İzlenmesi Önerilen Filmler

18 Şubat 2000 tarihinde Türk vizyon sinemalarında gösterime giren Amerikan Güzeli dram unsuru içeren filmler arasında kült haline gelen nadir yapımlardan biri olarak herkesin aklında kalmış nadir eserlerden biridir. Muhteşem yapımlara attığı imzalar ile pek çok kez yönetmenlik yapan Sam Mendes’in kamera arkası koltuğunda yürüttüğü çekimlerin hikayesi ünlü yazar Alan Ball’a aittir. Kamera karşısında oynayan başroller arasında ise Kevin Spacey, Annette Bening, Thora Birch ve güzel aktris Mena Suvari’yi görüyoruz. 2 saati bulan izlenme süresi ile ağır dram öğelerini başarılı bir şekilde aktaran yapım İMDB’den 8,5 değerindeki puanını ise 661.796 kişilik oylama sayesinde almış. Sadece 15 Milyon Dolarlık bir bütçe ayrılarak Amerika’da tamamlanan American Beauty filmi gişe kapanışı sonunda toplamda 360 Milyon Doları bulan bir hasılat elde etmiştir. Ayrıca en önemlisi 5 dalda Oscar almıştır.

Amerikan Güzeli filmi hikaye olarak Amerikalı bir ailenin içerisinde geçen bir takım olaylar dizisini ve bunlarla birlikte yaşadıkları çöküntüler ile kopmaları konu alıyor. Amerikan rüyasının en olağan taşlama yapımlarından biri olarak gösterilen yapımda Lester isimli adamın kızıyla ve aynı zamanda orta yaş bunalımına giren karısı ile iletişim kurmaya çalışarak, her günü aynı geçen bir babanın hayatını tiksinerek yaşayacak seviyeye geldiğini görüyoruz. Çalıştığı iş yerinden ayrılan Lester zamanını şimdiye kadar hiç yapmadığından daha fazla değerlendirmeye çalışarak, kendisini birazda olsa genç hissetmek ister. Bir süre sonra kızının 16 yaşındaki yakın arkadaşı Angela ile aralarında ilginç bir cinsel yakınlaşma doğar. Kızı ve karısıyla zaten arası oldukça açık olan adamın ailesiyle arasındaki bağ neredeyse tamamen kopma aşamasına gelecek ve böylece ailenin her bireyi yollarını farklı bir yöne çevirecektir.

Amerikan Güzeli 1999 Türkçe Dublaj 720p izle,720p Film izle, HD Film izle, Film izle, Full Film izle
 
Selam Hakan,

Hayatta bazı filmler vardır hani izlediğinde çok fazla etkisi altında kalırsın yada öyle çok beğenirsin ki işte dersin bu film bence yüzyılın en iyi filmi. Yada bir filmin sadece tek bir sahnesi o filmin tümüne bedeldir sırf o sahne için aynı filmi defalarca izlersin :) Amerikan Güzeli senin favori filmlerinden bunu anlayabiliyorum :) peki o zaman bir kere daha paylaşalım ne dersin belki yine izleyen birileri olur aramızda...

Benim de sırf aynı sahneyi yeniden izlemek için can attığım filmlerim var elbette aklıma geldikçe onları da paylaşmaya çalışırım. Mesela Piyanist, Hayat Güzeldir ve Umudunu Kaybetmenin bazı sahnelerini binlerce kez izlesem inan hiç sıkılmam..

Güzeldir film izlemek ya zaten hayatın kendiside film gibi değil mi? Keşke daha çok üye bu sayfaları ziyaret etse ve keşke bende başkalarının önerdiği filmleri izleme imkanı bulabilsem...
 
0000000111876-1.jpg



AMERİKAN GÜZELİ

Vizyon tarihi: 18 Şubat 2000
Süre: 2s 2dk
Yönetmen: Sam Mendes
Oyuncular: Kevin Spacey, Annette Bening, Thora Birch
Tür: Dram
Ülke: ABD

Özet ve Detaylar


Amerikan Rüyası’nın en büyük taşlamalarından biri olan filmde orta sınıf bir Amerikan ailesinin içinde bulunduğu çöküntü ve dağılmayı konu alır. Lester, kızıyla ve orta yaş bunalımındaki karısıyla iletişim kurmakta başarısızlığa uğrayan, rutinlerle dolu yaşamından tiksinerek yaşlanan bir babadır. İşini bırakıp zamanını hiç yapmadığı gibi değerlendirmeye başlayarak yeniden genç hissetmeye çalışırken, henüz onaltı yaşındaki kızının, güzeller güzeli arkadaşı Angela ile arasında tuhaf bir cinsel gerilim doğar. Bu ilişki kızı ve karısıyla arasındaki zaten kopuk olan bağı koparacak, her bir aile ferdini farklı kaderlere sürükleyecektir.

Ünlü İngiliz yönetmen Sam Mendes’in beş Oscar’lı filmi güçlü göselliği ve Kevin Spacey performansıyla göz kamaştırıyor.


BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ


Amerikan Güzeli Yaşamın Renklerine Ulaşırsa


Kusursuz!!!

Hollywood şaşırtıcı bir şekilde son iki sezondur hepimizin çok yakından bildiği "Amerikan Aile Değerleri"' ni yargılayan filmler piyasaya sundu. Geçen sezonun filmi "Pleasantville - Yaşamın Renkleri" , bu sezonun olayı ise "Amerikan Beauty - Amerikan Güzeli" .

Amerikalılar "kendini bulma" kavramı söz konusu olduğunda nedense pek yaratıcı olamıyorlar. İş cinselliğe geldi mi adamlar ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Benim için kendini bulma Tibet'te bilmem ne dağının tepesine çıkıp haykırmak olabiliyorken, Amerikalılar için sevgiliyle geçirilen ateşli bir gece veya dile getirilen bastırılmış duygular "renk değişimine" yol açabiliyor.

Her iki filmde temelde aynı konuyu işliyor. Örnek Amerikan çekirdek ailenin çözülmesi, anlayış yapısının ve o pek bir önem verilen ahlak anlayışının değişmesi.

Gary Ross imzalı "Pleasantville - Yaşamın Renkleri" daha geniş bir misyon yüklenmeye kalkıyor. Değişimin yanında, filmin bilhassa son yarım saatinde ön plana çıkan ırkçılık teması oluyor. "Renklilerin" mücadelesi ister istemez 60'lı yıllarda Amerika'da insan hakları adına verilen mücadeleleri, "Renksizlerin" aldıkları sert önlemler ise II Dünya Savaşı sırasında Nazilerin taktiklerini hatırlatıyor.

Aslında hiç de yeni şeyler anlatmıyor bu film. Kendine inan ve kendi bildiğinden şaşma, hayat çok güzel edebiyatı. Büyük değişim için J.D.Salinger'ın "The Catcher In The Rye - Çavdar Tarlasında Çocuklar" 'ını okuyun ( karakolun duvarına yapılan grafitiye dikkat ) ve cinselliğinizi doyasıya yaşayın. Bıraz dar bir bakış açısı. 50'li yıllar böyle sıkıcıyken acaba 2040'de yaşayan insanlar bizim hakkımızda ne düşünecek ? Sanırım "Eskiden herşey daha güzeldi" diyen büyüklerimizin bu filmi bizden önce izlemeleri gerekiyor.

