İzlenmesi Önerilen Filmler

The-Light-Between-Oceans-980592.jpg


HAYAT IŞIĞIM

Vizyon Tarihi: 2 Eylül 2016
Yapımı : 2016 - ABD, Yeni Zelanda
Tür : Dram
Süre: 130 dk.
Yönetmen : Derek Cianfrance
Oyuncular : Michael Fassbender , Alicia Vikander , Rachel Weisz , Bryan Brown , Caren Pistorius
Senaryo : Derek Cianfrance
Yapımcı : David Heyman , Jeffrey Clifford
IMDB : 8.5


Film Özeti

Tom Sherbourne, 1. Dünya Savaşı'nda geçirdiği acı dolu dört yıldan sonra Avustralya'ya döner ve kıyıdan yarım gün uzaklıktaki Janus Kayası’ndaki deniz fenerinde bakıcı olarak çalışmaya başlar. Genç, güzel, cesur ve sevgi dolu karısı Isabel’le evlilikleri ikisinin de kafasındaki gürültüyü susturup yıldızlar, dalgalar ve rüzgârın sesinden başka hiçbir şeyin olmadığı iki kişilik dünyalarında huzur bulmalarını sağlar. Bir gün, üç yılın ve üç düşüğün ardından, karısı bir bebeğin ağlamalarını duyar. Dalgalar, içinde genç bir adamın cesedi ile birkaç aylık bir bebeğin olduğu bir tekne getirmiştir onlara.

Çocuk özlemiyle dolu Isabel Sherbourne dualarının Tanrı tarafından kabul edildiğini düşünür. Yüreklerinin sesini dinleyip bebeği sahiplenmeye ve bundan kimseye bahsetmemeye karar verirler. Yıllar sonra gerçekler ortaya çıkmaya başlayınca aldıkları kararın hiç beklemedikleri sonuçları olduğunu anlarlar.

1000full-the-light-between-oceans-screenshot-e1472593724905.jpg


Filmi İzleyenlerin Yorumları

''Dünya prömiyeri Venedik Film Festivali’nde yapılan The Light Between Oceans, bir roman uyarlaması. Alicia Vikander'a zaten hayranım, sevgilisi Michael Fassbender ile gerçek hayattaki duygulardan beslendikleri için olsa gerek iyi bir uyum yakalamışlar. Film başlarda oldukça durağan ilerliyor, bu duruma ek olarak uzun süresi de kaynaklı filmin içine girmek zaman alabiliyor. Sonrasında sakin fakat yoğun bir dramın içinde buluyorsunuz kendinizi...''

''Çok güzel bir filmdi. Herkese önerilir. ''

'' Film seyrederken mutlaka filmin bana bir şeyler katmasını isterim. Bu film sizi o kadar düşündürüyor ki arka fon müzikleri ile adeta sizi götürüyor, asla asla izlemekten pişman olmayacaksınız uzun zamandır bir film bu kadar etkileyip ağlatmamıştı. Şiddetle tavsiye ediyorum. ''


853full-the-light-between-oceans-screenshot-e1472593680809.png



M.L. Stedman’ın aynı adlı romanından esinlenerek sinemaya uyarlanan Amerikan romantik filmidir. Aşk ve Küller ile Babadan Oğula filmlerinin yönetmeni Derek Cianfrance tarafından yazıldı ve yönetildi. Film iki ana baş rol oyuncusundan biri olan Alman Michael Fassbender bir çok kaliteli yapımda yer almış 2 Akademi ödülü adayına layık görülmüştür. Kadın oyuncu rolünde ise Danimarkalı Kız filminde olağan üstü performansı ile Oscar ödülünü kazanan İsveçli güzel Alicia Vikander yer alıyor.

hayat-isigim-1.jpg


Okyanuslar Arasındaki Işık filmi olarak dilimize çevrilen bu sinema eserini gerçek duyguların ve yaşanmışlıkların olduğu ve oyunculuğun tadına fazlasıyla varacağınızı düşünerek, sizin için en uygun bir zamanda seyretmenizi tavsiye ediyorum.

İzlerken keşke hiç bitmese dediğim türden bir filmdi. Sinemayı sevmek böyle bir şey aslında ama ne yazık ki insan her zaman beğeneceği filmi bulmakta bu kadar şanslı olamayabiliyor. Hayatım boyunca izlemekten sonsuz mutluluk duyduğum ender filmlerden biriydi...

Bir şeyin kaybedildiği anda
Hayatın mucizesi gerçekleşti..


Sevgiyi Bulduğunuzda, Onu Bırakabilir misiniz?
 
ask-ugruna-2015.jpg



AŞK UĞRUNA


Vizyon tarihi: 15 Mayıs 2015
Süre: (1s 48dk)
Yönetmen: Saul Dibb
Oyuncular: Michelle Williams, Kristin Scott Thomas, Matthias Schoenaerts
Tür: Dram, Savaş filmi
Ülke: İngiltere, Fransa

Özet ve Detaylar


1940 yılında Fransa’da II. Dünya Savaşı’nın ilk işgalleri yaşanmaktadır. Genç ve güzel bir kız olan Lucile Angellier, üvey annesinin evde gözetiminde, savaşta esir düşen babasından haber almak için beklemektedir. Bir yandan Paris’ten gelen savaş mültecileri küçük kasabaya yerleşmeye çalışırken, diğer yandan Alman askerleri kasabalıların evlerini bir bir işgal etmeye başlar. Lucile evlerine yerleşen Bruno von Falk adlı yakışıklı askerden, başlarda hiç hoşlanmaz ve kendisini geri çeker. Fakat günler ilerledikçe iki genç arasında aşka sürüklenen bir çekim oluşur. Ama karşılarında savaşın en trajik yüzü durmaktadır.

Filmin Konusu

Yönetmen Saul Dibb yine bir roman uyarlamasıyla karşımızda. 2008’de Georgiana Duchess of Devonshire kitabını Düşeş adıyla sinemaya aktaran Dibb bu kez çok satanlar listesindeki Fransız Süiti kitabıyla ‘aşkı arayan kadınlar’ serisine bir yenisini ekliyor. Tabii bir anda popüler olan kitabın öyküsü aslında savaşın başladığı yıllarda başlıyor, Irène Némirovsky’nin o yıllarda başladığı romanı (hatta iki roman) kızları tarafından saklanarak ancak 2004 yılında basılabiliyor. İki romanda olayları birleştirenlerin karakterler değil, tarih olduğu da belirtiliyor.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altında olan Fransa’da geçen hikaye aşk ve vatanseverlik çizgilerinin arasına sıkışmış duyguları anlatıyor. Dönemin zorlu koşulları gereği ‘sevmeden’ evlendiği kocasını savaşa yollayan Lucile, kaynanasının boğucu baskısıyla uğraşan genç bir kadın. Madame Angellier zengin olmanın refahını yaşarken bir yandan da baskıcı yönünü herkese karşı kullanan bir kadın. Kiracıları ve gelini bunu en fazla hisseden kesim. Film böyle kişisel bir baskıyla başlarken sonrasında Alman askerlerinin Fransızlara uyguladığı baskıyla devam ediyor. Filmde fiziksel şiddetten çok duygusal şiddetin hakim olduğunu ve bunun filmin olası patlamasına ket vurduğunu da söyleyebiliriz. Yani film ortamdaki baskıdan fazlaca etkilenmiş durumda!

Öte yandan Alman askerlerinin evleri işgal etme (pek işgal denemez konuk olma) hali genç teğmen Bruno ile güzel Lucile arasında yeşerecek aşkın müziğini ilk andan itibaren çalmaya başlıyor. Zaten iki tarafın müziğe olan ilgisi aşkı başlatan ve devam ettiren unsur. Ama filmin öne çıkarmaya çalıştığı şey kimsenin kimseye teslim olmama hali. İşgal altındaki Fransızların bu çabasının herkese sirayet ettiğini söyleyebiliriz. Bir noktadan sonra aşk ve vatanseverlik çatışıyor filmde. Michelle Williams’ın ve Matthias Schoenaerts’ın performansları gayet uyumlu.

Aşk Uğruna savaşın ortasında kalan kadın ve erkeğin durumuna göz atarken teğmen Bruno’yu savaşın içindeki çaresiz adam konumuna itiyor, Lucile ise bir anda çark ederek ülkelerini alt etmeye çalışan düşmanla çatışan kadın konumuna. Film ‘imkansız aşk’ konusunda ilerlemeye çalışmış. Aslında filmin ismi Aşk Uğruna’dan çok ‘vatan uğruna’ olmalıydı. O yıllara ilişkin yapılan filmlerden farkı klasik anlamdaki Hitler askerine, bayrağına, trenlere ve kamplara rastlamamak olabilir, bu da filmi başka bir noktaya taşıyor. Keyifli, hafif gerilimli ama genelde sakin bir işgal filmi havası yaratıyor. Bu dinginlik filmin genel atmosferine de etki ediyor. Aşkın yaptıracakları bazen kendini aşıyor!

Filmde duygusal şiddet hakim!


ask-ugruna-filmi-izle-turkce-dublaj-882.jpg
 
limitless.jpg


LİMİTSİZ

Vizyon tarihi: 18 Mart 2011
Süre: 1s 45dk
Yönetmen: Neil Burger
Oyuncular: Bradley Cooper, Robert De Niro, Abbie Cornish
Tür: Fantastik
Ülke: ABD


Konusu

Yaşamı pek de parlak olmayan Eddie, New York'ta düzensiz bir hayat yaşayan ve pek de başarılı sayılmayacak bir yazardır. Kız arkadaşından ayrıldığı bir gün yolda eski bir arkadaşıyla tanışan Eddie'nin hayatı tamamen değişecektir. Eski arkadaşından aldığı bir hap, Eddie'nin beyninin tam kapasite çalışmasını sağlıyordur. Bu ilaç sayesinde eski dünyası değişen, hayata farklı bir gözle bakmaya başlayan Eddie paraya, çekiciliğe ve yüksek bir zekaya sahip olur. Ama aradan çok zaman geçmez, bu yüksek gücün yan etkilerinin ortaya çıkması gecikmez...


Screen+Shot+2013-02-17+at+11.33.46.png
 
deseandoamar.jpg



AŞK ZAMANI



Vizyon tarihi: 28 Eylül 2001
Süre: 1s 38dk
Yönetmen: Wong Kar-Wai
Oyuncular: Tony Leung Chiu Wai, Maggie Cheung, Rebecca Pan
Tür: Romantik, Dram
Ülke: Fransa, Hong kong
İmdb: 8.3


Özet ve Detaylar


Hong Kong, 1960'lı yılların başlarını yaşamaktadır. Chau lokal bir gazetenin yazı işleri müdürüdür. Karısıyla birlikte büyük oranda Şangaylıların hayatlarını sürdürdükleri bir apartmana taşınırlar. Chau bir gün kapı komşusu Li-Chun ile karşılaşır. İkisi de eşlerinden bağımsız bir şekilde eşya taşımaktadırlar. Günden güne birbirleriyle yakınlaşmaya başlayan ikili bir süre sonra tuhaf bir gerçekle karşı karşıya kalacaktır. Bu da eşlerinin de birlikte oldukları gerçeğidir. Artık onların da kendilerini ve ilişkilerini yeniden gözden geçirebilecekleri bir ortam oluşmuştur.

sevgililer-gunune-ozel-en-guzel-10-ask-filmi-icerik-2.jpg


Bir aşk filmi elbet, ama aşkın en naif haline dair. Yüz kez izleseniz her seferinde aynı büyülenmişlikle kalkarsınız yerinizden. Filmin müzikleri ise muhtemelen yıllarca müzik listelerinizin en başlarında yer alacaktır. Aşkla darmadağın olmak mı istiyorsunuz? O zaman kaçırmayın!


tumblr_kst7saeigj1qa6mixo1_5002.jpg



''Tozlu bir pencere camından bakar gibi. Kaybolup giden o yılları hatırlıyor. Geçmiş görebildiği ama dokunamadığı bir şey. Ve gördüğü her şey bulanık ve belirsiz.''
Duygulara hitap eden yönetmen Kar Wai Wong kendine özgü senaryosuz çektiği etkileyici bir yapım, güzel müzikler eşliğinde duygu yüklü çekimler, başarılı kostümler ve aşkı birlikte yaşayamamanın acısı...


