Kur'an halkası...

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
97- KADR SURESİ

1. “Elbet onu kadir-kıymet gecesinde Biz indirmeye (başlamışızdır).
2. Bilir misin o kadir-kıymet gecesi nedir?
3. O kadir-kıymet gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.
4.5. Melekler, vahiyle beraber o gece inerler de inerler, Rablerinin izniyle, hayatın her alanına dair tarifsiz bir mutluluğun (formüllerini getirirler); bu durum, şafak atıncaya kadar sürer” (97 kadr 1-5)

1000 ay yaklaşık olarak 83 seneye tekabül etmektedir. Kadir gecesi, Kur’an ın indirilmeye başlandığı gece olduğu için 83 yıldan daha değerlidir. Vahyin içine indiği bir gece, bir ömürden daha kıymetli hale gelmektedir.

Yüce Allah Kadir gecemizi mübarek kılsın ve bizleri Kur’an dan ayırmasın…amin…
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
MUSTAFA İSLAMOĞLU

Yukarıdaki linkte " Vahyi Anlamaya Dair" adlı yazının tamamını bulacaksınız. Bilgisayarınıza indirip önemli gördüğünüz yerleri renklendirirseniz öğrendiklerinizin daha kalıcı hale gelecektir. Okuduktan sonra, önemli gördüğünüz konular üzerinde araştırmalar yaparsanız daha da kalıcı olacaktır. Kur'an a emek verirseniz Kur'an ın da size karşılık verdiğini göreceksiniz.

Kolay gelsin...
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Kur’an ve Ramazan

Zamanı ve insanı yaratanın, vahyi indirenin, zamanı ve insanı vahiyle şereflendirenin adıyla başlarım.

Zaman da, tıpkı insan gibi bir sır yumağı. Zaman yumağının içinde neyi gizlediğini ancak Allah bilir. Yaşanmış zamanın kaydını tutan, yaşanacak zamana dair hayaller kurup planlar yapan yegâne mahlûk insandır.

Zaman, insan ve vahiy…

Üçünün birleştiği nokta “şahitliktir”.

Allah zamana ve onu oluşturan parçalara yemin eder. “Asra yemin olsun… Soluklanan sabaha yemin olsun… Kuşluğa yemin olsun… Gündüze yemin olsun… Geçip gitmekte olan geceye yemin olsun… Şafağa yemin olsun…” Hepsi de vahiy olan bu yeminlerin maksadı, zamanın insana şahit olduğunu hatırlatmaktır. Bu hatırlatmanın bir amacı da insanın zamanı iyi, doğru ve verimli kullanmasıdır. Aksi bir durumda insan kendine ihsan edilen zaman nimetini aleyhine şahit kılmış olacaktır. Bu iki tür ziyandır: Birincisi zaman emanetini zayi etmek suretiyle, ikincisi onu aleyhte bir şahide çevirmek suretiyle.

Zamanı insana şahit tutan Allah, insanı da kendi zatına şahit tutmuştur. Kelime-i şahadet, bu şahitliğin en beliğ ifadesidir. Allah’a şahit olmaya çağrılmak bir şeref, hem de şereflerin en büyüğüdür. Zira Allah’a şahit olmak, şahitliklerin en büyüğüdür ve en büyük olana şahitliktir. En büyüğe şahit olmak, en büyük şerefe nail olmaktır. Zatıyla kaim, öncesiz ön ve sonrasız son, mutlak diri ve sonsuz varlık sahibi Allah’ın insanın şehadetinden elde edeceği hiçbir çıkarı yoktur. O zatına şahit tutmakla insanı onurlandırmak istemiş, ona bahşettiği akıl ve iradenin önüne sonsuz bir ufuk açmıştır. Değil mi ki Allah zu’l-me‘âric, yani “tekamül mertebelerinin sahibi”dir (70:3). İnsana da bu mertebelere yücelmesi için imkânlar sunmuş, fırsatlar bahşetmiştir.

