ve örnek şahsiyetler arasında yer alan kimseleri görürüz... İşte onlardan birkaçı:

Bir müşrik kervanına refakat eden hakem bin Kays ve arkadaşları bir gazvede esir edilip Resulullah'a getirildiler. Resulullah, Hakem'i İslam'a davet etti ama o bunu kabul etmedi. Resulullah ısrarla tebliğine devam etti ama o her seferinde reddetti. Hazreti Ömer onun hiçbir şekilde Müslüman olmayacağını söylüyor ve boynunu vurmak için izin istiyordu.

Efendimiz buna izin vermedi ve ısrarla davetine devam etti. Sonunda Hakem, kendisine insanca muamele eden ve incitmeden hakka çağıran Peygamberin davetini kabul etti. Bunun üzerine Efendimiz, Müslümanlara dönerek dedi ki, "Eğer size uysaydım o öldürülecek ve cehennemlik olacaktı" dedi.

Sabır, tahammül ve şefkatle muamele ettiğinizde insanların içinde bunlara cevap verecek iyi bir yan var... Efendimiz tebliğinde izlediği metotla bunu ortaya çıkarmış ve bizlere yol göstermiştir. İlk günlerde Müslüman olmayı ret eden hakem ileriki yıllarda sıradan bir Müslüman olmakla kalmamış, bir öğretmen olacak şekilde İslam'ı öğrenmiştir. Daha sonra efendimiz onu Necid kabilelerine yolladığı 70 kişilik öğretmen kafilesine kattı. Kays bu kutsal yolcuğunda, Meune kuyusunun yanında tuzağa düşürülen bu kafilede şehid oldu...

Efendimizin, Tay kabilesinin liderleri ve aynı zamanda papaz olan Adiy b. Hatem'in kız kardeşini af etmesi bu kişinin Müslüman olmasına vesile olmuştur. Bu da bizlere örnek olacak bir olaydır.

Bazen, yaptığınız küçük bir iyilik, gösterdiğiniz sabır bir insanın kurtuluşunu sağlayabilir. Hoşgörü sabır ve şefkat en katı en acımasız yürekleri yumuşatabilir ve bu kişiye insanlığını hatırlatabilir.

İnsanlarla ilişkilerimizde hoşgörü hayatımızı kolaylaştırır ve daha yaşanabilir kılar. Çünkü hiçbirimiz hatadan beri değiliz. İnsan olarak hataya meyilli bir tarafımız var. İnsanların tahammülü yok, yolcu otobüslerinde, semt pazarlarında, mahallede, evde küçük bir şeyde kavgaya tutuşuyorlar. İnsanlar patlamaya hazır birer bomba gibi oldular. Elbette bazı durumlarda sesimizi yükseltmemiz anlayışla karşılanabilir ama incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler için saç başa girmenin hiçbir anlamı yok. Affedebilirsiniz, hoş görebilirsiniz, gençliğine verebilirsiniz. Nihayetinde, başkalarının size yaptığı hataları affetme yetkisine sahipsiniz. Bu yetkiyi en iyi şekilde değerlendirebilirsiniz.

Bilindiği üzere Hind Efendimizin amcası Hamzayı öldürtmüştü. Hint o kadar kindar bir kadındı ki, Fetih sırasında Müslümanlara karşı koymama çağrısı yapan eşinin dahi öldürülmesini istemişti. Efendimizin hoş görü ve iyiliği onu yumuşatmış ve kendisi efendimize gelerek bağlılık yemine etmişti. Hint, artık başka bir olmuş ve "Ey Muhammed, Vallahi, yeryüzünde senin ailen kadar rezil rüsva olmalarını istediğim hiçbir kimse yoktu. Fakat şimdi yeryüzünde senin ailen kadar şerefli ve aziz olmasını istediğim hiçbir kimse yoktur. İşte efendimiz ve onun yolunu takip eden şahsiyetler, örnek hayatlarıyla insanları bu şekilde değiştiriyor ve İslam halkasında birleştiriyorlardı...