İzleyici Yorumları

''Tozlu bir pencere camından bakar gibi. Kaybolup giden o yılları hatırlıyor. Geçmiş görebildiği ama dokunamadığı bir şey. Ve gördüğü her şey bulanık ve belirsiz.'' Birbirini seven iki insanın birbirine anlatacak, içinin çok derinlerinde sessizce bekleyen sayfalar dolusu o kadar çok şeyi varken birbirlerine dokunamamaları, birbirlerinden kaçınmaları ve tekrar hüzünlü, sıradan, aşksız hayatlarına dönmeleri o hayatın içinde hep birbirlerine özlem olmaları ne kadar acıdır. Bu filmin kendini sevdiren tarafları çok fazla, müzikler harika, kesinlikle en berbat gününüzde oturup izleyeceğiniz ve bolca düşünüp, hüzünleneceğiniz bir film. Herkesin izleyebileceği bir film olduğunu da düşünmüyorum, beyni, düşünceleri kaldırmayan insanlar bu filmi izleyip çamur atmasın lütfen...


''Seninle aynı koridordan ayrı ayrı yürümeyi diliyorum... Korkuyorum, o naif o kırılgan aşkını kaybetmekten. Varlığını bilmek en güzel hediye, hissetmek ise sonsuza kadar yetecek bir tatmin. Benzersiz ve kusursuz bir tutku bu, kaybetmemek için kaybolmayı bile göze alabilirim.... Bazı filmler konu, sinematografi ve mizansen bakımından değil de uyandırdıkları duygular bakımından incelenirler. Wong Kar Wai deyip susmak bile yeterli aslında ama işte duygular şelale akıp gidiyor hele ki o, insanın en derin yerine seslenen müzikleri yok mu. Şu an açtım yorum yaparken tekrar dinlemek için ama sanırım yorum yazamıyorum. Bu da bir şey değil midir? Bir Roman Polanski izlerken tiksinip nefret ederseniz yönetmen başarılı demektir. Burada da duygularım yorum yazmama engel olduğuna göre varın siz anlayın filmi :) Naif, derin bir aşk hikayesi tıpkı filmin adı gibi. In the mood for love...''


''Filmin bende en ilgi çeken,beğendiğim tarafı müzikleri oldu. Konuyu aslında biraz ilgi çekici bulsam da işleniş bakımından durağan ilerleyen bir yapım olması,beni filme pek ısındıramadı doğrusu. Oyunculuklar yönünden düşündüğümde iyi bir iş çıkarttıkları ortada.Ancak dediğim gibi filmin ağır bir tempoda,belki de ulaşılamazın sıkıntısının izleyiciye iyice aksettirilmesi için düşünülmüş bu tempoda ilerlemesi beni biraz da olsa sıktı. Yine de izlemeye değer bir film olduğunu düşünüyorum.''

''Düşük bütçeyle çekilmiş, ama mükemmel müziği ve oyuncularıyla izlenilecek harika bir film. Filmde çok ince dokunuşlar var, dokunmadan sevmeyi anlatıyor. Seyretmekte çok geç kaldığım bir film. İzlemenizi tavsiye ederim.''

"Geç bir sonbahar gecesi öğrenci ağlayarak uyandı.
Ustası sordu öğrencisine;
- “kabus mu gördün?”
- “hayır.”
- “üzücü bir rüya mı gördün?”
- “hayır.” Dedi öğrencisi. “Tatlı bir rüya gördüm”.
- “o halde neden böyle üzgünce ağlıyorsun?”
Öğrenci gözyaşlarını silerken sessizce cevapladı;
- “ Çünkü gördüğüm rüya gerçek olamayacak.”
insan böyle ince aşka karşı savunmasız.. film gayet akıcı, oyuncuların bekleyişleri ve davranışlarında bile birbirlerini düşündükleri belli oluyor.. izlenilesi ve hissedilesi bir film...

''Aşk; yeri gelir huzur verir, yeri gelir ızdırap olur. Müzikler süperdi ve içimden geçen, bu film böyle bitmemeliydi. 8.1/10 ''


''Duygulara hitap eden yönetmenin kendine özgü senaryosuz çektiği etkileyici bir yapım, güzel müzikler eşliğinde duygu yüklü çekimler, başarılı kostümler ve aşkı birlikte yaşayamamanın film. Kader onları ne kadar bağlasa bile onlar ayrı kalmak için çabalıyorlar, romantizm dolu harika sahneler eşliğinde etkileyici bir yapım. Herkese hitap etmeyebilir…''


''Arşivimde tek bir film seçme hakkım olsa bu filmi seçerdim dediğim, Kar wai'nin en iyi bulduğum kafadan 10 kere izlediğim, her izlediğimde farklı bir haz aldığım başarılı bir film. Günümüzdeki ikili ilişkilerde eksik olan haysiyet, zerafet, erdem ögelerini insanın ruhuna işliyor. Ele değil kalbe,yüreğe dokunan bir film. Bu nokta da benzer kategorilerdeki filmlerden sıyrılıp bambaşka bir yerde film yer alıyor ...''

''Kapalı bir odanın penceresinden geçmişe bakmak gibi, bu filmin de en hüzünlü tarafı pencerenin ötesini görememek. ''

''Nakış işler gibi film kendini baştan sona izlettirmesini, soundtrackları dinlerken İnsanın kendinden geçmesini sağlayan, bir anda birden fazla duygu içine sokabilen bir film. Daha önce hiç bir romantik filmde rastlamadığım o zerafet, o duruşlar, o masumiyet filmde fazlasıyla mevcut olup 10-15 kere şimdiye kadar izlediğim arşivimde tek bir film seçme hakkım olsa bu filmi seçerim dediğim bir Won kar wai yapımı oluyor kendisi. Kar wai zaten gerer soundtracklarıyla, gerek kendine has çekim teknikleriyle filmi diğer benzer kategorilerdeki yapımlardan farklı hale getirmiş. Kar wai'nin yeri bende farklı olup bu filmin yeri ise apayrıdır. ''

''Erdemli bir düşüncenin,ilkeli bir duruşun imkansız ve sessiz bir aşkın önüne geçtiği derin bir film.Filme duygu ve düşüncelerinizi ortak ederseniz tadını alabilirsiniz aksi takdirde çok yüzeysel gelebilir. ''

''Aşkın kişinin duygularını alt üst ettiği zamanlar vardır. Kişi, bir girdabın derinliklerinde sürüklenir, donuklaşır, soluklaşır; adeta bir silgi gibi ezilir yaşamın içinde. Bu filmde, beni kendi yalnızlığımda asılı bir gölge gibi takip etti.''

 
black-swan.jpg



SİYAH KUĞU

Vizyon tarihi:
25 Şubat 2010
Süre: 1s 43dk
Yönetmen: Darren Aronofsky
Oyuncular: Natalie Portman, Mila Kunis, Vincent Cassel
Tür: Dram, Gerilim
Ülke: ABD
İMDB: 8.4



Özet ve Detaylar


New York’ta yaşayan Nina genç ve yetenekli bir balerindir. Hayatının tamamını kapsayan dans en büyük tutkusu, yaşam amacıdır. Nina, eski bir balerin olan ve kızına sürekli dans konusunda hırs aşılayan annesi ile birlikte kalıyordur. Kuğu Gölü balesini sahneye koyan bale yönetmeni Thomas Leroy, yeni sezonda Beyaz Kuğu'yu canlandıran baş balerini değiştirmeye karar ve ilk terci olarak da Nina'yı görür.

Yönetmen zarif, masum ve saf Beyaz Kuğu ile kötülüğün, şehvetin ve bilinmezliği temsilcisi Siyah Kuğu'yu aynı anda canlandırabilecek bir balerin arıyordur. Nina bunu gerçekleştirebilmek için elinden geleni yapsa da, bu rol için başka bir rakini daha vardır ve o da yönetmen Leroy'u etkilemeyi başarmıştır. Beyaz Kuğu rolünde harikalar yaratan Nina ne kadar çok çalışırsa çalışsın içindeki Siyah Kuğu'yu ortaya çıkaramıyordur. Fakat rakibi Lily Siyah Kuğu performansında Nina'dan çok daha iyidir. İki genç bakerin arasındaki rekabet ilginç bir dostluğa dönüşürken Nina da kendi karanlık tarafıyla yüzleşmeye başlamıştır. Bu yüzleşme her ne kadar onu mahvedebilecek türden bir kayıtsızlığa dönüşse bile...


Beyazperde Eleştrisi


Siyah Kuğu (Black Swan), son ayların tüm dünyada en çok konuşulan birkaç filmi arasında. Natalie Portman'ın performansı, filmin olağanüstü gişe başarısı, Oscar adaylıkları hep gündemde. Görmezden gelemeyeceğimiz bir gerçek de basına özel gösterimlere katılamayan birçok kişinin filmi haftalar önce internete düşen kopyasından izlemiş olduğu. Ben yazımın girişinde, ilk olarak nerede izlemiş olursanız olun, Siyah Kuğu'nun en az bir kez de perdede izlenmeyi hak ettiğini vurgulamak istiyorum.

Yönetmen Darren Aronofsky'nin ruhsal açıdan uçlardaki karakterleri anlatmaya meyilli olduğunu biliyoruz. Siyah Kuğu'da da açıkça şizofreni olarak tanımlayabileceğimiz bir durumu ele alıyor. Ana karakterimiz, New York'un önemli bale topluluklarından birinde dans eden Nina. Çoğu bale topluluğu gibi seyirci çekmekte zorlanan topluluk, artık yaşlanmış olan eski yıldızları yerine yeni bir baş balerin seçmeye karar verir. Nina'nın hep hayalini kurduğu fırsattır bu. Ancak sezonu açacakları Kuğu Gölü Balesi'nde başrolü canlandırabilmek için, naif ve masum Beyaz Kuğu kadar, kötücül Siyah Kuğu'yu da bedenleştirebilmesi gerekmektedir. O güne dek aşırı kontrolcü annesiyle, hala küçük bir kız çocuğu gibi yaşamış olan Nina için kendi içindeki kötücül, yırtıcı ve seksüel tarafları bulup çıkarmak sancılı bir süreç olacaktır.