Allah’ın bahşettiği bu yüceliş ve yükseliş imkânlarının en başında vahiy gelir. Vahiy de tıpkı zaman ve insan gibi şahittir. Şahit olduğu içindir ki vahiy kendisini mecîd, kerîm, ‘azîz gibi sıfatlarla takdim eder. Bu sıfatların hepsi de “fâil” (şahit) kipidir. İlahi kelam insana inmiştir ve insan o kelamı taşıyıp taşımadığından dolayı hesaba çekilecektir. Vahiy indiği insanın kendisine karşı davranışı hakkında şahitlik yapacaktır. “Yürüyen Kur’an” olan peygamberin “şahit” (şâhiden) olarak gönderilmesi de vahyin şahadeti bağlamında anlaşılabilir.

Evet, görüldüğü gibi zaman, insan ve vahyin her üçü de şahitlik noktasında birleşirler. Fakat bu üçlüden zaman ve vahiy insana şahittirler, insan ise Allah’a şahittir. İşte insanı müstesna kılan da budur. Bu yüzdendir ki zaman ve vahiy insan için, insan ise Allah içindir. İlahi hiyerarşi budur. Zamana mahkûm olmak ve maruz kalmak bu hiyerarşiyi bozmaktır. Zira bu durumda “zaman insan için” olmaktan çıkıp “insan zaman için” olmuş olur. Bu ise ilahi hiyerarşiyi bozmak, eşrefiyet listesine müdahale etmektir.

Şöyle bir sual gelebilir akla: “Bu hiyerarşide zamanın ve vahyin yeri neresidir?”

İşte Ramazan bize zımnen bu sualin cevabını verir. Bu cevabı vermesi için, Ramazan ayının değerini nereden aldığını ifade eden şu âyeti hatırlamamız şarttır:

“Ramazan ayı öyle bir aydır ki, insanlığa rehber olan (hidayet), bu rehberliğin apaçık belgelerini taşıyan (beyyinât) ve hakkı batıldan ayıran (furkân) Kur’an işte bu ayda indirilmiştir: Sizden biri bu aya ulaştığında oruç tutsun; hasta ya da yolcu olan kimse de başka günlerde iade etsin! Allah sizin için kolaylık ister, sizi zora koşmak istemez; oruç günlerinin sayısını tamamlamanızı, sizi doğru yola ulaştırdığı için O’nu yüceltmenizi ve şükretmenizi ister” (2:185).

Bu âyet, Ramazan ayını müstesna kılan sebebi açık ve net olarak gösteren âyettir. Bu sebep Kur’an’ın bu ayda indirilmeye başlanmasıdır. Bu hakikati Kadr sûresinin ilk âyeti de teyit eder. Ramazan Kur’an’ın doğum ayıdır. Kur’an vahyinin doğum günü olan Kadir Gecesi, Ramazan ayının içinde bir gecedir. Bu gerçek, Bakara sûresinin 185. âyetiyle Kadr sûresinin 1. âyetinin karşılaştırmalı okunması sonucu açık ve net olarak ortaya çıkar. Bu demektir ki, eğer Kur’an’ın indiği Kadir Gecesi Ramazan ayı içerisinde bir gece olmasaydı, Ramazan ayı kutsiyet ve bereket kazanmayacaktı. Ramazan tüm kutsiyet ve bereketini, vahyin inmeye başladığı geceyi içerisinde barındırdığı için almıştır.

Bu kutsiyet ve bereketin büyüklüğünü Kadr sûresi beyan eder:

“Elbet onu kadir-kıymet gecesinde Biz indirmeye (başlamışızdır).
Bilir misin o kadir-kıymet gecesi nedir?
O kadir-kıymet gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.
Melekler, vahiyle beraber o gece inerler de inerler, Rablerinin izniyle, hayatın her alanına dair tarifsiz bir mutluluğun (formüllerini getirirler); bu durum, şafak atıncaya kadar sürer” (97:1-5).

İndiği geceyi-günü bir ömre bedel kılan vahiy, indiği ayı da “Ayların Sultanı” olan Ramazan ayı kılmıştır. Ramazan “sözlerin sultanı”nı getirmeseydi, “Ayların Sultanı” olamazdı. Bu mübarek sûre muhatabından şu tesbit ve itirafı yapmasını ister: “İndiği geceyi bir ömre bedel kılan vahiy, benim hayatıma inerse, her günümü bir ömre bedel kılar. İçine vahiy inmiş bir ömrün bedeli ise yalnızca cennet olabilir!”