Hızlı bir başlangıç kötü, hatta mahkeme sahnesi aklıma geldikçe çok kötü bir son.

Filmi izlerken eğlenmemin sebebi vermeye çalıştığı dar mesajdan çok bana hatırlattığı filmler oldu. Bir kere mekan ve gidilen zaman dilimi açısından "Back To The Future" (1985-1990) üçlemesinin ilk iki filmi aklıma geldi. Her iki filmde birer senaryo, kurgu ve zamanlama harikası oldukları için çok severim. Jeff Daniels'in işlettiği kafenin yerle bir edildiği sahnedede Spike Lee'nin "Do The Right Thing - Doğruyu Seç" (1989)'ini hatırladım. Filmde Afro-Amerikalılar mahallelerinde bulunan İtalyan pizzacısını basıyorlardı. Irkçılık her yerde ırkçılıktır işte. Kim yaparsa yapsın.

Amerikan yavrusuna gelince. Aileleriyle anlaşamayan, çözümü uyuşturucuda arayan grunge teenagerlar, cinsel yaşamları bitmiş orta yaşa ulaşmış, yıllardır bir yerlerini yırtmalarına rağmen mesleklerinde başarıya ulaşamamış Amerikalı karı-kocalar.İnsan daha dinlerken kendini kötü hissetmeye başlıyor.

Kevin Spacey'in canlandırdığı Lester Burnham kızının arkadaşını görünce kendi deyimiyle yirmi yıldır içinde bulunduğu komadan uyanıyor ( yine cinsellik ) ve hayatını değiştirmeye karar veriyor. İşini bırakıyor ( bu arada patronlarını tehdit ederek, para kopararak işi bırakmak yeni moda galiba bkz. Edward Norton "Fight Club - Dövüş Kulübü" . Denemekte fayda var ), vücut çalışmaya başlıyor ( evet gerçekten ), karısına olan nefretini açıkça dile getiriyor. Kendi uyanışını bu şekilde yaşıyor.

Karısı ise uyanışın mesleki başarıda ve iyi sekste ( bak sen ) olduğuna inanıyor, fakat yanıldığını ancak filmin sonunda algılayabiliyor. Onuda algılayıp algılayamadığından pek emin değilim aslında.

Verilmeye çalışılan mesaj en basit şekliyle "Yarın ne olacağımız belli olmaz, hayatı sevin" aslında. Bu filmde anlatım farklı sadece.

Filmden ne kadar çok insanın nefret ettiği dikkatinizi çekti mi ? Film bu insanlara kendi zavallılıklarını mı hatırlatıyor acaba ? Bilemem.

Burak Hatipoğlu
 
18841043.jpg


AŞK ENGEL TANIMAZ

Vizyon tarihi: 15 Ekim 1999
Süre: 2s 3dk
Yönetmen: Roger Michell
Oyuncular: Julia Roberts, Hugh Grant, Richard McCabe
Tür: Komedi, Romantik
Ülke: Abd, İngiltere


Özet ve Detaylar


William Thacker Batı Londra'nın değişik bir yöresi olan Notting Hill'de yaşamaktadır. Eşinden boşanmış olan William, evini biraz tuhaf olan Spike adlı biri ile paylaşmaktadır ve Notting Hill'in tam merkezindeki Pazar caddesinde Portobello Road'da bir kitapevinin sahibidir.

Bir gün dünyaca ünlü film yıldızı Anna Scott'un dükkanına gelmesi ile William'ın yaşamının akışı değişir. Birbirini takip eden komik olaylar sonunda Anna ile William çıkmaya başlarlar.


coup-de-foudre-a-notting-ii16-g.jpg
 
Selamlar Gazoz Ağacı,
Çok iyi bir Romantik Komedi AŞK ENGEL TANIMAZ.
Cep telefonlarının olmadığı, İnternetin(ve bilgisayarların) çok küçük bir azınlık tarafından kullanıldığı yıllardan bir bir film.
Teşekkürler paylaşımın için.
 
En İyi Teklif – The Best Offer
2013 Türkçe Dublaj
Açıklama
İMDB: 7.8 (65.846 kişi oy kullanmıştır. )
Önce size filmin kahramanı Virgil Oldman'ı (Geoffery Rush-1956) anlatayım oradan filme geçerim.
Virgil orta avrupalı, bir antikacı ve sanat adamı, sanat danışmanı 16, 17, 18 yüzyıl eserlerinde uzman, aynı zamanda açık artırma yöneticisi. Kadın yüzlerine ait paha biçilmez bir tablo kolleksiyonu var. Bu onda takıntı olmuş, Müreffeh bir hayatı, şahane bir evi, tekdüze bir yaşamı var. Altmışlı yaşlarında olmalı, donmuş bir kalp, kadınlarla ilgisi tablolarından ibaret. Evinde şifre ile açtığı özel bir bölümde muhafaza ediyor, arasıra girip seyrediyor, tablolarını ve kadınlarını. Hepsine aşık...Tabloları yöneticiliğini yaptığı açık artıramalarda kirli oyunlarla elde ediyor. Adamı var Billy'i (Donald Shuterland) müzayedelere müşteri gibi oturtturuyor, artırmada sıra ona gelince karşı taraf artırana kadar sattım deyiveriyor.

Claire (Sylvia Hoeks) 200-300 yıllık büyük bir villada tek başına yaşayan bir genç kız ailesi ölmüş. Villa paha biçilmez antika eşya ve tablolarla dolu. Satmak veya değerleme yapması için Virgil ile telefonla irtibat kuruyor. Kız agorafobik (açık alana çıkamıyor) ifadesine göre 15 yıldır kendisini bir odaya kilitlemiş, insan içine çıkmıyor. Önce telefon, sonra kapı arkasından görüşmeler. Anahtar veriyor. görüşmeler miras ve sanatsal içefrikli, bir defasındada kendini dış dünyadan izolesinin açıklaması. Birgün kapıyı çarpıp gitmiş gibi yapıyor. Saklandığı heykel arkasından onun odadan çıkışını izliyor. O andan itibaren Virgil'in hayatı değişiyor. Kızın içe dönük münzevi hali, yeni uyanmış gibi solgun yüzü, agorafobisi, etkileşim sonra tutkuya dönüşüyor.
Üçüncü karakterimiz Robert (Jim Sturgess) Küçük bir antika tamir dükkanı var. Normal bir genç kız arkadaşı var. Virgil'e çalışıyor. Claire ile ytanışdıktan sonrada aşk konularında Virgil'in akıl hocası, onun kıza karşı hareket tarzını yönlendiriyor. Virgil ona kızı şöyle anlatıyor... "Solgun yeni uyanmış gibi bir yaratık, sanki herşeyden korkuyor, gözlerinde kendi terörümü gördüm" Karakterler böyle...
Filmi sanat filmi, klasik sanat dokusu var, konu sanat ama aşkta var. Sanat aşk ve gerilim. Burada izleyecek seyirciyi düşünerek film hakkında daha fazla açıklama yapmak istemiyorum. Bir şeylerden şüpheleniyorsunuz, ama kesin bir bulgu yok. Duygular hemen oluşan şeyler değildir, sizde bilirsiniz, aslından ötedirler, herşey sahte olabilir. Neşe, acı, hastalık, sağlık, iyileşme düşünün