Filme yönelik kimi itirazların başında, kötücüllüğün cinsellikle eş tutulması geliyor. Nina'nın içindeki yırtıcı tarafı bulup çıkarması, cinsel açıdan da özgürleşmesinden geçiyor çünkü. Bir diğer itiraz da görsel sembollerin hep çok net, hatta çok kaba bir şekilde sunulması. İyi olan her şey beyaz, kötü olan her şey siyah.

Ama bu itirazları yaparken göz önünde bulundurulması gereken birkaç nokta var. Her şeyden önce, karşımızdaki film Kuğu Gölü Balesi'nin izleğini neredeyse birebir takip ediyor. Ve balede sevdiği adamı (buradaki karşılığı, Vincent Cassel tarafından canlandırılan, bale topluluğunun yönetmeni Thomas) kendisinin tam zıttı, cinsel açıdan daha rahat rakibine kaptırmamak için mücadele eder prenses. Ve her şey yine siyahla beyaz kadar sivri semboller üzerine kuruludur.

Ayrıca işin, yani sektörün, başka bir pratik durumu var. Aronofsky hiçbir zaman gişesi iyi bir yönetmen olmadı ve Amerikan bağımsız sinema sektörü, geçmişe göre çok daha zor koşullarda film üretilen bir dönemden geçiyor. Filmlere finansman bulmak kolay değil. Karşılığında zarar etmemek de bir şart. Aronofsky'nin bir sonraki X-Men filmini çekmeyi sırf bu yüzden kabul ettiğine eminim kendi adıma. Karşılığında kendi istediği filmleri yapabilmek için.

Klasik ve popüler sinemanın önemli bir gerekliliği, beğenelim veya beğenmeyelim, anlaşılır olmak. Sinema pratiğinin içinde değilken, salt sinefil ya da entelektüel noktasında dururken buna burun kıvırmak kolay. Ama seyirciye ulaşma kaygısı taşıyan bir film yapıyorsanız, muğlaklık bir lükstür. Herkesin anlayabileceği simgeler ve çatışmalar üstünden gitmeniz gerekir. Christopher Nolan bile, Başlangıç (Inception) filmini yaratırken, seyircinin öyküyü her aşamada en rahat bir şekilde takip edebilmesi uğruna, muhtemelen çok şeyden feragat etmiştir. Siyah Kuğu, zaten bale üstüne bir film olmak gibi, genel seyirciye ulaşmak açısından ciddi bir riskle yola çıkıyor. Klasik gerilim sineması kalıplarını kullanması ve bariz simgeler üstünden yürümesi, bu filmin zayıflığı değil, zekası. Elde ettiği büyük ve beklenmedik gişe başarısı da bunun kanıtı.

beyaz%2Bku%25C4%259Fu.jpg


Evet, Siyah Kuğu bugüne dek görmediğimiz bir şey sunmuyor bize. Ama iki açıdan da etkileyici bir şekilde işliyor. Hem şizofreniyi hem de bir sanatçının eseriyle özdeşleşmek uğruna hangi uçlara gidebileceğini, müthiş bir görsel beceriyle perdeye yansıtıyor. Yönetmen dalında Oscar'a da aday gösterilen Darren Aronofsky ve görüntü yönetmeni dalında adaylık alan Matthew Libatique'in en büyük başarıları, olağanüstü bir dinamizm ve kamera kullanımıyla karşımıza çıkan bale sahnelerinde yatıyor. Yer yer görsel efektlerle desteklenmiş olsalar bile, Natalie Portman'ın en büyük kozu da bu sahnelerdeki fiziksel performansı.

Oyunculuklarıyla da övgüyü hak eden Siyah Kuğu'nun ekibinde, özellikle bahsedilmesi gereken bir isim daha var. Her ne kadar Oscar'a aday gösterilmemiş olsa da Mila Kunis'in doğal oyunculuğunun altını çizmeliyiz. Filmde karşımıza çıkan bu en rahat performans, seyredene Kunis'in fazla çaba göstermediğini veya sadece kendi gibi davrandığını hissettirebilir. Ancak bunun da hesaplı olduğunu es geçmeyelim. Genç aktrisin hayat verdiği Lilly karakteri, hikayede Nina'nın tam olarak anti tezi. Cinsel açıdan özgür, insan ilişkilerinde rahat ve Nina'nın aksine, Siyah Kuğu'yu hiç zorlanmadan oynayabiliyor. Bu durum, Nina'nın kaygılarını da iyice tetikliyor. Kunis'in o doğallığı, kendini hiç zorlamıyormuş gibi gözükmesi, Portman'ın büyük (hatta yer yer abartılı) performansının da zıttı. Yani tam da filmin talep ettiği şey. Bu haliyle Natalie Portman'ın performansını bile yükselttiği söylenebilir.

Tabii ki filmin başarısının asıl kahramanı, tüm bu unsurları akıllıca biraraya getiren Aronofsky. Siyah Kuğu, sadece yılın en önemli sinemasal başarılarından biri değil, aynı zamanda onun da bugüne dek çektiği en güçlü film. Muhakkak "sinemada" izleyin.


Black-Swan.jpg


İzleyici Yorumları

Muhteşem bir film, özellikle Natalie Portman\'ın oyunculuğu olağanüstü.

MUHTEŞEM! Tek kelimeyle bayıldım. Natalie Portman! Yok böyle bi oyunculuk. Oscar'ı sonuna kadar hak etmiş!

En iyi film ve en iyi kadın oyuncu ödüllerini gerçekten hakketmiş bir film..
Kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim..
 
a3891.jpg



GEÇ KALAN SEVGİ


Vizyon Tarihi: 1 Ocak 1987
Yapımı : 1984 - ABD
Tür : Aile, Romantik
Süre: 106 Dak.
Yönetmen : Ulu Grosbard
Oyuncular : Robert De Niro , Meryl Streep , Jesse Bradford , Harvey Keitel , Dianne Wiest
Senaryo : Michael Cristofer
Yapımcı : Michael Kahn , Marvin Worth
İMDB: 8.2


Film Özeti

Manhattan'da geçen bu hikayede, trende tanışan Robert De Niro ve Meryl Streep'in raylar üstündeki romantizmi anlatılıyor. Gün geçtikçe duygular daha da yoğunlaşır ama sorun şu ki, her ikisi de evlidir. Bu yasak ilişki zincirleme bir kazaya mı dönüşecek yoksa tünelin sonunda aşıklar için bir ışık var mı?


falling-in-love-gec-kalan-sevgi-1984-hd-altyazili-ve-turkce-dublaj-izle-345.jpg



Böyle bir senaryo ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Yapaylıktan uzak oluşu, abartıya yer verilmeyişi filmi çok doğal yapmış. İşlenen aşk hikayesi olması gerektiği gibiydi. İçten ve sadeydi. Sonuçta bir tarafta 2 evli çift, diğer tarafta yasak bir aşk ve bununla birlikte karışık duygular, yaşanan gel-gitler filmde çok güzel yansıtılmış. İki efsane oyuncu Meryl Streep ve Robert De Niro’nun da etkisi çok fazla. Mükemmel oyunculuklarıyla filmi daha bir keyifle izledim. Günümüzdeki saçma romantik filmlerden değildi. Bence bu türün en güzel örneklerinden birisi. Resmen aşkı hissederek izliyorsunuz. Eski filmlerin tadı çok başka. Mutlaka tavsiye ederim. Puanım 10/8

2t0qIx9nD4WfgbmWGEP06trBAmF.jpg


İki mükemmel oyuncu ve 1984 yapımı olduğu için tereddüt etmeden izlemeye başladım. Eskilerin her zaman daha iyi olduğunu bir kez daha anladım. Söylenecek bir şey yok aslında. Doğal, içten, samimi bir aşk hikayesi...Nerde şimdi bu tür doğal ve içten filmler...

falling-in-love-gec-kalan-sevgi-1984-hd-altyazili-ve-turkce-dublaj-izle-961.jpg


Geç yaşanan aşk.. bundan dolayı yaşanılan sıkıntılar.. harikaydı!..
 
050953.jpg


DİRİLİŞ


Vizyon tarihi: 22 Ocak 2016
Süre: 2s 36dk
Yönetmen: Alejandro González Iñárritu
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Tom Hardy, Domhnall Gleeson
Tür: Aksiyon, Macera
Ülke: ABD

Filmin Konusu


Hugh Glass kürkleri için hayvanları avlayan bir kuruluş için çalışan deneyimli bir tuzakçıdır. Fakat avlandıkları bölgelerde kendilerinden başka hem yerli Kızılderililer hem de Fransız birlikleri kol gezmektedir. Bir av ertesinde bir boz ayı tarafından ölümcül bir biçimde yaralanan Glass'ı, yavaşlamamak adına ekibi ölüme terk eder. Fakat bölgeyi herkesten iyi bilen avcı Glass hayata tutunur ve yavaş da olsa yaraları iyileşir. Zira yaşama tutunması için oldukça geçerli bir sebebi vardır...

Oscar ödüllü yönetmen Alejandro G. Iñárritu efsanevi Hugh Glass’i Diriliş filmiyle ile beyazperdeye taşıyor. 19. Yüzyıl Amerika sınırında yaşanan destansı hayatta kalma mücadelesini konu alan Diriliş, seyirciyi 1823 Amerika’sının benzersiz güzelliğine, gizemine ve tehlikesine çekiyor. Film, sadece hayatın değil, onurun, adaletin, inancın, yuvanın ve ailenin içgüdüsünü keşfediyor. Michael Punke'ın kaleme aldığı The Revenant: A Novel Of Revenge kitabından beyazperdeye uyarlanan filmin başrolü ise Leonardo DiCaprio.


Beyazperde Eleştirisi

Baştan uyarayım, okuyacağınız kritik yazısı fena halde sürpriz bozan (spoiler) içerir, eğer bu konuda hassassanız yazıyı filmi izledikten sonra okumanızı tavsiye ederim.

Anlaştığımıza göre şimdi gelelim 2000’li yılların en önemli yönetmenlerinden biri saydığım Alejandro González Iñárritu’nun çektiği Diriliş hakkında iki satır laf etmeye… Iñárritu, kendisi gibi Meksikalı bir sinemacı olan Alfonso Cuaron’un çektiği Gravity için edilen “tamamı stüdyoda çekilen bir gözbağcılık, gerçek sinema bu değil” eleştirilerine içerlemiş olacak ki “hadi, buna da laf edin” dercesine bir meydan okumaya girişmiş (mübalağa ediyorum).

Özetimi baştan geçeyim; hakkında yazılan bazı olumsuz eleştirilere ve Leonardo DiCaprio’nun Oscar laneti ile ilişkilendirilmesine rağmen Diriliş taş gibi bir film! Şunun net bir şekilde altını çizelim; Diriliş, Oscar avcısı Leo’nun ya da muhteşem Lubezki’nin filmi değil, halis bir yönetmen sineması örneği olarak son karesine kadar “bir Iñárritu filmi” olmayı hak ediyor. Yönetmen bu mücadeleden tıpkı filmin başkarakteri Hugh Glass gibi sağ salim kurtulmayı da başarıyor.