Ey Muhammed! Vallahi yeryüzünde senin ailen kadar rezil rüsva olmalarını istediğim hiçbir kimse yoktu. Fakat şimdi yeryüzünde senin ailen kadar şerefli ve aziz olmasını istediğim hiçbir kimse yoktur" Efendimiz hindi de affetmişti.

Birkaç söz

Yapabileceğin bir şeyin vardır

Hazreti Peygamber "Her müslümana sadaka vermek vaciptir. Buyurdu. Oradakiler, Ya Resulullah eğer sadaka olarak verecek bir şey bulamazsa ne yapar dediler.

Çalışır, elinin emeği ile kazandığını hem kendisi harcar hem de sadaka olarak erir buyurdu. Çalışmaya gücü yetmezse ne yapar? Dediler. Sıkıntıya düşmüş bir muhtaca yardım eder, buyurdu. Böyle bir yardıma gücü yetmezse ne yapsın dediler. Bunun üzerine efendimiz kötülükten kendini sakındırır" buyurdu...

Milli Gazete / Aile Hayat
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Çocuklarla ortak faaliyetler yapılabilir

Çalışan aileler çocuklarıyla yeterince vakit geçiremediklerini ifade ediyorlar ve bu durumun çocuklarıyla aralarında kopukluğa sebebiyet verdiğini belirtiyorlar.

Elbette anne babanın yoğun çalışmaları ve eve geldiklerinde kendilerini bitkin hissetmeleri bazı zorlukları da beraberinde getirmektedir. Ancak anne babaların çocuklarıyla birlikte vakit geçirmekten kastettikleri şey, sadece bir arada bulunmak ve aynı havayı solumaktır. Oysa ebeveynler çocuklarına hafta sonları vakit ayırabilirler ve onlarla ortak bir şeyler yapabilirler.

Burada öncelikle çocuğun ihtiyacı, ilgi alanları ve yetenekleri dikkate alınmalıdır. Gün boyu okulda yoğun bir enerji sarf eden çocuk eve geldiğinde ödevlerden başını kaldıramamaktadır. Bu süre içinde onun keyifle yapacağı, zihinsel bedensel aktivitelere yönlendirebilir. Mesela çocuk ödevlerini yaptıktan sonra onunla sohbet etmek ve birlikte bir şeyler paylaşmak çocuğun dikkatini toplamasına yardımcı olabilir. Ya da dışarı çıkmak,birlikte bir yere gitmek, evde yapılabilecek bir etkinlik yapmak bu noktada çocukla ebeveyni bir araya getirebilir.

Anne babalar çocuklarıyla birlikte yapabilecekleri etkinlikler üretmelidirler. Belki de bu ebeveynlere gereksiz bir şeymiş gibi gelebilir oysa ortak yapılan faaliyetler çocuklarla aileyi birbirine bağlar ve sağlıklı ilişkiler kurmalarına vesile olur. Bu anlamda aile çocuğun ilgi alanını yeteneklerini belirlemeli ve boş zamanlarında onlarla bir şeyler yapmalıdırlar:

Oyunlar: Çocuğun evde oynayabileceği çeşitli oyunlar vardır. Anne babalar çocuğun oyunlarını küçümsememeli ve zaman zaman çocuğun oyunlarına katılmalı ve birlikte değerlendirme yapmalıdırlar.

Maket yapmak resim yapmak, koleksiyon biriktirmek...vb: Anne babanın çocukla ortak yaptığı faaliyetler iki nesil arasındaki bağı güçlendirir ve çocuklara güven verir. Ebeveyninin kendine değer verdiğini ve yaptığı etkinliğe katkı sağladığını düşünen çocuk dış dünyaya daha rahat açılır ve kendini daha rahat ifade eder. Ayrıca bu tür çalışmalar ebeveynlerle çocuklar arasındaki ilişkileri iyileştirme noktasında da önemli bir unsurdur.