En İyi Teklif izle, En İyi Teklif Türkçe Dublaj izle, En İyi Teklif full izle

image-608.jpg
 
12357443_895426740554172_1388991924_n.jpg



YASAK İLİŞKİ


Vizyon tarihi: 1995
Süre: 2s 15dk
Yönetmen: Clint Eastwood
Oyuncular: Meryl Streep, Clint Eastwood, Annie Corley
Tür: Dram, Romantik
Ülke: ABD


Özet ve Detaylar

Yılların eskitmeyi bir türlü başaramadığı iki Hollywood efsanesi; bol ödüllü sanatçılar, Clint Eastwood ve Meryl Streep, "Yasak İlişki" adlı bu filmde başrolleri paylaşıyorlar. Iowa-Madison County'de mütevazı bir hayat süren, evli bir kadının bir yasak aşk sarmalına dolanmasının anlatıldığı Yasak İlişki'de fotoğrafçı Robert'a gönlünü kaptıran evli ve çocuklu Francesca'ın dramını izleyeceğiz. Eşi ve çocukları kasaba dışındayken aşkını doya doya yaşayan Fran, bir yandan da evliliğini sorgulamaya başlamıştır. Robert James'in bestseller romanından uyarlanan filmde Streep, en iyi kadın oyuncu dalında Oscar'a aday gösterilmiştir.

2493_a_8364.jpg


Şahane bir orta yaş romantizmi...


s-4c83975ee11c327f69bed053368b4e21f38f204f.webp



Evli ve çocuk sahibi Francesca, Iowa-Madison County'de yaşayan bir kadındır. Kocası ve çocukları kasaba dışındayken National Geographic için araştırma yapmaya Madison County'e gelen fotoğrafçı Robert'a aşık olan Fran, evliliğini de sorgulamaya başlar.

Kendisiyle beraber gelmesini isteyen Robert'ın teklifi nedeniyle aşkı ve ailesi arasında kalır. Çocukları bu ilişkiyi yıllar sonra annelerinin ölümünün ardından buldukları günlüğünü okuyunca öğrenirler.
 
awaara-t%C3%BCrk%C3%A7e-izle.jpg



AVARE

Vizyon tarihi: 1951
Yönetmen: Raj Kapoor
Oyuncular: Prithviraj Kapoor, Nargis Dutt, Raj Kapoor
Tür: Dram
Ülke: Hindistan


Raj Kapoor'un hem yönetmenliğini yaptığı hem de başrolünde oynadığı 1951 yapımı Hint filmi. Raj Kapoor bu filmle dünya çapında üne kavuştu. Playback şarkıcılığını Mukesh yaptı. Filmde zengin kız (Rita) ve fakir erkeğin (Raj) yaşadığı aşk konu edilse de ana teması "Soylunun oğlu soylu, hırsızın oğlu hırsız olur" inancına sahip olan hakimin (Raghunath) kendini sorgulamasıdır.

raj-kapoor-awara-19511.jpg


Konusu

Film temelinde Raj Kapoor’un iç içe geçmiş yaşamıyla ile Rita(Nargis)’nın ayrıcalıklı yaşamını konu alır. Filmde Kapoor fakir, masum, biraz avare karakteri canlandırır tıpkı Charlie Chaplin gibi ve daha sonra çektiği Jagte Raho ve Shri 420 gibi Kapoor filmlerinde bu karakteri geliştirmiştir. Bu film; meşhur bir takımın işbirliğidir; yapımcı ve yönetmen Kapoor, senarist Khwaja Ahmad Abbas ( Hint filmleri yönetmeni , TV yazarı ve gazeteci), beste Shankar Jaiskishan ikilisi; “Avareyim” şarkısının seslendirmesi Mukesh ve güfte Shailendra tarafından yapılmıştır. Film tüm Hindistan yarımadasında olduğu kadar Rusya, Romanya, Türkiye ve Çin’de olağanüstü bir popüler olmuştur.

Raj; varlıklı bölge hakimi (Hakim Raghunath) olan kindar babası yüzünden evden uzaklaşmış ve sonuç olarak sefalet ve yoksulluk içerisinde bir hayat sürmektedir (Babası rolünü gerçek hayattaki babası Prithviraj Kapoor oynamaktadır). Raj’ın filmdeki babası Hakim Raghunath yıllar önce karısının kendisini aldattığı şüphesi üzerine karısını sokağa atmıştır. Çocukken Raj ‘ın okuldaki en yakın arkadaşı Rita’ dır ama sonra Rita’nın anne-babası öldükten sonra vesayetine alan bölge hakimi Raghunath iki çocuğu birbirinden koparır. Ayrıldıkları halde Raj Rita’yı aklından çıkartamamıştır.

Sokaklarda Raj hayatını devam ettirebilmek için küçük suçlar işler ve baba figürü olarak da Jagga’yı bulur. Yıllar sonra Raj annesinin evden uzaklaşmasından sorumlu olan adamın Jagga olduğunun farkına varır. Bir öfke nöbetinde Raj Jagga’yı öldürür ve sonra hakimi öldürmeyi dener ama başarısız olur. Bu olaylar sürerken; Raj babasının mahkemesine getirilir ve Rita da avukatlığını yapmaktadır. Filmin finalinde Raj suçundan dolayı hapse gönderilir ve Rita onu bekleyeceğine söz verir.


avare_1951-scrn-8.jpg


İnanılmaz bir başyapıt.

1951 yılında böyle bir hayal gücünü sinemaya aktarabilmek gerçekten çok önemli.Müzikler mükemmel. Ne söylenebilir ki izlemek lazım..



Çocukluk yıllarımın en güzel, en sevimli ve en hoş filmi :) Bugün nereden geldi aklıma bilmiyorum ama kesinlikle bir kez daha izlenmeye değer :eek:
 
145549.jpg



SORAYA'YI TAŞLAMAK


Tür: Dram Filmleri
Yapım: 2008 - ABD
IMDB Puanı: 8.4
Yönetmen: Cyrus Nowrasteh
Oyuncular: Jim Caviezel , Shohreh Aghdashloo , Mozhan Marnò , Navid Negahban , Vida Ghahremani

Filmin Konusu

Bir gazeteci olan Freidoune, arabası ile yolculuk yaparken arabasının arızalanması ile küçük bir kasabada mola vermek zorunda kalır. Orada Zahra isimli biri ile tanışır. Zahra, Freidoune’nun gazeteci olduğunu anlar ve ona kasaba halkı tarafından vahşice öldürülen yeğeni Soraya’nın hikayesini anlamaya başlar.


Filmle ilgili yorumlar

Film güzel lakin müslüman kadınların onurunu kırıyor. İslamiyet bu değil. Bu filmdeki insanların müslümanlıkla alakası yok. Müslüman insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir ama filmde kadına iftira atılıyor.Ayrıca şeriatta zinanın suçu recmdir ama erkek için de bu ceza vardır. Filmde kadınlara 2. sınıf insan muamelesi yapılıyor. Bizim dinimizde böyle bişey kesinlikle yok.

Ayrıca bu filmden sonra bir Türk kadını olarak Ulu Önder Atatürk’e olan minnettarlığımı dile getirmek isterim.