Diriliş, film ekibinin ve oyuncuların büyük bir fedakârlığa katlanarak gerçek mekânlarda ve zorlu iklim koşullarında çektikleri, Leonardo DiCaprio’nun metod oyunculuğunun üst seviye örneklerinden birini sergileyerek adeta Glass’ın yaşadıklarını yeniden deneyimlediği ve sinema salonundaki rahat koltuğuna kurulmuş seyirciye, “iyi ki bu filmde oynamıyorum” dedirtecek kadar meşakkatli bir proje. Yönetmen, bir kez daha hem eleştirmen hem de seyirci için kıymetli bir yapım ortaya koymayı başarmış ki bence bu kez ortada Birdman’i katlarca aşan bir çaba var. Tamam, itiraf ediyorum, Birdman’i çok sevmemiştim.

Diriliş, yaşama içgüdüsünün ne kadar güçlü ve terk edilemez olduğu fikriyle donanmış, soluk soluğa izlenen bir film. Güçlü bir hikayesi var bunu peliküle aktarırken biçimle hava atmaktan çekinmiyor. Iñárritu, Alfonso Cuaron’un Gravity de yapmayı başardığı şeyi tekrar deniyor ve seyirciyi aksiyona dâhil edebilmek için elinden geleni yapıyor. Açıkça anlaşılıyor ki, “sinema” artık izlediğimiz bir şey olmaktan çıkıp bir tür deneyime dönüşüyor. Cloverfield gibi kimi örnekler bunu bir lunapark eğlencesine çevirirken, Diriliş sinemanın sanat olma halini ihmal etmeyen bir film olmayı başarıyor. “Ayı saldırısı”, “Arikaraların baskını” ve “Fransız kampından at çalma” sekanslarında bu deneyimleme hali o kadar güçlü ki, biz de Glass’la birlikte kaçmaya, kovalamaya, üşümeye ve hayatta kalmaya çalışıyoruz.

Hugh Glass, Amerikan tarihinin ikonik karakterlerinden biri… Haliyle, onun macerası beyazperdede daha önce de karşımıza pek çok kez çıktı ve bir sürü filme ilham verdi. Diriliş’i izledikten sonra yaşadıkları tanıdık gelince hafızamı biraz yokladım ve çocukluğumda VHS’den izlediğim Vahşi Adam (Man in the Wilderness – 1971) filmini hatırladım. Richard Harris’in oynadığı bu tribal western macerası da hikayenin tabanına Hugh Glass’ın yaşadıklarını koyuyordu. Iñárritu, “ayı saldırısı” sekansında bu filmdekine benzer planlar kullanarak bir tür saygı duruşunda bulunmuş.

Hollywood yalan söyler, gerçekleri anlatırken bile… Bu kez de farklı bir şey yok, Hugh Glass’ın orijinal hikâyesine, dramatizasyonu arttırmak adına birkaç ufak ekleme yapılmış. Bu efsanevi “dağ adamı” geçimini kürk avcılığı ve tuzakçılık yaparak sürdürürken, yavruları için avlanan bir boz ayının saldırısına uğruyor (meraklısına not: insanlara saldıran boz ayıların %70’i yavrusu olan dişi ayılar) ve ağır yaralanıyor ama bir şekilde hayatta kalıyor. Öncelikle, bir Pawnee kadını ile evlenip epey süre de Kızılderili rezervasyonlarında yaşamış olan Glass’ın bir oğlu yok, varsa bile bu yolculukta yanında değil... Öldüğünde gömmek için Glass’ın başını bekleyen iki kişiden biri olan John Fitzgerald, Bridger’dan sadece 4 yaş büyük. Olay yaşandığı sırada Bridger 19, Fitzgerald ise 23 yaşında…

Tarihsel gerçeklikte, Fitzgerald kötücül bir karakter değil. Ayı saldırısından önce gerçekleşen Kızılderili baskınında bacağından yaralanan Glass’ın yaşayacağına kimse ihtimal vermiyor. John Fitzgerald, Glass’ın olmayan oğlunu falan öldürmüyor, sadece kendi canının derdinde çünkü yerlilerin av alanlarına dalan ve onların yaşam kaynaklarını sömüren bu beyazlar başlarına ne büyük bir bela aldıklarının farkında… Filmin tabanında da bu “avlanma rekabeti” yoğun olarak işleniyor. Vahşi bir doğada birbirinin yiyeceğine ve toprağına göz dikmiş insanlar… Ayrıca Fitzgerald, Glass’ı öldürmeye kalkmıyor; yanından ayrılırken filmdeki gibi üstüne toprak atıp onu diri diri gömmeye çalışmıyorlar, üzerine bir post örterek kaçıyorlar, kim bilir belki Glass da aynı şeyi yapardı.

Gelelim en can alıcı noktaya… Gerçek hayat filmlerdeki gibi işlemiyor. Hugh Glass intikam almaktan vazgeçiyor, zaten gerçek hayatta yaşadığı şey filmdeki kadar trajik değil, mühim olan hayatta kalmak deyip Bridger’i affediyor, Fitzgerald ise çoktan orduya katılarak izini kaybettirmiş. Glass işine gücüne dönüyor, kürk hayvanları için tuzak kurmaya ve yerlilerin yaşam alanını ve av sahalarını yok eden beyazlardan biri olmaya devam ediyor. Hugh Glass, büyük yaşam mücadelesinden sağ çıktıktan on yıl sonra bir Kızılderili saldırısında öldürülüyor. Dönemin efsanevi dağ adamlarının çoğunun başına gelen de bu…

Filmdeki intikam hikayesinin “oğlu öldürülen ve ölüme terk edilen baba” gibi biraz klişe bir fikre sahip olmasını geçersek ki aslında buna gerek bile yoktu çünkü filmin en değerli kısmı Glass’ın intikam alma değil hayatta kalma mücadelesinin aktarılması bana göre, Diriliş çok güçlü ve yıllar sonra bile değerinden pek bir şey kaybetmeyecek önemli bir sinema eseri. Yönetmeni, oyuncusu ya da görüntü yönetmeni Oscar’la ya da başka bir ödülle takdir edilmese bile bu gerçek değişmeyecek.

O kadar iyi bir film ki seyircinin gözlerinden başka hiçbir ilgiye, ödüle ihtiyacı yok. İyi seyirler.
 
kimlik_filmi_54482.jpg



KİMLİK


Vizyon tarihi:
15 Ağustos 2003
Süre: 1s 27dk
Yönetmen: James Mangold
Oyuncular: John Cusack, Ray Liotta, Amanda Peet
Tür: Gerilim
Ülke ABD


Özet ve Detaylar


Karanlık ve felaket kokan bir gecede ortaya çıkan bir kasırga o sırada farklı dertler peşinde koşan on yabancıyı bir araya getirir. Birbirini daha önce görmemiş olan bu on yabancı çeşitli sebepler nedeniyle bir otele sığınmak zorunda kalır. Bu izbe otelde dışarıdaki dünyayla iletişimini kaybeden bu yolcular kısa bir süre içerisinde çeşitli tuhaf durumlara tanık olmaya başlarlar. Kim olduğunu bilmedikleri bir güç, seri bir şekilde cinayetlere imza atmakta, hayatta kalmak anbean daha da zorlaşmaktadır.

Amerikan bağımsız sinemasının heyecan verici isimlerinden James Mangold tarafından çekilen korku ve gerilim türündeki film başarılı oyuncu kadrosuyla da ilgi çekiyor.

2ec2652fcc6f5c4c162585ad5309d600.jpg


Senaryo incelikle işlenmiş. Amerikan tarzı psikolojik gerilim filmlerinin en iyilerinden biri...
Bu türü sevenlerin mutlaka izlemesi gereken filmlerden...
 
5571.jpg


ŞEYTANIN AVUKATI

Vizyon Tarihi: 30 Ocak 1998
Yapımı : 1997 - ABD , Almanya
Tür : Dram , Gerilim , Gizem
Süre: 144 Dak.
Yönetmen : Taylor Hackford
Oyuncular : Al Pacino , Keanu Reeves , Charlize Theron , Connie Nielsen , Delroy Lindo
Senaryo : Tony Gilroy , Jonathan Lemkin , Andrew Neiderman
Yapımcı : Erwin Stoff , Anne Kopelson

Film Özeti

Haklı ya da haksız gözetmeksizin kazandığı davalarla dikkat çeken Kevın Lomax (Keanu Reeves) kendisine gelen büyük teklifi reddedemez ve Florida'dan New York'a taşınır. Yeni şirketinin patronu ise, John Milton (Al Pacino) adında çok zengin ve hırslı bir adamdır. Başlangıçta her şey güzel görünmektedir, davalar kazanılmaktadır, ama Kevin'in özel hayatı yavaş yavaş kararmaya, eşi Mary Ann (Charlize Theron) ile arası bozulmaya başlar. Bütün bunlarda John Milton'ın kelimelerle açıklanamayan bir etkisi vardır.


Filmi izleyenlerin Yorumları


''Kibir, benim en gözde günahımdır.'' Al Pacino'nun oyunculuk performansını en çok beğendiğim bu filmdir. Açık ara hemde. Role öyle bürünmüş ki bu adam gerçekten şeytan ve bizi, insanoğlunu izlerken etkisi altına alıp kandırmayı başarabiliyor. Şeytan ın Kibir benim en gözde günahımdır sözü biz müslümanların düşünce yapısıyla da uyuşmaktadır. Çünkü yaratıcımızın en sevmediği günah kibirdir. ''Sana Tanrı hakkında bir iki sır vereyim.Tanrı, seyretmeyi sever.O bir oyunbazdır. Bir düşünsene.İnsana içgüdüler verir. Sana bu olağanüstü hediyeyi verir,sonra ne yapar dersin? Yemin ederim, sırf kendi eğlencesi için, kendi özel kozmik komedi filmi için tam zıttı kurallar koyar. Bak ama dokunma, Dokun ama tadına bakma, Tat ama yutma, Ve sen sekip dururken o ne yapar ? Hasta kahrolası kıçıyla güler. Cimrinin tekidir. Sadisttir. Görevi başında bulunmayan bir derebeyidir. Ona tapmak mı ? Asla !!! '' Al Pacino Şeytana öyle bir bürünmüş ki Tanrı hakkındaki çıkarımda bulunduğu sahnelerde ona inanmamak elde değil. Şeytanın kendisi olmuş resmen. Al Pacinonun o ses tonu vucut dilini tekrar tekrar görmek adına kaçıncı defa izlediğim bir film bilmiyorum. Filmi izledikten sonra çok fazla şeyi sorgulayıp düşüneceksiniz. Kafanızda yüzlerce soru işareti oluşacak ölene dek bununla yaşayacaksınız.