Fotoğraf çekmek: Bir okurumuz oğluyla birlikte doğa resimleri çektiklerini ve zengin bir albüm oluşturduklarını ve -oğlunun ileride ziraat mühendisi olmak istediğini, kendisine doğa içinde bir ev alacağını hayal ettiğini- ifade etmişti. Bu tür çalışmalar, çocuğun hayal gücünü geliştirir, onu dinlendirir ve ebeveyniyle güven eksenli ilişkiler kurmasına vesile olur.

Birlikte geziler düzenlemek: Ebeveynler çocuklarıyla, sinema, tiyatro, kütüphane, camiler ve tarihi mekanlara gezi düzenleyebilirler ve burada onun düşüncelerini paylaşabilirler. Bu hem çocukla aile arasındaki ilişkileri güçlendirecek hem de çocuğun tarihi ve kültürel zenginliklerimizi tanımasını sağlayacaktır.

Çiçek yetiştirmek: Anne baba çocukla birlikte çeşitli çiçekler ekebilirler ve çiçeklerin bakımıyla ilgilenebilirler. Çocuk bu şekilde hem sorumluluk duygusunu geliştirecek hem de toprağı, bitkiyi tanıyacaktır.

Birlikte yemek yapmak: Anne çocuğun sevdiği bir yemeği onunla birlikte yapabilir ve bu süre içinde kendi hayatında da aktarımlar yaparak çocukla birlikte vakit geçirebilir.

Ebeveynler çocukların ilgi alanlarını ve yeteneklerini dikkate alarak çeşitli faaliyetler üzerinde durabilirler. Bu çalışmalar sevimle hale geldikçe çocuk televizyon ve internete daha az ihtiyaç duyabilir ve vaktinin büyük bir kısmını aileyle birlikte geçirmek isteyebilir.

Aile içi eğitim

Çocuk işten daha önemsiz değil

Ebeveynler çocuklarıyla ilgili beklentilerine ulaşamadıklarında hemen pes ediyorlar. Bu konuda oğluyla ilgili sıkıntılarını dile getiren bir baba "Maddi manevi her ihtiyacı için koştum, elimden ne geliyorsa yaptım ama hiç sözümü dinlemedi. Yanlış arkadaşlar seçti, namazını bile kılmıyor, işten gelir gelmez sokaktaki arkadaşlarına gidiyor, benden bu kadar, artık pes ettim ne hali varsa görsün..." diye ifade etmişti. Kuşkusuz bu bir yenilginin bir acının, bir serzenişin sesi... Ancak ne olursa olsun bir baba, işiyle, çevresiyle, arkadaşlarıyla, kendisiyle ilgili sorunlarda nasıl geri adım atmıyor ve pes etmiyorsa çocuklarıyla ilgili konularda da hayatının sonuna kadar mücadele etmelidir. Çünkü ömrümüzü ve vaktimizi harcadığımız işimizden çok daha önemli bir şeydir. İnsanların, işleriyle, kariyerleriyle ilgili çalışmalarında duraksadıklarını pek görmezsiniz. Çünkü para kazanmak ve çocuklara maddi bir gelecek bırakmak ailenin birinci hedefidir. Oysa aile aynı şekilde çocukların geleceği ve topluma kazandırılması için de çalışmalı ve bu konuda sabırlı olmalıdırlar.

Aileler öncelikle çocuğun içinde bulunduğu durumu anlamalı ve sorunun nerede kaynaklandığına bakmalıdırlar. Bilindiği üzere gençler, arkadaşlarının etkisinde kalabilirler ve aileye çeşitli konularda muhalefet edebilirler. Burada aile her şeyden önce bu durumun geçici bir şey loduğunu düşünmeli ve sorunu körüklemek yerine çözüm yoluna gitmelidirler. Her şeyden önce küçük yaştan itibaren aileyle sevgi ve saygı ekseninde ilişkiler kuran ve ebeveynine güvenen, şunu söylediğim takdirde ailem bana yardımcı olur" inancına sahip olan bir çocuğun aileyle bu kadar büyük çatışmanın içine girebileceğine düşünmüyoruz. Bu nedenle aile öncelikle çocuklarıyla kurdukları ilişki modelini değiştirmeli ve onların duygularını anlamaya çalışmalıdırlar. Bir de yaşanan sorunların geçici bir şey olduğunu düşünmeleri ve sabırla karşılık vermeleri gerekir.