Demek ki, kutsiyet ve bereketin sebebi zaman değil vahiydir. Vahyin sebebi hidayet, yani “rehberlik”tir. Hidayetin sebebi ise tüm vahiylerin vasfı olan beyyinât ve furkân’dır. Beyyinât, “savunulan hakikati isbatlamak için yeterli olan apaçık belgeler” anlamına gelir. Furkân ise “iyiyi kötüden, hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, adaleti zulümden ayırmaya yarayan nitelik veya yetenektir”. Ramazan orucunu emreden Bakara 185. âyette Kur’an işte bu iki vasfıyla takdim edilir. Bu boşuna değildir. Zira vahiy muhatabına rehberlik etme (hidayet) amacını ancak bu iki vasfı sayesinde gerçekleştirir. Bunların birincisi olan beyyinât Kur'an'ın kendisinde olup karşısındakine sunduğu, ikincisi olan furkân ise muhatabında inşa ettiği bir niteliktir. Sadece Kur'an'ın inşa ettiği bir tasavvur ve akıl furkân olma vasfını kazanır. Böyle bir tasavvur ve akılla bakan bir göz ancak beyyinât'ın delalet ettiği hakikatleri yerli yerinde görür ve kavrar.

Bütün bunların ardından sorulması gereken can alıcı soru şudur: Kur’an’ın doğum ayı olan Ramazan’ın ihyası neden oruç olarak teşri kılınmıştır? Bir başka ifadesiyle: Kur’an’ın doğumu neden oruç suretinde kutlanmaktadır?

Bu can alıcı sorunun cevabı, aynı zamanda vahyin, onu anlamanın ve hayata aktarmanın da anahtarıdır.

Farsça “gün” anlamına gelen rûze’nin Türkçeleşmişi olan “oruç”un Kur’an lisanındaki karşılığı savm’dır. Savm, hem “tutmak” hem de “terk etmek” anlamını ihtiva eder. Kelimenin kök manası “yeme ve içmeden kesilmek, ağzı kapalı olmak, içine ilave bir şey almamak”tır. İştikak-ı ekberde “mutlak bütün, eksiksiz ve tam” anlamına gelen ilahi sıfat es-Samed, değeri sabit olduğu için altın anlamına gelen sâmit, yekpare ve som kaya anlamına gelen samed, ağzı kapalı olduğu için susmak anlamına gelen summ ve kuvvet ve cazibe merkezi manasındaki samd ile akrabadır.

Savm, “tutmak”tır. Lisanımızda “oruç tutmak” deriz. Namazı “kılarız”, abdesti “alırız”, zekâtı “veririz”, kelime-i şehadeti “getiririz”, hacca “gideriz”, orucu ise “tutarız”. Türkçemizdeki “tutma” oruç manasındaki savm’ın tam mukabili olmak hasebiyle, “oruç tutmak” tabiri “tutmayı tutmak” gibi bir karşılığa denk gelse gerektir.

Oruç tutmak, başta orucun tarafını tutmaktır. Yani, “Ben oruçtan yanayım, ben orucun tarafındayım!” demektir.

Oruç tutmak kendini tutmaktır. Başımıza ne geliyorsa kendimizi tutamadığımız için gelir. Günahların kökeni, öfkesini tutamamak, nefsini tutamamak, şehvetini tutamamak, dilini tutamamak vb. gibi sebeplere dayanır. Kişi orucu ne kadar tutarsa, oruç da kişiyi o kadar tutar. Kim orucun başını dik tutarsa, oruç da onun başını dik tutar. Oruç onu kula kul olmaktan koruyan bir kalkan, kulu kul edinmekten koruyan bir akıl olur. Bu anlamıyla oruç “aç kalmak” değil “beslenmek”tir. Aç bırakılan bedendir. Bunun anlamı insanın maddi yanının “ikincil” olduğunu vurgulamaktır. Birincil olan yanı akleden, düşünen, hatırlayan, öğüt alan, inanan, değer üreten, iyiyi kötüden ayıran yanıdır.