İşte bu film o derece etkili bir filmdir. Öyle bir filmdir Ki üniversite de Akademisyenlerin öğrencilerine önerebileceği bir öneme sahiptir. Üniversitedeyken Matrıx, Kor ve bu filmi hocalarımdan öneri olarak almıştım. ''Asla! Cennette hizmet etmektense, cehennemde hüküm sürmek daha iyidir. Neden olmasın? Herşey başladığından beri burada, yeryüzünde her işe burnumu sokuyorum! İnsanoğluna bahşedilen her duyguyu onda yeşerttim! İstediklerini ona sağladım ve onu asla yargılamadım! Neden? Çünkü onu asla reddetmedim. Bütün kusurlarına karşın! Ben insanoğlunun taraftarıyım! Ben hümanistim. Belki de son hümanist. (John Milton) '' Şeytanın yaptığı insanın içgüdüleri, istekleri ve arzularını bize sunmaktır. Zaten filmde de diyor ''Ben sahneyi hazırlarım siz kendi ipinizi çekersiniz.'' Film hem replikleri hem kurgusu hem senaryosu hem de oyunculuklarıyla muhteşem ötesi bir kaliteye sahip ve Finali anlamında mükemmel bir Son vuruş yapan bir BAŞYAPIT tır. ''Kendine bu kadar güvenme evlat. ne kadar iyi olursan ol, asla dikkatleri üstüne çekme. bu en büyük hatan olur. her zaman küçük görünmek zorundasın. sessiz ol, küçük adam ol. aptalı oyna, istenmeyeni. saf görünen zeki ol. Mona Lisa'nın eteğindeki el benim, ben bir sürprizim evlat, geldiğimi asla görmezler, sende eksik olan bu!'' 10/ 9.0


245272_o87c3.jpg
 
sabrina_1.jpg



SABRİNA

Yapımı : 1954 - ABD
Süre: 113 Dak.
Yönetmen: Billy Wilder
Oyuncular: Humphrey Bogart, Audrey Hepburn, William Holden
Tür: Komedi, Romantik
Ülke: ABD

Film Özeti

Samuel Taylor'un oyunundan uyarlanan bu romantik komedide, unutulmaz Audrey Hepburn, Sabrina'ya hayat veriyor. New York'un ve aslında Amerika'nın en zengin ailelerinden Larabee'lerin şöforü Fairchild'ın (John Williams) kızı olan Sabrina, küçük yaştan itibaren savurgan davetlerin gizli şahidi olarak büyümüş ve kendisine sanki hiç yaşamıyormuş gibi davranan ailenin uçarı sosyete çapkını küçük oğlu David'e (William Holden) platonik bir aşkla bağlanmıştır.
Sabrina 20 yaşına geldiğinde babası tarafından Paris'e gönderilir. Böylece hem David saplantısından kurtulacak, hem de dünyanın en ünlü aşçı okulundan mezun olacaktır. İki yıl sonra geri döndüğünde Sabrina, yaşamı ve zevklerini öğrenmiş, çekici ve 'modaya uygun' bir hanımefendi olmuştur. Sabrina'nın karşıkonulmaz zerafeti ve büyülü havası, üç kez evlenip boşanmış olan 'kadın avcısı' David'i bir kaç dakika içerisinde fetheder.

Oysa David'in babası ve ailenin sayısız şirketini yöneten işkolik ağabeyi Linus (Humphrey Bogart) yeni iş planları ve bir şirket evliliği için David'i büyük şirketlerden birinin varisi olan Elizabeth'le (Martha Hyer) nişanlanmışlardır. Bu yüzden David'in Sabrina'yla ilişkisi onlar için kabul edilmez bir durumdur. Linus, olayı çözmek için kendisi işe koyulur. David'i geçici olarak 'devre dışı' bırakır ve Sabrina'nın dikkatini dağıtmak için onu gezdirir ve flört eder. Tabii ki genç kadının cazibesi ve pırıltısı karşısında dikkati dağılacak olan kendisidir.


sabrina1.jpg
 
17035_1.jpg


BÜYÜLÜ ÇİFT


Vizyon tarihi:
22 Şubat 2002
Süre: 2s 4dk
Yönetmen: James Mangold
Oyuncular: Hugh Jackman, Meg Ryan, Liev Schreiber
Tür: Romantik, Fantastik, Komedi
Ülke: ABD

Özet ve Detaylar

Kate ve Leopold yaşadıkları yüzyıllar arasındaki farklara rağmen birbirlerine çok yakışan iki insanlardır. Kadın 21. yüzyılın iş kadını prototipini başarıyla temsil ederken Leopold, 19. yüzyılın tipik düklerinden bir tanesidir. Kate'in erkek arkadaşı olan Stuart ise Leopold'ün soyundan gelmektedir. Bir tablo sayesinde zamanda yolculuk etmeyi başaran Leopold, kendisini Kate'in karşısında bulacaktır.


img_585c36af80117_1482438319.jpg
 
dans+la+maison+frontsmall.jpg



BAŞKA BİR EVDE

Vizyon tarihi: 24 Mayıs 2013
Süre:1s 45dk
Yönetmen: François Ozon
Oyuncular: Fabrice Luchini, Ernst Umhauer, Kristin Scott Thomas
Tür: Gerilim
Ülke: Fransa


2012 San Sebastian En İyi Film,
En İyi Senaryo 2012
Toronto Fipresci Ödülü



Filmin Konusu

Arka sıradaki öğrenci göze çarpar; farklıdır, parlak bir zekâya sahiptir ama uyumsuzdur. Henüz 16 yaşındaki Claude´da fazlası da vardır. Claude, kompozisyon ödevi için aradığı esin perisini sınıf arkadaşının evinde bulur ve yazma yeteneğiyle birlikte keşfettiği keskin gözlemciliği röntgencilik boyutuna ulaşır. Sıra dışı öğrencisinin yeteneğinden etkilenen Germain ise öğretmenin keyfini yeniden keşfeder. Ne var ki, özel hayatın ihlaliyle başlayan olaylar çığırından çıkar. Claude kontrolünü ufak ufak yitirirken, gerçek ile kurmaca ayırt edilemez hale gelir.


6.png
 
Aska-Davet-1287518889.jpg



AŞK'A DAVET

Vizyon Tarihi: 31 Aralık 2004
Yapımı : 2004 - ABD
Tür : Dram , Komedi , Romantik
Süre: 106 Dak.
Yönetmen : Peter Chelsom
Oyuncular : Jennifer Lopez , Richard Gere , Susan Sarandon , Stanley Tucci , Richard Jenkins
Senaryo : Audrey Wells , Masayuki Suo
Yapımcı : Simon Fields

Film Özeti


Bir emlak avukatı olan John Clark, işinde ve ailesinde oldukça huzurlu bir yaşam sürmektedir. Ancak hayatında birşeylerin eksik olduğunu düşünür.

Her gün eve giderken, bir dans merkezinin penceresinin önünde aynı kızı görmeye başlar. Bu kızla tanışmak umuduyla dans derslerine başlayan John, ilk başlarda işlerin kötü gitmesiyle bir hata yaptığını düşünür. Paulina, John'a dans konusunu ciddiye almasını ve onunla çıkmayı düşünmediğini söyler.

Dersler devam ettikçe John, danstan keyif almaya başlar. Chicago'daki en büyük dans yarışması için çalışmalara başlayan John, bunu tüm ailesinden ve çalışma arkadaşlarından gizler.

Paulina'yla ilişkisi ilerleyen John, vaktini sürekli evden uzakta geçirmeye başlayınca karısı da bu durumdan şüphelenmeye başlar.


18413607.jpg
 
lion-izle-aslan-turkce-altyazili-izle-208.jpg


SEVGİ

Vizyon Tarihi: 3 Şubat 2017
Yapımı : 2016 - Avustralya , İngiltere , ABD
Tür : Dram
Süre: 118 Dak.
Yönetmen : Garth Davis
Oyuncular : Dev Patel , Rooney Mara , Nicole Kidman , David Wenham , Priyanka Bose
Senaryo : Luke Davies


Film Özeti

5 yaşındaki Saroo, Hindistan kırsal kesimindeki bir köyde ailesiyle birlikte fakir ancak mutlu bir hayat yaşamaktadır. Ancak ağabeyinin gelmesini beklediği tren istasyonunda yaşadığı kötü tesadüfler sonunda evinden kilometrelerce uzaktaki, başka bir dilin konuşulduğu Kalküta'da kendini yapayalnız bulur. Burada sokaklarda zor bir hayat yaşadıktan sonra önce yetimhaneye alınır, sonra da Avustralyalı Brierley ailesi tarafından evlat edinilir. Tazmanya'da yaşayan yeni ve zengin ailesiyle rahat bir gençlik dönemi geçiren Saroo, aradan 25 yıl geçtikten sonra kaybettiği ailesini bulma isteğiyle Hindistan'a geri döner.

Saroo Brierley'nin gerçek öyküsünden uyarlanan film, 6 dalda Oscar adaylığı kazandı.


lion_sunnypawar01-715x403.jpg



BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ

Sebepsiz korku, zenofobi, ve ırkçılık yüzünden masum insanlara ve yardıma ihtiyacı olan mültecilere kapılarını kapamış olan ABD’nin vatandaşı olmaktan utandığım şu günlerde, sevginin sınır ve kültür farklılığı tanımadığını kolaycı melodrama kaymayarak içten bir duygusallıkla aktaran Lion ilaç gibi geldi vallahi. Hindistan’da yanlış trene bindiği için kaybolduktan sonra ailesini bir daha bulamayan sekiz yaşındaki Saroo (Sunny Pawar) evsiz kalınca yardımsever Avustralyalı çift Sue (Nicole Kidman) ve John Brierley (David Wenham) tarafından evlat edinmeseydi, bu çift Saroo sırf Hintli ve kahverengi derili olduğu için ona evlerini açmasalardı bu çocuğa ne olacaktı? Şu günlerde bu sorunun cevaplarını global bir alanda arıyoruz, ve bu yüzden Lion gibi filmler önemli. Avustralya’lı televizyon yönetmeni Garth Davis’in ilk uzun metraj eforunu temsil eden, olağanüstü gerçek bir hikayeden uyarlanmış olan Lion, sanki iki ayrı, fakat eşit oranda etkileyici filmi peş peşe izliyormuşuz izlenimini veriyor. Filmin ilk yarısı, genel sinema seyircisinin Selam Bombay veya Slumdog Millionaire gibi yapımlardan tanıyacağı, Hintli evsiz çocukların zor yaşamlarını betimleyen bir drama oluşturuyor. Lion’ın pazarlaması, tabi ki Nicole Kidman ve Dev Patel gibi yıldızlara odaklanıyor, fakat ilk yarı boyunca bu isimleri görmektense çocuk Saroo’nun hikayesini Hindistan’ın muazzam doğal manzaralarından tamamen avantajlanan bir sinematografi ve ünlü olmayan küçük oyuncuların doğal performanslarından haz alan bir biçimde izliyoruz.

Davis, sırf Kidman ve Patel’e daha erken gelelim diye zaman içinde ileri geri zıplayan bir hikaye yaklaşımını tercih edebilirdi. Fakat sürenin neredeyse ilk bir saatini tamamen lineer bir biçimde anlatması yerinde bir seçim olmuş. Bu şekilde aralarında çocuk fahişe satıcıları da olmak üzere binbir türlü tehlikeden kaçan Saroo’nun yanlızlık ve korku dolu hikayesini tamamiyle sübjektif bir biçimde yaşayabiliyoruz, ve bu yaklaşım karaktere olan empatimizi güçlendiriyor. Bu sahneler sırasında Davis, Saroo’nun kocaman kalabalıklar arasında yanlız olduğunu gösterdiği uzun kadrajlarla Hindistan’daki ve bir bakıma dünyadaki milyonlarca evsiz çocuğun ne kadar umursanılmadığını sinemanın görsel dili ile ustalıkla aktarıyor.