Her insanda iyiliğe açılabilecek bir kapı vardır, aileler çocuklarının bu kapılarını aralamalı ve içeriye buradan girmelidirler. Ancak bunun için çocuğun güvenini kazanmaları ve onlara değer vermeleri gerekir.

Efendimiz tebliğ faaliyetlerini sürdürürken, muhataplarıyla ilişkilerinde onlara değer vermiş ve yardımcı olmaya çalışmıştır. Bu kimselerin bir çoğu efendimizin insani yaklaşımından etkilenerek Müslüman olmuşlardır.

Bir yakınımızın, "ele avuca sığmıyor" diye tanımladığı oğluyla mücadelesi birçok insana örnek olabilecek nitelikteydi. Oğul yirmi yaşındaydı ve arkadaş kurbanı olmuş ve her türlü suç unsurlarına bulaşmıştı. Aile bu durumdan büyük üzüntü duyuyor ve nerede ne hata yaptıklarını kritik ediyorlardı. En sonunda anne, hissedar olduğu bir iş yerine oğlunu yönlendirerek burada çalışan kişi aracılığıyla Allah'ın emirlerine riayet etmesini sağlamaya çalışıyordu. Oğul burada üç yıl çalıştı ve üçüncü yılın sonunda hayatında yaptığı değişimlerle herkesi şaşırtttı. Annenin bu gayreti olumlu bir sonuç vermeyebilirdi de ama ne olursa olsun efendimizin de deği gibi "Bizler birer çoban gibiyiz ve maiyetimiz altındaki kimselerden sorumluyuz" dolayısıyla elimizden ve dilimizden ne geliyorsa yapmalı ve hayatımızın son noktasına kadar mücadaleye devam etmeliyiz.

Birkaç söz

Çocuktan al haberi

Atalarımızın "Çocuktan al haberi" sözü çocukların saf ve temiz duygularını ifade ediyor. Gizlilik kavramından haberdar olmayan, yalan hile, art niyet beslemeyen ve dünyayı saf duyguları kadar berrak zanneden çocuk duyduğunu ifade eder, karşılaştığı bir çelişkiyi dile getirmekten kaçınmaz. Onların dünyaları yaşadığımız dünyadan çok farklıdır. Ama ne yazık ki çocuk büyüdükçe yaşadığımız dünyanın kirlerine adapte olmakta ve o saf duygularını yitirmektedir.

Milli Gazete / Aile Hayat
 

Delıyurek

Üye
Üye
Katılım
Ara 6, 2010
Mesajlar
52
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Duyguların eğitimi

Duyguların eğitimi, insanın ontolojik varlığının ve ayrıcalığının, biricikliğinin su yüzüne çıkmasını ve onun konumunun, evrendeki yerinin belirlenmesini sağlıyor.

Çünkü, içinde bulunduğu durumun ve yaptığı eylemin farkında olan ve sorumluluk yüklenen tek varlıktır insan... Evrende yalnızca insana has olan duygular, aynı zamanda kişinin bütün eylemlerini harekete geçiren ve yönlendiren bir iç kuvvettir. Eğer yaptığınız işten keyif almasanız, üzülmeseniz, yerilmeseniz, sevinmeseniz, ağlamasanız, heyecanlanmasanız, boş bir araziye terk edilmiş cansız bir nesneden farkınız olmaz...

Bizi harekete geçiren ve karar vermeye teşvik eden birincil kuvvettir duygularımız... O yüzden, aklımızı, zihnimizi, irademizi eğitirken aynı şekilde duygularımızı da eğitime tabi tutmalı ve doğru yönlendirmeliyiz.