Kur’an’ın doğum ayı olan Ramazan’ın bedenin aç bırakılarak ihya edilmesinin nedeni burada ortaya çıkmaktadır. Bu neden, mü’minin akli ve ruhi melekelerini tahrik ve teşvik ederek onun anlama ve düşünme yeteneğini artırmaktır. Bunun Kur’an’la alakası açıktır: Bu suretle vahyin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmak. Zaten vahyi “okumak” da budur. Zira okumaktan maksat anlamaktır. Bir şey anlaşılmıyorsa, aynı zamanda okunmuyor demektir. İkra’ emri ilahisi, “oku” emrinden ayrı olarak bir de “anla” emrine muhtaç değildir. Okuyup anlamayı birlikte içerir. Alak sûresinin ilk inen âyetlerinde okumaktan maksadın “öğrenmek” (ta’lim) olduğu 4 ve 5. âyetlerde sarahaten ifade buyrulmuştur. İlk inen ikinci sûre olan Müzzemmil’deki Kur’an’ı tertil ile okuma emrinin gereği de budur. Tabii ki anlamaktan maksat yaşamaktır. Ne var ki, bir mesaj anlaşılmadan yaşanamaz.

İşbu nedenle Ramazan Kur’an ayıdır. Ramazan bize Kur’an’ı getirdiği için Ramazan’dır. Ramazanlarımız Kur’an’ı okuduğumuz, anladığımız, yaşadığımız ve yaşattığımız kadar mübarektir.

Elbet Kur’an’la ilişki Ramazan’a hasredilemez. Zaten Ramazan, vahyin Kur’an’ın “indiği” değil “inmeye başladığı” aydır. Kur’an bir Ramazan gecesi olan Kadir Gecesi inmeye başlamış ve bir neslin hayatını inşa edecek kadar uzun bir süre inişini sürdürmüştür. Vahyin etkisi indiği yıllarla sınırlandırılamaz. Her zaman ve zeminde indiği günkü gibi sayısız kadın ve erkeğin yüreğine hükmetmeye devam edecektir.

Vahiy ilahi bir inşa projesidir. Amacı, kendisiyle inşa olmuş insanlar aracılığıyla hayatı inşa etmektir. Ramazan’ın etkisi de tıpkı vahiy gibi sadece bir ayla sınırlandırılamaz. Ramazan getirdiği mana iklimini mü’min muhatabının tüm ömrüne yaymak ve onun ömrünü Ramazan kılmayı amaçlar.

Unutulmaması gereken hakikat şudur: Ömrü Ramazan olanın âhireti bayram olur. O bayram cennetin ta kendisidir. Böyle birinde Ramazan şu sözü söyleme şuurunu inşa eder: Küfre, şirke ve zulme karşı orucumu bozarsam, keffaretim cehennem olsun!

Mustafa İslamoğlu (Kur'ani Hayat Dergisi)
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Kur’an ve Ramazan

Kur'an'da Ramazan ayından söz eden ayet (2.185) biri diğerinin sebebi olan iç içe geçmiş unsurlardan oluşur. Buna göre:

1. Ramazan'ın sebebi Kur'an'dır.
2. Kur'an'ın sebebi hidayet, yani rehberliktir; hem de bütün bir insanlığa.
3. Hidayetin sebebi "beyyinât" ve "furkân"dır. Hidayet ancak bunlarla gerçekleşir.