Kadınların toplumsal değerinin olmadığını gösteren, her kadının mutlaka izlemesi gereken bir film. Aynı zamanda dinin bazı insanlar tarafından nasıl kullanıldığını gösteren harika bir başyapıt cahilliğin sınırlarını zorlayan bu kadar olmaz dedirtten çok mükemmel..

Son zamanlarda seyrettiğim en iyi filmlerden. Olaydaki dram ve vahşet oyuncuların başarısıyla iyi aktarılmış. Fakat insanların cehaletle ve kararmış vicdanlarla Süreyya yı recm edişleri üzerinden İslamiyeti karalama kampanyası da İslam dan bihaber veya yeterince bilinç sahibi olmayan milyonlarca insana gözardı edilemeyecek bir profesyonellikle aktarılmış. Bunun ne Atatürkçülükle ne müslümanlıkla ilgisi var. Vicdan ve bilinç sahibi her izleyici farkındalıkla seyretmeli.

hqdefault.jpg



Bir nevi idam cezası, masum birini infaz tamiri mümkün değil, bunun çözümü idam cezasının kaldırılması mı? Bazı suçlarda idama gerek yok derseniz anlarım, müstehcenliğin bu kadar yaygın ve kolay ulaşılabilir olduğu ortamda zaten bu ceza uygulanmıyor, mollalar acemilik etmiş devrimin ilk yılı bir hatadır etmişler, bir daha da tekrarlanmamış bu ceza. Biz kendi memleketimize bakalım adamlar öz eleştiri yapabiliyor hatasının üstüne yatmıyor, bizde var mı bu özgüven?

Recm denilen canavarca pisliğin varlığını hemen hepimiz biliyoruz. yalnız bu filmi izleyince insan bunu hiç duymamış gibi olabiliyor inanın. hala idrak edebilmiş değilim şahsen, bu dünyadasın 21.yüzyıldasın ve sırf sınırların var diye istediğin canavarlığı yapmaya hakkın var, bu mudur yani? nükleer silahları falan bırakın Allah aşkına, böylesine rezil bir zihniyet varken dünyada, silahsızlansak ne olacak? taşı da mı yok edeceğiz?

Peki ne farkı var bunun Hitler Almanyası'nın gerçek olduğu günlerden? ya da çocukların cinsel istismarından? İnsanlık suçu değil mi bu da? Nedir böyle bir düzenin hala sürebilmesinin dayanağı? Bunların hepsiyle hep birlikte mücadele eden dünya buna nasıl seyirci kalabiliyor, insanın aklı almıyor.

Sorayi-Taslamak-film-elestirisi.jpg
 
AUGUST-RUSH.jpg



KALBİNİ DİNLE


Vizyon tarihi: 29 Şubat 2008
Süre: 1s 53dk
Yönetmen: Kirsten Sheridan
Oyuncular: Freddie Highmore, Keri Russell, Jonathan Rhys-Meyers
Tür: Dram, Müzik, Romantik
Ülke: ABD


Özet ve Detaylar

Film bir müzik mucizesini anlatıyor. Lyla Novacek ünlü ve güzel bir viyolonselist, Louis ise gitar çalıp bir klupte vokal yapan biridir. Bu iki insan birbirlerini tanıdıklarında müziğin de ritmine uyarak aşık olurlar birbirlerine. Ancak çok farklı hayatları vardır ve ayrılmak zorunda kalırlar. Ancak Lyla hamiledir. Bir gün bir kaza geçirir, bebek kurtulur ama babası, onu kızına söylemeden başkasına evlat edinmesi için verir. Tek korkusu kızının kariyerine engel olacak bir durum gelişmesidir. Aradan on bir yıl geçtikten sonra küçük Evan, esas ailesinin onu beklediğine inanır ve onları bulmak üzere New York’a gider. Orada kendinde var olan müzik yeteneği onu başarıya taşırken aynı zamanda da başına dertler açacaktır.

freddie-highmore.jpg



Beyaz perde Eleştirisi

Naif bir Melodram...

Romantik komediler, ilginç Türk filmleri, farklı fantastik filmler derken bu hafta karşımıza bir de iddiasız, sade bir melodram çıktı. Kendisini kesinlikle sonuna kadar izleten bir film olan Kalbini Dinle 'yi beğenip beğenmemek, beklentilerle doğru orantılı.

Müzikle sinemanın buluşması, bu iki sanatın yaratıcı dansı, çoğu zaman keyif vermiştir. Beyazperdede bu buluşma bir müzikal için ya da müziği konu alan bir film için kullanılabilir. Kalbini Dinle, müziği "konu" alan bir film, ama müzik filmin altyapısını da güçlü bir şekilde oluşturuyor.

Yönetmen Jim Sheridan'ın kızı Kirsten Sheridan'ın çekmiş olduğu Kalbini Dinle'yi iddiasız diye nitelendirmemin sebebi, filmin kesinlikle akıl karıştırıcı, düşündürücü, alt metin aratıcı bir senaryoya sahip olmamasından kaynaklanıyor. Çekimler ve kurgu ise konusunun iddiasızlığını rahatlıkla sollayabilir derecede başarılı. Filmde konu itibariyle şiirsel bir anlatım olduğundan, çekimlerdeki ve kurgudaki özen, öykünün işlenişine çok şey katmış. Müziğin heryerde olduğu duygusu, sokaklarda her gün duyduğumuz ve gürültü diye nitelendirdiğimiz seslerin bile müzikal oluşu, rüzgarın, adımların, kapanan kapıların bile bir ritminin oluşu kurgu sayesinde başarıyla aktarılmış.

Müziği bir kenara bırakırsak, İngiliz yazar Charles Dickens'ın aynı adlı romanından uyarlanan Oliver Twist adlı filmle senaryo açısından oldukça benzerlik taşıdığını farkettiğimiz film, anne ve babasından koparılarak yurtlarda büyümek zorunda kalan 11 yaşında bir çocuğun, müziğin yolunu takip ederek anne babasını bulmasını masalsı bir atmosfer içinde anlatıyor. İnanması zor olan, "film işte" demekten kendimizi alıkoyamadığımız, tesadüf, şans gibi tüm klişeleri kullanan Kalbini Dinle; bunlara rağmen sıkıcı olmamayı, izleyiciyi içine çekmeyi başarıyor. Fazlasıyla duygusal bir tema olmasına karşın, yapış yapış duygu sömürüsü kokmaması da filmi rahatlıkla izlenebilir kılıyor...

Robin Williams'ın varlığı ise filme bir karnaval havası katmış ama daha ileriye gidememiş. Sanki filmin başrol oyuncularının (Keri Russell, Jonathan Rhys Meyers) bir nevi "ışıksızlığı"ndan kaynaklanan güvensizlikle yönetmen, Williams'a, filme destek rolü oynatmış ama çok da başarılı bir fikir olmamış bu. August Rush'ı oynayan küçük ve sevimli oyuncu Freddie Highmore'a ise hiçbir lafımız olamaz. Jestleri ve mimikleriyle, sanki gerçekten de içinde müzik aşkıyla ve inanılmaz bir yetenekle doğmuş, bu yeteneğin ne kadar önemli olduğunu bilemeyen ve oradan oraya savrulan bir insanmışçasına doğal bir heyecanı yansıtışı konusundaki başarısı, alkışlanacak türden. Dolayısıyla bu küçük oyuncunun sevimliliği ve başarısı da filmi izlenir kılan bir başka artı.