Modern kültürde, birey ve toplumların, akademik eğitim ve yönelimlerine önem verilirken, duyguların eğitimi ve yönlendirilmesi her zaman göz ardı edilmiştir. Bunun sonucunda da, dürtüsel hareket eden, yasak, haram ayıp tanımayan, bireysel ve toplumsal sınırları delen insanlar ortaya çıkıyor. İnancımızın bize gösterdiği güzergahta ise duygular iradeye, irade akla akıl da imana tabi olmakta ve duygularımız bu hiyerarşi çerçevesinde koordineli olarak hareket etmektedir.

Duyguların eğitimi, insani eğilimlerimizi geliştirmemiz ve yaşadığımız toplumda huzur ve iyilikseverliği ifade etmemiz açısından da gereklidir. Bunun için gündelik hayatta pozitif duygular geliştirmeyi, olayların içinde mutluluk aramayı, insanlarla bir paylaşım içinde olmayı öğrenmeli ve bunun gerekli olduğuna inanmalıyız. Sıradan bir günde dışarı çıktığımızda, ruh ve duygu dünyamıza renk katacak bir dize olaylar yaşarız. Güneşin başımızı okşaması, nefes alıp veriyor olmamız, dostlarımızla karşılaşmamız, işlerimizin yolunda gitmesi ya da, üzüldüğümüz bir olayla karşılaşmamız, kayıplarımızın olması... Bütün bunlar yaşadığımız hayatın içinde sürekli tekerrür eder ve bizlerle uyumla hale gelir.

Hayatımızın seyri her zaman istediğimiz gibi gitmeyebilir. Bazen de, hüzünlendiğimiz, hoşlanmadığımız olaylar yaşarız. Böyle zamanlarda duygularımızı doğru bir şekilde yönlendirmeli ve belli sınırlar içinde kalmasını sağlamalıyız.

Sevginin oldukça zengin bir dili vardır ve bunu ifade etmeyi öğrenmekte duyguların eğitimiyle mümkündür. İnsan Allah'ı sever ve ona iman eder, yakınlarını, işini kariyerini, çocuklarını, tabiatı, sanatı ...sever ve bunları sevmekle kalmaz sevdiğinin de farkına varır. Aslında fark etmek aynı zamanda duyguları doğru yönlendirmeyi, hayattan keyif almayı ve Yaratıcı'ya şükretmeyi de beraberinde getirir.

Bu anlamda duyguların başı boş olmadığını ve kontrol edilmesi, yönlendirilmesi gerektiğini bilmek işimizi kolaylaştıracaktır. Günümüz insanı bu kontrol mekanizmasından yoksun olduğundan, duygularını aklının ve iradesinin önüne geçiriyor... Oysa içimizde binlerce duygu ve düşünce kırıntıları belirse de, her birini aklın süzgecinden geçirmeye ve doğru şekilde yönlendirmeye ihtiyacımız vardır.

Sevmek güzel bir duygudur ama meşru olmalıdır

Takdir etmek güzeldir ama iyi şeyleri takdir ederiz

Onaylamak güzeldir ama doğru şeyleri onaylarız

Para kazanmak güzeldir ama meşru olması önemlidir

Duygularımız bizi baskılayarak, sonu görünmeyen bir yolculuğa teşvik edebilir ama bizler her zaman onları akıl irade ve iman süzgecinden geçirerek ehilleştirir ve meşru hale getiririz.

Aile içi eğitim
Emanet bedenler
Gün içinde ekrana kilitlenen ve kendini buradaki sanal dünyaya kaptıran kadınlarımız vardır. Onlar hangi artist, hangi şarkıcı, hangi meşhur kadın nasıl giyiniyor, yılın moda rengi ya da saç modeli nedir? Hangi kadın ne kadar kilo vermiş, kimler estetik operasyondan geçmiş? Bütün bunları hiç aksatmadan izleyip bu akışa uyum sağlamaya çalışırlar ve yarışa nasıl kapıldıklarının ya da nereye doğru sürüklendiklerinin farkında dahi olmazlar... Çünkü bu programlar, kadınlarımızın ruh ve duygu dünyalarını vuruyor ve onları bir şekilde tesir altına alıyor.