Neyse ki Sue ve John, Saroo’yu evlat ediniyor ve Lion’ın ikinci yarısı, yirmi yıl sonra yetişkin yaşına gelmiş Saroo’nun (Dev Patel) Hindistan’daki ailesini bulmak için elinden geleni yapmasına odaklanıyor. İlk başta Saroo, Sue ve John’u ebeveynleri olarak kabul etmiş, eski hayatıyla pek ilgilenmeyen biri gibi görünüyor, fakat gittiği otelcilik okulunda tanıştığı Hintli öğrencilerle arkadaş olmaya başlayınca biyolojik ailesi hakkındaki anıları geri gelmeye başlıyor. Saroo’nun bir Hint tatlısı aracılığıyla anılarını canlandırdığı sahne, sinemada en basit görsel anlatımın bile ne kadar duygusal bir biçimde etkileyici olabileceğini bir kere daha kanıtlıyor.

Bu noktadan sonra Saroo, interneti kullanarak (Filmde çaktırmadan bir Google Earth reklamı da var gibi, ama gerçek Saroo’nun da aynı programı kullandığını akılda tutarsak yapımcıları bu seferlik affedebiliriz) ailesinin yaşadığı kasabayı bulmaya çalışır. Luke Davies’in yazdığı senaryo, ikinci yarıda Saroo’nun ailesini bulmak için edindiği teknik yaklaşıma odaklanan kuru bir prosedürel yaratabilirdi, fakat bunun yerine Saroo’nun Avustralya’lı ailesini yoksaymaya başlaması yüzünden çektiği iç çatışmaya odaklanarak ‘gerçek aile’ kavramının ne olduğunu karakter bazlı bir biçimde inceliyor. Nicole Kidman’ın neden halen dünyanın en yetenekli aktrislerinden biri olduğunu tekrar gösteren bir monolog sırasında Sue, Saroo’ya kendi bakış açısıyla sevginin ve ailenin ne anlama geldiğini anlatıyor. Hayata kapalı sınırlar ve korku tolu bir tribalizm ile bakan insanlara bu sahneyi göstermek lazım.

Lion, ritm ve hikaye yapısı bakımından mükemmel değil, ve bir ilk uzun metraj yönetmeninden beklenen bazı hataları gösteriyor. Hikayenin ikinci yarısında oluşan bazı alt-konular ya gereksiz, ya da tatmin edici bir biçimde bitirilmiyor. Saroo’nun psikolojik problemlerden yakınan uyuşturucu bağımlısı kardeşi ile olan ilişkisi buna örnek olarak verilebilir. Rooney Mara’nın canlandırdığı bir kız arkadaş ise Saroo’nun araştırmalarına devam etmesi için motivasyon sağlıyor, fakat bir karakter olarak hikayeye pek bir şey kalmıyor. Buna rağmen duygusal bir biçimde tatmin eden bir final sunan Lion kesinlikle izlenmesi gereken bir film.


lion-2016-hd-film-izle.jpg



Muhteşem ötesi bir film. Kesinlikle sinemaseverler izlemeli. İşte oyunculuk, İşte sinema keyfi :) Gerçek yaşam hikayesinden yola çıkılarak çevrilmiş bu film aldığı tüm Oscarları sonuna kadar hakkediyor...
 
Detachment-UK-Poster.jpg


KOPMA

Yapım: 2011 | USA
Yönetmen: Tony Kaye
Oyuncular: Adrien Brody, Christina Hendricks, Marcia Gay
Tür: Dram, Psikolojik

Filmin Konusu


Öğrencileri ile birebir ilişki kurabilen, oldukça yetenekli bir eğitimci olan Henry Barthes (Adrien Brody) bu mesleği arka plana alıp geçici olarak öğretmenlik yapmaktadır. Şimdiye dek hiç bir okulda arkadaşları ve öğrencileri ile duygusal bir bağ kuracak kadar kalmamıştır. Son gönderilmiş olduğu devlet okulunda ise öğrencileri hatta okulun yöneticisine kadar insanlar içine kapanık yaşantıları sürdürmektedir. Bir öğrencinin sokakta yaşamasına göz yumamamış olan bu değerli öğretmen onun evine dönebilmesi için elinden gelen bütün çabayı sarf edecektir. Hayatta hala sevgiyi hakeden insanlar bulunmaktadır.

l-detachment-95b21b31.jpg



İzleyici Yorumları

Albert Camus'nün ''Ve hayatımda aynı anda hiç böylesine kendimden kopmuş ve bir o kadar da kendimde hissetmemiştim.'' sözüyle açılışı yaparak beni ilk dakikada ekrana kilitleyen filmin başrolünde Adrien Brody yer alıyor.Yönetmen koltuğunda ise Tony Kaye oturuyor.Evet, şu meşhur ''American History X''in yönetmeni kendisi ve yine American History X kadar çarpıcı, sarsıcı, tokat etkisi yaratan bir filmle karşımızda.

Henry Barthes (Adrien Brody), sorunlu çocukların olduğu bir okulda geçici olarak çalışacak olan bir öğretmen.Görmeye aşina olduğumuz sıradan okul hikayelerini, öğretmen-öğrenci ilişkilerini, sorunlu öğrencilerinin mucizevi bir şekilde doğru yolu bulmalarını sağlayan öğretmen tablosu gibi klişe sahneleri aklınızdan silin.Bu film bir şeylerin yolunda gideceğini müjdeleyip, umut aşılamaktan çok daha ötesini yapıyor, gerçeğin kendisiyle yüzleştirip, sorgulamamızı sağlıyor.

Eğitim sistemini, ebeveynlerin tutumlarını, kendi hayatımızı, belki de genelgeçer olarak kabullendiğimiz doğru yanlışlarımızı sorgulayacağımız bir film.Felsefe ile edebiyat arasında gidip gelen Tezer Özlü, Albert Camus, Ferit Edgü gibi yazarları okuyormuş hissine kapılacaksınız.

detachment2.jpg



Esas karakterimiz Henry'ye gelirsek...Ekstra sorunlu öğrencilerine olan yaklaşımı eğitim fakültelerinde ders olarak okutulmalı.''İdealist bir öğretmen'' demek yetersiz kalacaktır belki de onu tanımlamak için.Filmi izledikten sonra ''Dersimi anlatır giderim''ci öğretmenleri 'öğretmen' diye isimlendiriyorsak Henry gibi öğretmenlere ne diyelim diye düşüneceksiniz muhtemelen.Benim bu tarz öğretmenler için kullandığım tabir ''Eğitimci'' oluyor.Onların sıradan öğretmenlerden farkları, sadece mesai saatlerinde değil 7 gün 24 saat öğretmen olabilmeleri.

Film sadece okul-öğretmen-öğrenci üçlüsünden ibaret değil.Parça parça da olsa Henry'nin çocukluğuna uzanıyoruz.Büyük bir travma yaşayan Henry'nin çocukluğuyla birlikte filmin psikolojik boyutu gün yüzüne çıkıyor.Okulda düzenlenen aileler gecesine hiçbir velinin katılmaması üzerine Henry'nin sarf ettiği şu sözler, onun aile hayatını, çocukluğunu da özetliyor: ''Aslında kendimi evimdeymiş gibi hissettim.Bir tane bile veli yoktu.''

sami+gayle.jpg



Bu film çok yetenekli olduğunu düşündüğüm bir oyuncu keşfetmemi sağladı: Sami Gayle.Henry ile olan ilişkileri Leon - Mathilda ilişkisini anımsattı bana.Film çekilirken henüz 15 yaşında olmasına rağmen, profesyonel oyuncuları kıskandıracak bir performans sergilemiş.Adını bir kenara not ettim.Eminim çok önemli işlerde çıkacak karşımıza ilerde.


Efendim uzun lafın kısası herkesin izlemesi gereken bir film.Çünkü hepimiz ya öğrenciyiz,ya öğretmeniz,ya öğretmen adayıyız ya da birer veliyiz. Uzaktan yakından herkesi ilgilendiren didaktik denebilecek bir film.Kaçırmayın derim.

İyi seyirler.


Sonuç olarak, film ve yarattığı pesimist (Kötümserlik) ve depresif havasıyla mutlaka izlenmesi gerekenler listesine girmeyi hak ediyor. Gittiği hemen her festivalde ödülleri toplayan filmi izlemeden önce iki kere düşünün. Sizi mutlu edecek, yüzünüzü gülümsetecek, karnınızda kelebekler uçuşturacak (öyle filmler var mı ya gerçekten) bir film arıyorsanız Detachment’tan uzak durun. Sizi rahatsız edecek, içinizi burkacak, geleceğe karşı büyük bir ümitsizliğe düşürecek bir film izlemeyi göze alabiliyorsanız (ya da hayalperest biri değilseniz) da bir gün bile geciktirmeden Detachment’ı bulup izleyin...


detachment-101-500x290.jpg



Benim yorumuma gelince ben, her zamanki gibi çok film izliyorum fakat yazma fırsatım olmuyor bir türlü ama bu sefer yazmak zorunda hissettim kendimi ve bu kadar geç izlemiş olduğum için hayıflanıyorum ve tabii hala izlemeyenlere tavsiyem kaçırılmaması gereken bir başyapıt özellikle veliler ve öğretmenler için; ' detachment' ...
 
sinemayolu-cildiris-1.jpg


ÇILDIRIŞ

Vizyon Tarihi: 5 Ağustos 2005
Yapımı : 2005 - Almanya , ABD
Tür : Bilim Kurgu , Dram , Gizem
Süre: 103 Dak.
Yönetmen : John Maybury
Oyuncular : Keira Knightley , Adrien Brody , Daniel Craig , Angel Coulby , Kris Kristofferson
Senaryo : Marc Rocco , Tom Bleecker
Yapımcı : George Clooney , Steven Soderbergh


Film Özeti

Jack Starks, Körfez Savaşı sırasından başından ağır yaralanmasına rağmen hayatta kalabilmiş eski bir askerdir. İyileşmesine rağmen sürekli hafıza problemleri yaşayan Jack, hiç akrabası da olmadığı için bu krizleri daha da ağır geçirmektedir. Son çare olarak doğduğu kasabaya, Vermont’a geri dönmeye karar verir.

Otostopla yoluna devam eden Jack, arabası bozulmuş sarhoş bir kadına yardım eder. Kadının 8 yaşında bir kızı vardır. Kanada sınırını geçmek üzere yol alan bir adam tarafından arabaya alınırlar ve biraz ileride polis kontrolü ile karşılaşırlar.

Jack’in gelgitlerle dolu hafızasındaki son görüntüler bunlardır. Kendine geldiğinde bir akıl hastanesine hapsedildiğini fark eden genç adam, bir polis memurunu öldürmekle suçlanmaktadır. Olayla ilgili hiçbir şey hatırlamayan Jack, kendisine deneysel ilaçlar verip işi daha da çıkılmaz hale getiren Dr. Becker’ın hastasıdır.

Düşle gerçek arasında gidip gelen adam, Jackie adında bir kızla tanıştığını hatta bir geceyi onun evinde geçirdiğini hatırlar. Kurtuluşu bu genç kadının ellerinde midir, yoksa düşlerindeki gibi dört gün sonra ölecek midir?