1438208033.gif
 
275096.jpg



UNUTURSAM FISILDA


Vizyon tarihi: 29 Ekim 2014
Süre: 2s 3dk
Yönetmen: Çağan Irmak
Oyuncular: Hümeyra, Farah Zeynep Abdullah, Mehmet Günsür, Işıl Yücesoy
Tür: Dram, Müzik
Ülke: Türkiye

Özet ve Detaylar


Sağlık lisesinden yeni mezun olup, kasabanın sağlık ocağında hemşireliğe adım atan Hanife ve aykırı kzı kardeşi Hatice, küçük ve kendi halinde, muhafazakar bir kasabada yaşamaktadırlar. Hanife ne kadar çekingen ve içine kapanıksa, Hatice bir o kadar haylaz, laf dinlemez ve başına buyruktur. Edebiyata meraklı Hanife kimselere göstermeden bir şiir defteri tutarken, Hatice çevresindeki herkesi unutacak kadar şarkı söylemeye tutkundur. Bir gün yeni atanan kaymakamın oğlu Tarık kasaba merkezine gelir ve iki kız kardeşin hayatı o günden sonra tamamen değişir...


225725.png


BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ

Babam ve Oğlum'dan bu yana “Yeşilçam sinemasının kodlarının en iyi bilen ve en iyi işleten yeni nesil yönetmenler” kategorisinde sıra başına oynayan, senarist ve yönetmen Çağan Irmak, kendisine sinema eleştirmenlerince takdim edilen bu sıfatı, filmografisinin onuncu uzun metrajlı filminde her hangi bir boşluğa yer bırakmaksızın doldurmayı başarıyor. Üstelik bunu da Yeşilçam’ın ve dahası Unkapanı piyasasının altın çağını yaşadığı 1970’lerden günümüze ‘seslenerek’ gerçekleştiriyor.

Unutursam Fısılda, konusu itibariyle Filiz Akın, Hülya Koçyiğit ve Tarık Akan filmleriyle büyümüş bir nesil için, yıllarca televizyon ekranında seyredilen hikâyelerin beyazperdede yeniden vücut bulması gibi. Bir tarafta küçük taşra kasabasında yaşayan ve yegâne hayali şarkı söylemek olan ‘fakir kız’ Hatice (Farah Zeynep Abdullah), diğer tarafta nüfuzlu bir ailenin haylaz oğlu olan, müzik tutkunu Tarık (Mehmet Günsür). Dışa dönük, deli dolu bir kız olan Hatice’nin bir de evcimen, edebiyat düşkünü ablası var, Hanife (Gözde Cığacı). Ne oluyorsa oluyor ve Tarık erkeklerle top koşturan, delişmen Hatice’ye vuruluyor. Müziğe olan tutkusu, Tarık’a olan aşkıyla birleşen Hatice, hayallerinin peşinden gitmeyi seçiyor. Öte tarafta, sırt çevrilen bir aileyi, aileyi sırtlayan ve ihanete uğradığını iliklerine kadar hisseden bir ablayı geride bırakarak…

Oldukça dramatik görünen, ‘sephia filtreli’ bu Yeşilçam hikayesini Çağan Irmak, post-modern bir intikam/af dileme/dilememe süreciyle birleştirmeyi başarıyor. Ana çerçevesi iki müzik insanın aşkı üstüne kurulsa da, nadasa bırakılan abla-kardeş ilişkisi, hızlı gelen şöhretin bedeli, hayaller-sektör gerçekleri gibi yan hikâyelerinin zenginliği, filmi pek çok farklı duygu açısından besliyor. Zannımca Çağan Irmak sinemasının da en belirgin yanlarından biri bu olsa gerek. Babam ve Oğlum’da fona aldığı 1980 darbesi, ya da Dedemin İnsanları’nda anlattığı mübadele yıllarının izdüşümü gibi bu filmde de 1970’ler dönemini bir dekordan öte kullanarak, dönemsel pratikleri de hikâyeye dâhil ederek anlatım dilini zenginleştiriyor.

Bu noktada filmin sanat yönetmeni Soydan Kuş ve ekibi ve de görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki çok büyük bir alkışı hak ediyor. Zira hikâyeyle paralel giden 1970’lerin fonu, hiçbir falsoya yer bırakmadan günümüze geçmeyi başarıyor. Emrullah Hekim elinden çıkan kurgunun geçişleri çok iyi tasarlanmış; özellikle kesmeli kurgu ile aktarılan müzik klipleri seyir zevkini katlıyor. Yine burada parantez açıp, 1970’lerden gelen albümlermiş gibi dinlediğimiz orijinal müzik ve şarkılarda imzası olan Kenan Doğulu’ya şapka çıkartmak gerek. Şüphesiz ki filmin oyunculukları çok güçlü, ama Unutursam Fısılda sanat ve görüntü yönetimi ve müzikleri göz ardı edilemeden ele alınmalı.

Birkaç kelam da kadroya dair etmek gerekirse, Hatice’yi yani Ayperi’nin gençliğini canlandıran Farah Zeynep Abdullah, televizyon ekranlarında ilk göründüğü günden bu yana sadece 4 yıl geçmesine rağmen, övgüyü hak edecek bir yükseliş gösteriyor. Öyle Bir Geçer Zaman ki oyunculuğunun üstüne çok şey kattığı aşikâr. Dördüncü kez bir Çağan Irmak filminde seyredeceğimiz Hümeyra’yı ise herhalde seyirci en çok bu yapımda kendine yakın bulacaktır. Zira genç nesil ne kadar tanır bilinmez ama ilk 45’liğin, 1972’de kaydeden (Adım Kadın - Ben Sana Mecburum) Hümeyra’nın bu rolden ne kadar keyif aldığı, oyunculuğunun her miliminde hissediliyor.

Filmin atlanmaması gereken bir diğer performansı ise Hanife’nin şimdiki halini canlandıran ve bence televizyon dizileri yüzünden hakkı yenen Işıl Yücesoy. Tıpkı Hümeyra gibi 1970’lerde parlak bir şarkıcılık kariyerine imza atan ve aslen tiyatro oyuncusu olan Yücesoy’un, sinemada ne kadar güçlü bir performansa sahip olduğu Korkuyorum Anne’nin ardından, umuyorum ki bu filmle bir kez daha anımsanır. Bu noktada bir parantez daha açarsak filmin senaryosunda ‘eksik’ hissettiren nadir unsurlardan biri, abla Hanife’nin Hatice’siz/Ayperi’siz hayatının nasıl geçtiğini pek göremeyişimiz. Işıl Yücesoy’un güçlü oyunculuğu bize “Peki, onun cephesinde başka neler yaşandı ki?” diye sordurtuyor ister istemez. O cepheyi de daha detaylı görmek isterdi gönül.

Hanife’nin gençliğini canlandıran genç tiyatroculardan Gözde Cığacı’nın da uyumlu bir oyunculuğa imza attığını ekleyelim. Gözde Cığacı’nın ismini bir kenara not etmenizi ve yakaladığınız tiyatro sahnesinde seyretmenizi salık veririm. Hanife’nin 18’inde gözlerindeki bakış ne ise, 60’ındaki de aynı; ya da tam tersi. Nihayetinde seyirciye aynı kişiymiş hissiyatını yaşatan bu uyum da, dönüp dolaşıp yönetmenliğin başarısına bağlanıyor.