Eşik algımıza yavaş yavaş işlenen kadın modeline uyabilmek için bu kimseler, varını yoğunu harcıyorlar ve bir zaman sonra kendilerini bu yarışa iyice kaptırarak yok olup gidiyorlar. İlgi ve alakasını sadece fiziksel varlığına adayan kadınlar, bedenleriyle ilgili küçük bir sorunu büyütüp kompleks duyuyorlar ve kilolarına, alamadıkları giysilere, takip edemedikleri moda figürlerine ulaşamadıklarında da kendilerini değersiz hissediyorlar, güvensiz ve sikil bir hayat sürüyorlar. Temelde, İslami bilgi ve şuurdan yoksun olan bu kimseler çarpık bir anlayışa sürüklenerek, yürümekte oldukları yolun kendilerini nereye götüreceğini bilmeden öylece yürüyor.

Sanırım, bu akıntıdan, bu dibi görünmeyen uçurumdan kurtulmanın tek yolu kişinin kendisine nereden gelip nereye gittiğini sormasıyla ve bilincini yeniden uyandırmasıyla mümkün olacaktır. Biliyorsunuz, bu soruları küçük yaşlarda her birimiz yakınlarımıza sorarız ve aldığımız cevaplar doğrultusunda bir hayat çizgisi oluştururuz...

Niçin geldik? Kul olmak için,

Nereye gideceğiz? Ahirete.

Dünya ve Ahiret mutluluğunun formülü ne? İyi bir Müslüman olmak

Aslında insanoğlunun potansiyel olarak doğruyu arama ve doğruya eğilim gösterme isteği bu sorularla başlıyor ve sürekli devam ediyor.

İsterseniz, şimdi, bu soruları yeniden soralım ve hayatımızı irade süzgecinden geçirerek, bilinç seviyemizi yeniden aktive edelim. Bunu başardığımızda, Allah'ın bizim görüntümüze değil, gönlümüze ve yaptıklarımıza baktığını idrak edip, zamanımızı ve emeğimizi bu alana yatırmayı tercih edeceğiz buna inanın...

Düşünün... Kaş, göz, yüz, boy, akıl, ruh... Her şey yaratıcının mülkü ve ona ait... Bizler ise bu emanet bedenlerde sonsuzluğa doğru yürüyen birer yolcuyuz.

Zaten bizler, varlığımızı taşıyan bu beden kabına bir süreliğine konaklamak için gelmedik mi?

Bedenlerimiz, konaklama sürecinde yaşadığımız, hayatımızı sürdürdüğümüz bir mekan değil mi? Elbette bu mekana gerekli ihtimamı göstermeli ve onu korumak için elimizden geleni yapmalıyız. Ama asıl olan buradaki varlığımızın kalitesi, evin içindeki kimliğimiz, bizi biz yapan o öz, o çekirdek...

Bunu idrak ettiğimizde, bütün ilgi ve alakamızı bizi taşıyan kabuktan çekerek, ruhumuzun hizmetine sunabiliriz. Bunu idrak ettiğimizde, üç kilo fazlam var, kaşım, saçlarım, göz rengim standartlara uygun değil diye hayıflanmayı bırakıp, kendim için ne yaptım, hayatımı nasıl güzelleştirebilirim, ahretim için neler yapabilirim diye düşünmeye başlarız...

Birkaç söz

Ben değerliyim

Ebeveyninin kendisini dinlediğini ve soru sorduğunda cevap vereceğini düşünen çocuk ben değerliyim duygusunu yaşar. Kendini değerli ve önemli gören çocuk ileride başarılı ve aktif bir birey olur...

Milli Gazete / Aile Hayat
 
Tekerlekli Sandalye
Üst