1200_jacket-672x372.jpg


İzleyenlerin Yorumları

“Bazen, sadece söyleyebildiğimiz şeyler arasında yaşadığımızı düşünüyorum. Başkasına olmadı, bana oldu. Bazen garipliklerin üstesinden gelmek için yaşarız. Ben deli değilim öyle olduğumu düşünseler bile. Ben de herkesle aynı dünyada yaşıyorum. Sadece sende olan şeyin daha fazlasını görüyorum. Yarın cesedimi bulacaklar.Eğer inanmıyorsan kontrol edebilirsin. Ölümümden sonraki hayatı gördüm ve sana söylüyorum; çünkü bu, kendine ve kızına daha iyi bir hayat sağlamanın tek yolu. Jean, bir gün sigara içerken uyuyakalacaksın ve yanarak öleceksin. Kızın büyüdü ve senin şu anda sürdüğün hayatın aynısının acısıyla yaşıyor. Ve seni çok özlüyor.Hayat bazen gerçekte bir ölüm haberiyle başlar.Bu her şeyi bitirebilir; olmasını çok az istediğinde bile. Hayatta asıl önemli olan hala yaşıyorken, asla geç olmadığına inanmaktır. İnan bana Jean, durum ne kadar kötü görünürse görünsün uyanıkken, uyurken olduğundan daha iyi görünür. Ölünce, olmasını istediğin tek bir şey var. Geri dönmek.” (Starks)

Filmin en güzel repliği ve en akılda kalan sahnelerinden biri olduğu nitekim ortada. Hayatta asıl önemli olan; hala yaşıyorken, asla geç olmadığına inanmaktır. Buna dayanarak filmde bize hayatın ne kadar değerli olduğunu ve bu değeri gerçekten hak ederek kullanılması yolunda öğütler vermekte diye düşünüyorum. Filmin baş rol oyuncusu Adrien Brody için söylenecek laf bulamıyorum. Kendisini izleyen tanır diye düşünüyorum. Benim gibi filmi izlemekte geç kalmışlara öneri filmi olduğunun kanısındayım. İyi seyirler... Puanım: 9.0/10

Filmden benim anladığım: "Paralel Evren" temalı bir film. Oldukça keyif alarak izledim filmi, şu söz de aklıma kazındı : "Yaşamdaki asıl önemli şey, hayat devam ederken ölümün, asla uzakta olmadığına inanmaktır"

Değişik bir konu ve akıcı bir anlatım..Bilim Kurgu olarak gerçekten çok beğendim..Bilim Kurgu diye illa alelade macera beklememek lazım..Böyle konusu olan Bilim Kurgu filmlerini de ayrı seviyorum..Şimdiye kadar izlemediğim içinde ayrıca üzüldüm..Çok güzeldi film..Adrien Brody 'nin oyunculuğuna hayrandım bir kez daha hayran kaldım.. 8/10

İzlediğim en sıra dışı filmlerden birisi oldu. Oyunculuklar harikaydı. Zamanda meydana gelen kırılmalarla kader olgusuna odaklanılmış. Gerçekten sonunu merakla bekliyorsunuz. Kesinlikle kaçırılmaması gereken bir film. Puanım 10/9

İlginç bir psikoloji filmi olduğu doğru ama filmde çok fazla açık olduğu da bir gerçek. Film izlenmeli ama nedeni güzelliğinden değil ilginç ve eşine zor rastlanır bir yapıt olduğundan.özellikle gizem sevenler mutlaka izlemeli..10/9



Çok ilginç ve bir o kadar insanı içine çeken bir senaryo. Oyuncuların performansları da göz alıcı..
 
7680169940.jpg



CESARETİN VAR MI AŞKA?

Vizyon tarhi: 26 Mart 2004
Süre: 1s 33dk
Yönetmen: Yann Samuell
Oyuncular: Guillaume Canet, Marion Cotillard, Julia Faure
Tür: Romantik Komedi
Ülke: Fransa, Belçika

Filmin Konusu

Birbirlerinin en iyi arkadaşları olan Julien ve Sophie, çocukken başladıkları tuhaf oyunu, yetişkinlik dönemlerinde de sürdürürler. Korkusuzluk içeren bir tür yarışmadır bu oyun. Cüretkar hünerlerini ortaya koyarak birbirlerini yenmeye çalışırlar. Sophie’nin Polonya kökenli olduğu için ırk ayrımı yapan çocuklarca tacizi ve Julien’in hasta annesi ve sorunlu babası nedeni ile yaşadıkları, her ikisini birbirlerine daha da fazla yakınlaştırır. Bu oyun aracılığı ile sık sık birbirlerinin acılarını dindirmek için çaba sarf ederler. Ancak bir açıdan bu oyun, onların birbirleri için yaratılmış olma ihtimalleri gerçeğini savuşturuyor da olabilir.


tumblr_na9fmz7OMg1s83ae6o1_500.jpg



1447052180.jpg



1447052212.jpg



Filmi eğer beklenti içine girmeden, kendi akışında zevk almaya bakarsanız gerçekten büyük keyif alacağınız bir film..
 
Ya%C5%9Fam%C4%B1n-K%C4%B1y%C4%B1s%C4%B1nda-Manchester-by-the-Sea-afi%C5%9F-1.jpg



YAŞAMIN KIYISINDA


Oyuncular: Casey Affleck , Michelle Williams , Lucas Hedges , Gretchen Mol , Kyle Chandler , Kara Hayward
Yapımcı : Matt Damon , Laurence Beck
Filmin Türü : Dram
Senaryo : Kenneth Lonergan
Müzik : Lesley Barber
Yapım Yılı : 2016
Ülke : ABD

Filmin Konusu

Yalnız ve asabi biri olan Lee , bir gün abisinin öldüğü haberini alır. Bu haber üzerine doğup büyüdüğü kasabaya dönen Lee, abisinin tüm varlığını kendisine bıraktığını öğrenir, buna yeğeninin velayeti de dâhildir. Böyle bir sorumluluğun altına girmek istemeyen Lee’nin hayatı eski karısının da denkleme dâhil olmasıyla işin içinden çıkılmaz bir hâl alacaktır. Lee kafasında endişeler ve soru işaretleri ile yola koyulur ama hastanede onu bekleyen haber hiç de iç açıcı değildir.

Kenneth Lonergan’ın yazıp yönettiği, başrollerinde Casey Affleck ve Michelle Williams’ın yer aldığı Manchester by the Sea, ölüm ve geçmişin iç içe geçtiği bir dram öyküsü anlatıyor.


Beyazperde Eleştirisi

“Gerçek bir başyapıt”

En baştan yazıyorum; benim için yılın en iyi filmi Manchester by the Sea... Bu filme hayranlığım hiç bitmeyecek. Müthiş bir sinema yapma tarifi, parayla pulla değil kalple akılla yapılan bir film. OFCS ödüllerinin seçimlerini yaparken eleştirmenden ziyade seyirci gibi davrandığım ve bu filmi (belki de Lee ve Patrick’i) kolladığımı itiraf ediyorum.

Cem Yılmaz filmlerinde hep rastladığım şeydir; kurban karakterler kadın değil erkektir. Acıklı, şaşkın, sevilmeyi anlaşılmayı bekleyen kocaman çocuklar yazar-oynar Cem Yılmaz ve filmlerinde kötücül kadın karakterler yaratır. Her Şey Çok Güzel Olacak’ta Ayla (Ceyda Düvenci), Hokkabaz’da Fatma (Özlem Tekin). Onlar bir erkeğin canını yakmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan zalimlerdir.

Film eleştirisine geçmeden önce, sürprizbozan (spoiler) endişesi taşımadan yazdığımı bilmenizi izlerim. Filmi izlemeden önce okumanız tadınızı kaçırabilir, uyarmış olayım.

Bu kadar feminist bir bakış açısına hiç gerek yok ancak Kenneth Lonergan’ın yazdığı Manchester by the Sea hikayesinde de aynı şeyi sezdim. Film yaş farkı olan iki erkek akraba üzerinden ilerliyor. Lee’nin (Casey Affleck) trajedisi filmin motoru oluyor ama ikisi de kendi dramlarını yaşıyor ve felaketlerinin olay ufkunda kadınlar var. Lee’nin karısı ve Patrick’in (lucas Hedges) annesi…

Daha ilk 10 dakikada Lee’nin kadınlarla olan sorunlu ilişkisine şahit oluyoruz, bu sekanslarda Kenneth Lonergan’ın kaleminden kan damlamış. Küvetini tamir ettirmek isteyen kadına yüklediği karakter bizi film boyunca izleyeceğimiz şeye hazırlıyor ama ötesi de var. Lee film boyunca kendisini suçluyor, aslında bu iç hesaplaşması onu tamamen kurutarak tamamlanmış ama ağabeyi Joe’nun (Kyle Chandler) ölümü ve yeğenine babalık yapmak zorunda olması nedeniyle yaşadığı travma tetikleniyor. Lee film boyunca yargılamayan-sorgulamayan bir tür bitkisel hayat yaşıyor ancak K. Lonergan seyirciye kızması gerektiği kişiyi gösteriyor, bunu bir tür manipülasyon olarak da algılamak mümkün ancak Lee’nin Joe ve Patrick ile balık avından döndüğü sekansta ve yaşanan trajedinin ardından gerçekleşen sorgudaki beyanı seyircide bir yargı oluşturmaya yetiyor.

Randi (Michelle Williams) hastalığını bahane ederek çocuklarıyla ilgilenmeyen bir anne ve evdeki yangının çıkma sebebi onun sinüslerini kurutmamak adına yakılan şömine. Burada bir kadın düşmanlığı sezmek yerine modern aile kurumunun (ilgisiz ebeveynler) sorgulandığını da düşünebiliriz elbette. Evli ve çocuklu Lee’nin hala evin bodrum katında erkek arkadaşlarıyla takılarak, bekar partileri düzenlemesi, sigara sarıp içmeleri, alkole olan düşkünlüğü vs. ama Patrick’in çatlak annesini ve kız arkadaşlarını ne yapacağız? Enstrüman çalabilen genç erkekler arasında berbat sesi ama müthiş özgüveniyle bağıra çağıra bir şeyler söyleyen solist kız arkadaş karakterinde belirginleşen şeyler var.

Lee ve Randi’nin karşılaştığı sekansta artık tarafımızı iyice seçmiş oluyoruz; Lee’ye acıyor, Randi’yi suçluyoruz. Olaydan değil, ondan etkilenme biçimlerinden geliyor seyircinin yargısı. Lee tamamen kurumuş bir dala dönmüşken Randi kendisine yeni bir aile kurmayı, yeniden çocuk sahibi olmayı başarmış. Sanki, “kadınlar bir şekilde devam eder, acı çekmek ve hayata takılı kalmak erkeğin lanetidir” diyor Kennet Lonergan.