Karşımızda esas niyeti ağlatmak olmasa da, yerli sinema seyircisinin kendisinden bulduğu hikayelerle, bizi yine ıslak mendillerle buluşturacak olan Çağan Irmak’ın taze filmi Unutursam Fısılda var. 1970’lerin çiçek çocuklar ruhuna ve replikler “alıntıladığı” Yeşilçam’a sağlam bir selam gönderen, sanat camiasında ne kadar az şeyin değiştiğini gösterdiği Unkapanı temelli müzik sektörüne de oklar savuran bir film Unutursam Fısılda; ucu yanık tutkulu aşklar ve örselenmiş aile ilişkileri ve tarhana kokusuyla bezeli…

Çağan Irmak’tan bir Yeşilçam masalı…


1440012607.jpg
 
yagmur-kiyamet-cicegi-afis.jpg



Vizyon tarihi: 12 Aralık 2014
Süre: 2s
Yönetmen: Onur Aydın
Oyuncular: Engin Hepileri, Elena Viunova, Erkan Kolçak Köstendil
Tür: Dram
Ülke: Türkiye


Özet ve Detaylar

Yakın zaman tarihimizin en büyük felaketlerinden biri olarak gösterilen Çernobil faciasından sonra eşini kanserden kaybeden Elena, oğlunun da aynı hastalıktan müzdarip olduğunu öğrenince çareyi tedavi için Türkiye’ye gelmekte bulur. Elena Trabzon’da tedavi süreciyle uğraşırken, bir gün Trabzonspor’da oynama hayaliyle yanıp tutuşan futbolcu Şenol ile tanışır. Şenol sonuna düşünmeden ilk görüşte kadına aşık olur... Öte yandan 1995-1996 futbol liginde şampiyonluğa doğru giden Trabzonspor son, maçta şampiyonluğu kaybedince, amigo Ahmet’in de dünyası başına yıkılır... Bir diğer yanda ise sesi ve kişiliği ile milyonlarca insanın gönlünde taht kuran Kazım Koyuncu vardır. Bir Çernobil mağduru olarak kanserden yaşamını kaybeden Koyuncu yöre halkının sesi gibidir…


BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ

Film, birbiriyle kesişen hikayeler anlatıyor ama hepsinin çıkış noktası Çernobil nükleer santralindeki felaket… Radyasyon yüklü bulutların yağmur olup yağdığı Trabzon’da, oralı karakterler üzerinden anlatılan dram yüklü bir hikaye bu.

Filmin yönetmeni Onur Aydın, kendi yazdığı aynı adlı romanı filme çekmiş. Yağmur Kıyamet Çiçeği, orta karar, gişe sinemasına uygun bir iş ancak filmin bazı büyük sıkıntıları var.

Kazım Koyuncu… iyi adamdı, iyi müzisyendi, çok daha iyi olacaktı ama 33 yaşındayken garip bir tümör yüzünden hastalandı ve kaybettik onu. Çernobil felaketinden sonra kanser olup ölen pek çok Karadenizliden biriydi, oysa dönemin bakanı ne de güzel yudumluyordu çayını, “bakın ben içiyorum, hiçbir şey olmuyor, siz de için” diyerek.

Yağmur Kıyamet Çiçeği, başlarda Kazım Koyuncu’yu merkeze alarak başlıyor, hepimizde bir Kazım Koyuncu hikayesi izleyeceğimiz izlenimini uyandırıyor ancak daha sonra iki kurgusal karakterin, futbolcu Şenol ve oğlunu tedavi ettirebilmek için Türkiye’ye gelmiş, gelince de fahişelik yapmak zorunda kalmış olan Elena’nın imkansız aşkının peşine düşüyor. Bir yan hikayede de, Trabzonspor amigosu olan, Şenol’un ağabeyinin ‘ibret dolu öyküsü’ var.

Filmi daha fiyakalı göstermek adına gerçeklikten bazı kopmalar yapılmış. Örneğin 135.000 $’a çıktığı söylenen reaktör patlaması sekansı… Bilgisayar efektleriyle yapılan bu sekansta reaktör patladıktan sonra, Hiroşima’dakine benzer bir mantar bulutu oluşuyor ve Trabzon’dan dahi görünüyor bu patlama… Oysa Çernobil reaktöründeki patlama ‘buharlaşma’ şeklinde yani bu türden bir nükleer bulut oluşumu olmadı. Yine film, Kazım’ı siyasi sebeplerle memleketine kaçmak zorunda kalmış bir militan gibi tasvir ediyor ve burada ailesinin yanında ölmüş gibi gösteriyor ancak Kazım Koyuncu İstanbul’da bir hastanede öldü. Yani bize Kazım Koyuncu’yu hatırlattığı için teşekkürler ancak onun hikayesi burada anlatılan değil.

Bu kadar çok karakter üzerinden hepsi de dram yüklü hikayeler anlatmak ancak çok usta sinemacıların altından kalkabileceği bir iş. Yiğidi öldürüp hakkını yemeyelim; abartılı sinematografisine ve kurgudaki muazzam kopmalara rağmen Onur Aydın elinden geleni yapmış, Adanalı festival seyircisinin ödüllendirdiği filmi çekmeyi başarmış ancak Yağmur Kıyamet Çiçeği’nin Kazım Koyuncu’nun adıyla pazarlanmasını çok da samimi bulmuyorum.

Kötü filmlerin bile iyi tarafları vardır; bence Erkan Kolçak Köstendil, futbolcu ve aşık Şenol rolünde inanılmaz! Adana’da onun oyunculuğuna bir ödül beklerdim ve bu mutlak hakedilmiş bir ödül olurdu. Yılların oyuncusu Altan Erkekli’ye nasıl ‘şiveli’ konuşulur dersi veriyordu. Bu arada izlediğim her 5 festival filminin 3’ünde yan rollerden birinde Settar Tanrıöğen’i görmekten artık sıkıldım.

Birgün birilerinin Kazım’ın hikayesini sinemalaştırmasını çok isterim. Çocukluğunu, İstanbul’a gelişini, müzisyen oluşunu, müziğini Karadeniz ezgilerini, sevmeyenlere bile sevdirmesini, ancak sizi temin ederim ki, Yağmur Kıyamet Çiçeği o film değil… Burada ince bir hesap var sanki; Karadeniz insanını etkileyecek ne varsa tıkıştırılmış yamalı bir bohça gibi duruyor film. O sayede gişe yapmanın formülünü arıyor gibi…

Evet, bu şekilde lanse edildiği için Yağmur Kıyamet Çiçeği’ne, “Kazım’ın filmi” diye giriyorsunuz ama izlediğiniz şey Yeşilçam zamanlarından kalma bir duyguyla çekilmiş Karadeniz usulü bir Vesikalı Yarim hikayesinden fazlası değil. Kazım’a böyle yapmak, onun ismini bir ürün cazipleştirme yöntemi olarak kullanmak oldu mu? Bence olmadı!


''Ölülerle memleketi kurtarmak isteseydim, ömrümü mezarlıkta geçirirdim. Bana dirin lazım. ''

– Nasılsın..
– …. evlendim ben.

Oğlum, sana çok eziyet ettiler mi?

– Acep diyorum mapusdamı hastalandı bu çocuk.
– Sen nerden biliyorsun.
– Ana yüreğidir. Bilir. Süzer..

ya%C4%9Fmur3.jpg


Kazım Koyuncu bu filmin neresinde???

Aslında reklamı Kazım'ın üstünden değilde Trabzonspor adına yapılsaydı çok daha fazla izlenir ve hakkettiği yeri alırdı Türk sinema tarihinde ama öyle olmadı. Ticari kaygılar sinema sevdasının önüne geçtiği için olmadı. Baştan sona izlerken zaman zaman bitse de gitsem dediğim ama yine de verilen emeğe saygımdan dolayı oturduğum koltuğu bir türlü terkedemediğim filmlerden biriydi. Çok daha farklı olabilirdi ama işte Yeşilçamın kaderi belli neyi, nasıl, ne kadar yapmak istedikçe bazen olmaz hem de öyle güzel olmaz ki '' Bir film ancak bu kadar güzel olmayabilirdi'' dersiniz..
 
Nereyi-%C4%B0%C5%9Fgal-Edelim2.jpg



ŞİMDİ NEREYİ İŞGAL EDELİM?



Vizyon tarihi: 15 Temmuz 2016
Süre: 2s
Yönetmen: Michael Moore
Oyuncular: Michael Moore
Tür: Belgesel
Ülke: ABD

Özet ve Detaylar

Yönetmen ve senarist Michael Moore 6 yıldan sonra çektiği ilk film olan Where to Invade Next'te Amerika'nın askeri düzenine odaklanıyor. Amerika'nın denizaşırı ülkelere yaptığı görevleri ve onların kaynaklarını eleştiriyor. Film, Toronto Film Festivali'nde prömiyerini gerçekleştirdi.

BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ

Siz şimdi bu yazıyı okuyacaksınız falan, belgesel sinemanın kalburüstü ürünlerinden birine dair birkaç kelamın hakkını vermeye çalışacaksınız. Ama dünyanın çivisinin çıktığı, en son Fransa’nın Nice kentinde gene bir katliamın yaşandığı çevrenize baktığınızda bunların pek de anlam ifade etmediğini düşüneceksiniz, tıpkı benim gibi. Buraya yazılan cümlelerin sizi hiçbir yere götüremeyeceğini, hiçbir şekilde ‘güvende’ hissettiremeyeceğini söyleyeceksiniz kendinize. Ama ‘karanlık’ı ‘aydınlık’a çevirmenin anahtarının ‘umut’ olduğunu ve o umudun peşinden hayatınız boyunca koşmanız gerektiğini de bileceksiniz bir yandan, tıpkı benim gibi. Bu paradoks, belki de bizi ‘insan’ yapan yegâne şey, çelişkilere hapsolmuş ruhumuzun bize dayattığı ve bizim de ‘gönüllü’ olarak kabullendiğimiz...


Evet öyle, bu paradoksla yaşamayı biliyoruz biz insanlar ve bunun gerektirdiği ‘umut’la içli dışlı olmayı da. Durum böyle olunca, herhangi bir sanat eserini “Dünya bombok!” diyerek elimizin tersiyle itme gibi bir lükse sahip değiliz. ‘Tutunmak’, belki de böyle bir şey, her şeye ve herkese tutunmak...

Nazlandığımı falan sanmayın, yazıyı kaleme almayı geciktirdiğimi. Şu anki ruh halimle önce birkaç giriş cümlesi kurma ihtiyacı duydum sadece. Kutuplaşan dünyanın hiç olmadığı kadar ‘aşk’a ihtiyacı var bu dönemde ve bunun için de biz ‘insan kalanlar’ın ona sıkı sıkıya tutunması lazım. ‘İnsan olamayanlar’ın sayısını giderek azaltıp kendimize ‘çoğunluk’ diyebileceğimiz gün gelene kadar, daha doğrusu sonsuza kadar...

İki cümlelik ‘boşalma’ sayıklamalarından sonra gelelim Michael Moore’un “Şimdi Nereyi İşgal Edelim?”ine (Where to Invade Next)... Moore, bildiğiniz gibi memleketi ABD’yi pek sevse de onu her filminde yerle bir etmeyi alışkanlık haline getirmiş durumda. ABD’nin neredeyse bütün politikalarına karşı açtığı bayrak, filmlerinde alabildiğine ‘sert’ ve bir o kadar da ‘ironik’ bir ses tonuyla hayat buluyor. “Şimdi Nereyi İşgal Edelim?”de bu tondan bağımsız bir belgesel değil...

Sezgilerinden ziyade duygularıyla hareket eden bir adam Michael Moore, onca yıldır ABD’nin ‘daha iyi bir yer’ olabileceğine dair umudunu kaybetmemiş. Çektiği filmlerde bunun tam tersi bir izlenim edinsek de ülkesinin ‘iyilik’le anılacağını günü umutla bekliyor sanki. Ve bu umudunu “Şimdi Nereyi İşgal Edelim?”le belli bir oranda da olsa ete kemiğe büründürüyor.

Ekibini toplayıp Avrupa’yı (bir de Tunus’u) ‘işgal ediyor’ Michael Moore bu belgeselde. İşgalin sebebi de şu: ABD’nin, hiç bitmeyen işgalleriyle içine ettiği dünyanın geri kalanından ‘bir şeyler’ alıp kendisini düzeltmeye ihtiyacı var. Bu şekilde devam ederse ‘yalnız güç’ olarak dibe doğru gitmeye mahkûm çünkü. Moore da bunu önlemek için bavulunu toplayıp Avrupa’ya uçuyor, İtalya’dan başlamak üzere.

Vardığı ilk yer İtalya söylediğimiz gibi. Orada önce ‘aşk’ı, ardından da ‘doğum’u inceliyor. Ülkenin çalışma koşullarının ‘aşk’ı, daha doğrusu insanların birbirine ‘temas’ etmesini destekleyen tavrı büyülüyor yönetmeni. Ve tabii ki hemen orayı işgal edip bu fikri ABD’ye götürmeye karar veriyor. Sonrasında Avrupa’nın birçok ülkesini daha işgal ediyor, yanlarına Tunus’u da ekleyerek. ‘Örnek’ uygulamalar hakkında detaylı bilgiler alıyor, uzmanlarla ve politikacılarla görüşüyor.

İstediğini yapma konusunda ‘cahil cesareti’ne sahip olan ABD’nin aksine, halkın ne istediğine odaklanıyor Avrupa ülkelerinin çoğu. Halkın talepleri ve mutluluğu önceleniyor. Devletin eylemlerinin merkezinde hep ‘insan’ var, hiçbir zaman kendini öncelemiyor devlet, en azından birçok meselede. Halk ‘mutlu’ olursa ben de daha ‘güçlü’ olurum diye düşünüyor, mutsuz insanlar topluluğunu yönetmek istemiyor.