Filmde en sevdiğim şey ise şu yürek yakan tekne metaforu... Babasının ölümünden çok etkilenmiş gibi görünmeyen genç Patrick'in, onunla ilgilenen “gerçek” ebeveynini kaybettikten sonra neredeyse tek amacı, tekneye sahip çıkmak ve onu çalışır durumda tutmak oluyor, hem de amcasının itirazlarına rağmen. Harçlıklarını dahi biriktirerek tekneye yeni bir motor taktırmaya çabalıyor. Bu başlarda şımarık bir istek gibi algılansa da altında yatan his bambaşka. Patrick ergen yaşların verdiği tüm umursamazlığa rağmen babası ile yaşadıklarını unutabilecek bir genç değil. O teknenin motoru, babasının hasta kalbi... Tıpkı onun gibi ne zaman duracağı belli olmadan çalışıyor ve Patrick'in en mutlu olduğu zamanlar, babasıyla birlikte teknede birlikte geçirdikleri zamanlardı. Babası ve amcasıyla denize çıktığı ve kocaman bir balık tuttuğu, hayatında en mutlu olduğu o gün. Bir an bazen yaşama bedel. Babasının ölümünden sonra onu yaşatmanın yolu tekneyi tamir etmekten geçiyordu ve bunu başarıyor.

Patrick bana babası öldükten sonra ondan yadigar arabayı yıllarca tamircilerle kanka olarak yaşatan inatçı bir arkadaşımı hatırlattı. İnsan, hatıralarına sahip çıkan hayvan... İyi ki de öyle.

Finale yakın bir başka sekansta ise Lee ile Patrick’in sokakta buldukları bir topla oynamalarına şahit oluyoruz, bu esnada bir konuşma geçiyor. Lee, Patrick’in vasiliğini ağabeyinin en yakın arkadaşına vermesine rağmen yeğeniyle ilişkisini koparmak istemiyor çünkü Patrick onun buzul kalbinde yeşerebilmiş cılız bir bitki adeta. Bunun için de evini düzenlediğinden, bazı yeni mobilyalar aldığından bahsediyor ama yine o vazgeçmiş ruh haliyle… Çünkü Lee yaşayan bir ölü, polis merkezindeki başarısız intihar girişimi aslında işe yaradı! Lee’nin bedeni yaşamaya devam etti ama ruhu öldü ki bu bir faninin başına gelen en büyük felaket olabilir çünkü dinler bile beden öldükten sonra ruhun yaşamaya devam edeceği umudunu aşılar. Ruhsuz bir beden yaşam boyu kabir azabı çekmek demek. Ve sonra topu yere atıyor ve yine o umutsuz haliyle “bırak gitsin” diyor ama Patrick topu alıp amcasına atmaya devam ediyor. Hem Lee hem de seyirci için bu ilişkinin devam edeceğine dair harika bir işaret, gizli bir mutlu son!

Yaşamın Kıyısında, gösterişsiz bir başyapıt, bir yönetmenlik, yazarlık ve oyunculuk şaheseri. Casey Affleck’in sıradışı performansının etkileyemeyeceği bir kalp yok. Onun oyunculuğuna dair pek cümle kurmadım çünkü bu bir eleştirmenin size tarif edebileceği türden bir şey değil, gidip filmi ve Lee’yi izlemelisiniz. Manchester’ın erkeklerinin acıklı ama arabesk olmayan hikayesini mutlaka izleyin!

yasamin-kiyi-175828TQ.jpg



Dramında ötesinde bir şey...acı gözden kalbe iniyor izlerken. Donup kalıyorsunuz ama tek bir gözyaşı dökmeden. Anlatması zor ancak bu filmi yalnızca oyunculuk izlemek isteyenler ve bir de dram türünden sıkılmayanlar izlemeli. herkese göre bir film değil. Açıkcası Amour'dan sonra izlediğim en ağır melodram...

Oyunculuk oynadığı rolün hakkını verebilmekse işte bu film zaten tüm ödüllere adaydı benim için ve sonuçları mükemmel :)

Casey Affleck, Yaşamın Kıyısında (Manchester By The Sea) filmiyle En İyi Erkek Oyuncu Oscarı’nın sahibi oldu.

2017-02-27t045604z_851316286_hp1ed2r0dpf18_rtrmadp_3_awards-oscars.jpg
 
iyilik-yap-iyilik-bul-afis.jpg



İYİLİK YAP, İYİLİK BUL


Yapımı : 2000 - ABD
Tür:
Dram
Süre: 123 Dak.
Yönetmen : Mimi Leder
Oyuncular : Kevin Spacey , Haley Joel Osment , Jim Caviezel , Helen Hunt , Jon Bon Jovi
Senaryo : Leslie Dixon , Catherine Ryan Hyde
Yapımcı : Peter Abrams , Jonathan Treisman


Film Özeti

Sadece hayal kurun. Birisine gerçekten yardımı dokunan bir iyilik yapıyorsunuz ve ondan bunu size bunu ödememesini, fakat ileriye taşımasını ve üç yeni kişiye iyilik yapmasını istiyorsunuz ve bu yeni üç kişi de diğer yeni üç kişiye yardım yapıyor ve bu şekilde evrensel bir iyilik ve nezaket akımı başlıyor. İmkansız mı? Trevor McKinney (Haley Joel Osment), aksini iddia ediyor.

Acı tatlı olaylarla dolu bu hikayede Trevor, sosyal çalışmalar projesi için iyilik yapma zincirini başlatan bir öğrenci. Yönetmen Mimi Leder (Deep Impact), Catherine Ryan Hyde'in romanı üzerine kurulmuş filmde Akademi Ödülü sahipleri Kevin Spacey ve Helen Hunt birarada. Yürekten hissedilmiş bir istek ne kadar etkileyici olabilir? Kendinize bir iyilik yapın ve İyilik Bul, İyilik Yap'ı izleyin.

21220.jpg



''Birisi çıkıp tek tek herkese Dünyayı değiştirebilir misin ? Diye sorsa eminim birçok kişinin cevabı bunu yapacak güce sahip değilim olacaktır. Lakin kimse sizden dünyayı yerinden oynatmanızı ya da eskisini yıkıp baştan yaratmanızı beklemiyor. Belki dünyayı yerinde oynatamazsınız ama ufak bir fark yaratarak içindekileri düzeltebilirsiniz. Eğer insanlar kendini düşünmeyi bir kenara bırakıp bozulmuş insanları onarmaya çalışır ve bunu yaparken de kararlı olursa düzeltilemeyecek insan yoktur. İnsanlar başkasının sorununu kendi sorunuymuş gibi düşünüp yardım elini uzatırsa, eli tutan bir başka birine yardım ederse ve bu bir döngüye dönüşürse, işte o zaman mükemmel dünya oluşmaya başlamış demektir. Sanırım bu düşünce İyilik Bul, İyilik Yap filmden öteye gitmeyecek çünkü insanlar bencilliği o kadar benimsemiş ki çıkarsız neredeyse kim kimseye büyük bir iyilik yapmıyor. Bazı insanların vicdanı kendine çok yakındır bazılarının ise çok derindedir o kadar derindedir ki herhangi bir şok yaşamadığı sürece vicdanı gün yüzüne çıkmaz. Herkese tavsiyem bencil olmayın vicdanınızı derinlere gömmeyin insanlara çıkarsız iyilik yapmasını bilin. Film gerçekten çok güzel ve anlamlı birçok insanın izlemesi gereken bir yapım belki kendinizde doğru olmayan şeyleri fark etmenizi sağlar. İyi seyirler...''

''Çok güzel bir filmdi. anlatmak istenen fikir çok güzel bir kere. ama demek ki neymiş iyilik yapıp iyilik bulamıyormuşsun. ama yinede iyilik bulup iyilik yapmayı denemeliyiz . Hatta iyilik bulmadan da denemeliyiz. yoksa gerçekten dünya berbat bir yer olacak. ''

Kendinize ufak bir iyilik yapın ve bu filmi izleyin :eek:
 
21855_2.jpg


FARELER VE İNSANLAR


Yapımı : 1992 - ABD
Tür : Dram
Süre: 115 Dak.
Yönetmen : Gary Sinise
Oyuncular : John Malkovich , Gary Sinise , John Terry , Sherilyn Fenn , Joe Morton
Senaryo : John Steinbeck , Horton Foote
Yapımcı : Gary Sinise , Russell Smith

Film Özeti


John Steinbeck'in klasik eseri Oscar adayları John Malkovich (Being John Malkovich) ve Gary Sinise'nin (The Green Mile) başrolleri paylaştığı bu güzel ve etkileyici filmde canlanıyor. İki Oscar ödülü sahibi Horton Foote'un adaptasyonu ve Sinise'nin yönettiği film herkesin görmesi gereken 'kusursuz bir mucize'

En iyi arkadaşlar Lennie (Malkovich) ve George (Sinise) Ekonomik kriz döneminde kendilerini California'da işsiz bulurlar. Buldukları işleri ise Lennie'nin çocuksu zihni nedeniyle kaybetmektedirler. Tyler Çiftliği'nde işe alındıklarında, patronun kötü yürekli oğlu Curley'nin (Casey Siemaszko) sıkı disiplinine rağmen işlerinde başarılı olurlar. Ama dünyaları, Curley'nin mutsuz eşi (Sherilyn Fenn, Twin Peaks) Lennie'nin merhamet duygularına mağruz kaldığında paramparça olur. Artık George'un da merhamet duygularıyla bir karar vermesi gerekmektedir.


1447539364.PNG



''Sevgi başka birşey ,sorumlu hissetmek ,çaresizlik,tüm bu duyguları elinizde tutacaksınız. İyi bir insan olmak için akıllı olmaya gerek yok beynime kazınan cümlelerden. Mutlaka izleyin derim. ''

''Steinbeck!in klasikleşen romanıdır,defalarca okusa insanın tekrar okuyası geliyor, ayrıca gazap üzümlerini de unutmamak gerekir, ayrıca bu film ve roman nedense bana yeşil yol filmini çağrıştırıyor orada da iri cüsseli bir insanın altın gibi bir kalbi olduğundan olsa gerek..''

''Harika bir uyarlama. Maalesef günümüzde bunun kadar iyi kitap uyarlamaları kolay bulunamıyor. Kadro, oyunculuk, kurgu, sahne hepsi çok iyi. Kitabı bir kere daha okumuş oldum neredeyse. Umarım tekrar bunun gibi düzgün uyarlamalar tek tük de olsa devam eder..''

''John Steinbeck'in eşsiz eserinin beyaz perdeye aktarılmış hali...Küçükken okuduğum nadir kitaplardan biridir ayrıca...Film kendi içinde o kadar çok duyguyu ve düşünceyi barındırıyor ki anlatılamaz yaşanır derecede...Yaşanılan sistemin ne kadar zalim ve yıkıcı olduğunu gözler önüne sermiş...Tüm bu karmaşanın ve zorluğun altındaki muhteşem dostluk kesinlikle görülmeye değer...İçten içe acısıyla tatlısıyla o kadar güzel mesajlar veriyor ki film...İnsan düşünmeden edemiyor açıkçası...İki başrol Gary Sinise ve John Malkovich'in parmak ısırtan performansına diyecek söz yok hakikaten...Film boyunca onlarla gülüp onlarla hüzünlendim...Sonuç olarak,Herkesin en azından bir kere seyretmesi gereken bir yapım olduğu kanaatindeyim...Kitabı okumayanlar için yazıyorum bu yorumu...Şiddetle tavsiye ederim...Saygılar...''

1445578370.jpg


Kitabı muhteşemdi :) filmi ise muhteşem ötesi. Bu filmi izlemeden ölmek yasak olsa keşke...
 
Geri
Üst