Yoluna çıkan ve kendisini alabildiğine etkileyen ‘insan odaklı’ uygulamalar, Michael Moore’un da ufkunu açıyor. Yıllardır sürdüregeldiği mücadelenin hakkını veren toplumların varlığıyla ‘iyimser’ bir tona kavuşuyor. Giderek tüketilen umudun yeniden yeşerdiğini görüyoruz onun gözlerinde, çevresinde olup bitene saygı ve hayranlıkla bakıyor. Saygıyı o derece ileri götürüyor ki, alıp ABD’ye götürmeye çalışıyor sistemleri. Tabii ki o da çok iyi biliyor bunun ol(a)mayacağını...

Ortada bir yerlerde durmak, Michael Moore’un hiçbir zaman yap(a)madığı bir şey. “Şimdi Nereyi İşgal Edelim?”de de durum pek farklı değil. Her zamanki gibi ‘taraflı’ Moore ve bu tarafı belli etmek için de elinden geleni yapıyor. Tarafı mı? ‘İnsan’dan taraf o, insanlıktan ve insan onurundan. İnsan onurunun ezilmeye, sindirilmeye, hiç edilmeye çalışıldığı her sistem de onun ‘düşman’ı. ABD’nin (aslında devletin) de bu anlamda ‘birinci düşman’ bellendiğini söylemekse yanlış olmaz sanırız.

Resmin içinde bir oraya bir buraya koştururken gördüğümüz Moore, ‘âşık bir çocuk’ gibi adeta. Gördüğü her şey çarpıyor onu, bizi de aynı zamanda. Türkiye’nin de belgeselde gördüğümüz ‘güzellikler’den nemalanmadığını, insanlarının bu tür ‘iyilikler’le muhatap olamadıklarını düşününce Michael Moore’un heyecanını daha iyi anlıyoruz. Boşuna ‘Küçük Amerika’ denmiyor memleketimize, ABD’nin sosyo-ekonomik defolarının her birini ‘kopyalamak’ gibi bir alışkanlığımız var zira.

Uyutulan, kandırılan, manipüle edilen, olmayan bir ‘rüya’ya inanmaya zorlanan insanların gözünü açmaya çalışıyor Michael Moore. Kadın haklarından hukuk sistemine, ekonomik yapıdan cezaevi koşullarına, çocuk haklarından çalışma koşullarına, ayrımcılıktan ifade özgürlüğüne kadar, anlayacağınız ‘insan hakları’ denince aklınıza gelebilecek her şeyi ameliyat masasına yatırıyor bu filmle. ‘Amerikan Rüyası’nın yanıltıcılığını net bir şekilde yeniden gözler önüne seriyor.

Moore’un “Şimdi Nereyi İşgal Edelim?”de bir miktar esnediği yerse, ülkesi ABD’nin Avrupa’daki birçok enfes uygulamanın köklerini oluşturduğunu söylemesi. “ABD keşfediyor, Avrupa uyguluyor” diyor bir bakıma ve memleketini yerden yere vururken bir yandan da sırtını sıvazlıyor onun. Bu belgeseli izleyen Amerikalıların fazla zaman geçirmeden herhangi bir Avrupa ülkesine iltica talebinde bulunacakları da öngörülebilir. Kim bilir, belki bize de bir mesajdır Moore’un filmi!


simdi_nereyi_isgal_4.jpg
 
buyuk-hesaplasma-filmi-izle-heat-turkce-dublaj-300.jpg


HEAT

Yönetmen: Michael Mann
Oyuncular: Al Pacino, Robert De Niro, Val Kilmer
Tür: Polisiye, Dram, Aksiyon
Ülke: ABD


Özet ve Detaylar

Gerek içgüdüleri gerekse üstün zekasıyla, içerisinde bulunduğu her türlü suçtan arkasında kesin deliller bırakmadan, başarılı bir şekilde sıyrılmayı başaran Neil McCauley profesyonel bir hırsızdır. En az kendisi kadar yetkin hırsızlardan oluşturduğu çetesiyle altından kalkılması zor işlere kalkışıp minimuma yakın hasarla başarıya ulaşırlar. Her azılı suçlu vakasında olduğu gibi söz konusu hırsızın peşinde de hırslı ve takıntılı bir dedektif vardır. Dedektif Hana, şimdiye dek bu usta hırsızın zekasıyla başa çıkamasa da davayı çözmekte kararlıdır.

heat_1130_430_90_s_c1.jpg



Hiçbir ödül alamayan değil Oscar, Altın Küre adaylığı bile bulunmayan ve ödül törenleri açısından sıradan bulunan, bizlere filmin güzelliğinin ödülle belirlenemeyeceğini itina ile öğreten bir şaheser. Profesyonel oyunculuk ve senaryo bunu çok iyi aktardı. Replikler, oyunculuklar, kurgu, her şeyi ile göz kamaştıran bir film. Bu filmi izlememek gerçekten büyük kayıptır ve aynı zamanda bu ikiliye ayıptır. Mutlaka ölmeden önce izlemeniz gereken kült filmlerdendir. On numara film.

Tek kelimeyle muhteşem :)
 
Mindscape-699284370-large1.jpg



MİNDSCAPE

Yapımı : 2013 - ABD
Tür : Gerilim
Yönetmen : Jorge Dorado
Oyuncular : Mark Strong , Taissa Farmiga , Brian Cox , Indira Varma , Noah Taylor
Senaryo : Martha Holmes , Guy Holmes
Yapımcı : Jaume Collet-Serra , Peter Safran


Film Özeti


İnsanların hafızasına girmeyi becerebilen bir dedektif (Mark Strong), zeki ancak belalı ve tehlikeli 16 yaşındaki bir kız olan Anna (Taissa Farmiga) olayını inceler ve bir travma kurbanı mı yoksa sosyopat mı olup olmadığına karar vermeye çalışır.


mindscape_0399.jpg


Korku ve gerilim filmi severlerin ortak mağduriyeti, sırf bu zevk uğruna şimdiye kadar çok kötü filmlere maruz kalmalarıdır. Gerçekten bu kategorideki filmlerin prodüksiyon kalitesi genellikle çok düşük. Mindscape, psikolojik gerilime güzel bir örnek.

Mindscape’in başrollerinde yıllarca Andy Garcia ile karıştırdığım yakışıklı Mark Strong ve American Horror Story’nin sevilen oyuncusu Taissa Farmiga var. Kısaca filmin konusundan bahsedecek olursak, John (Mark Strong), insanların hafızalarına girip anılarına ulaşma yetkisi olan bir dedektif. Yeni dosya konusu Anna (Taissa Farmiga), açlık grevinde olduğu için ailesi tarafından bu konuya sebep olabilecek hatırasını bulmak üzere görevlendiriliyor. Anılara girdikçe işler değişiyor ve hem Anna hem de Anna’nın ailesiyle ilgili sırlar ortaya çıkıyor. Basit bir açlık grevi dosyası olarak başlayan iş, John’un bütün hayatını etkileyecek kadar ileri gidiyor.

Mindscape, konusu itibariyle psikolojik gerilim kategorisine giriyor. Filmin en iyi tarafı sizi izlerken sürekli bir tereddüt içerisinde bırakması. Bu anlamda kurgusu gayet güzel işlenmiş. Filmin sürükleyiciliğinden midir bilinmez biraz çabuk bitiyor hissi veriyor. Yaklaşık 1 saat 30 dakika süren filmin 15- 20 dakikası daha olsaymış olaylar biraz daha derin işlenebilirmiş.
 
Geri
Üst