Beyyinât, "tezini isbata yeterli olan hakikatin apaçık belgeleri" anlamına gelir. Furkan ise "hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, adaleti zulümden, iyiyi kötüden seçip ayırma niteliği ya da yeteneği" anlamına gelir. Kur'an'ın rehberliği ancak beyyinat ve furkan ile gerçekleşir. Bunların birincisi olan beyyinat Kur'an'ın kendisinde sunduğu, ikincisi olan furkan ise muhatabında inşa ettiği bir niteliktir. Ancak Kur'an'ın inşa ettiği bir tasavvur ve akıl "furkan" olma vasfını elde eder. Böyle bir tasavvur ve akılla bakan bir göz ancak beyyinat'ın delalet ettiği hakikatleri yerli yerinde görür ve kavrar. Fakat bunun ilk ve olmazsa olmaz şartı Kur'an'ın nesneleştirilmesidir ki, maalesef bu böyle olmuştur. Vahyin inşa edici bir özne olmaktan çıkarılıp 'kutsal nesne' haline getirilmesi üç aşamada gerçekleşti:

Birinci aşama: Lafız mânâ ve maksattan oluşan vahyin makro ayağı olan "maksat" ihmal edilerek, vahiy lafız ve manaya indirgendi. Oysa lafız ve mânânın hakemi maksat idi. Hakem dışlanınca, ilahi vahyin muradını anlamak güçleşti. Yalnız lafız ve mânâya dayanarak anlama çabaları, bir takım anlama sorunlarına kapı açtı. Maksadı göz ardı edilen vahyin, inşa edici bir özne olmaktan çıkarılması doğaldı. Çünkü inşa edicilik doğrudan vahyin maksadıyla alakalıydı.

İkinci aşama: Lafız ve manaya indirgenen vahyi anlama işi, bu kez ikinci ayağından da mahrum kalarak sadece lafza indirgendi. Bu, yukarıdaki şekilde başlayan sürecin doğal sonucuydu. Bu sonuç ise, anlamın kendi kendini üretmesine engel oldu. Vahyin muhatapları vahiyle diyalog kurmak, onu diyalojik bir tasavvurla "okumak" yerine, onu "tilavet" ettiler. Bu aslında, anlamın yokluğundan doğan açığı, lafızla kapatmak
demekti.

Üçüncü aşama: Vahiy sadece lafza indirgenince, Kur'an da sadece "mushaf"a indirgendi. O artık inşa eden bir özne değildi. Çünkü o muhataplarını değil, muhatapları onu 'yüceltiyorlardı'. Oysa ki vahiy kendiliğinden yüceydi ve onun insan tarafından yüceltilmeye değil, anlaşılmaya ve yaşanmaya ihtiyacı vardı. Vahyi nesneleştiren muhataplar, onu nesneleştirmenin bedelini "yücelterek" ödeme çabası içine girdiler. Bu adeta vahye verilmiş bir "sus payı"na dönüştü. O muhataplarının hayatından bir şeyleri imha edip yeni bir şeyler inşa etmeyecek, muhatapları da vahyi ne kadar becerebilirlerse o kadar yükseğe kaldıracaklardı.

Yeri gelmişken belirteyim: son yıllardaki "Kur'an okuma ve anlama" çabaları, ne yazık ki yukarıda aktardığım süreci tersine çevirememiştir. Hatta, klasik dönemlerdeki bu sürecin tam ters dönmüş modern bir versiyonu haline gelmiştir. Çünkü bu çabalar vahyi inşa edici bir özne haline getireceği yerde, vahyi üzerinde beyin fırtınalarının estirildiği, zihin egzersizlerinin yapıldığı bir "yap-boz" haline getirmiştir. Sonuçta modern tasavvurla klasik tasavvur aynı gözede, vahyi nesneleştirme gözesinde buluşmuşlardır. Bu süreçte vahyin yönü yüz seksen derece değişmişti. İnşa edici olarak vahiy yukarıdan aşağı inen bir hitab iken, özneleşen vahiy aşağıdan yukarıya ruh taşıyan bir "uçan halı" haline getirilmişti.

Kur'an algısında meydana gelen bu tarihi kırılma, özetle şöyle gerçekleşti:

Anlam hayatın içinde 'üretilemeyince' form tüketildi. Tüketilen form inşa edici özelliğini yitirmeye başladı. Buradan sonra tüketenlerin kimliğine göre ikiye ayırmak gerekiyor: Birincisi hissi nesneleştirme, ikincisi aklî nesneleştirme…

Hissi nesneleştirme hepimizin malumu: Anlam tükenince form yüceltilir. Yüceltilen form, makulün değil mahsusun konusu haline gelir. Mahsusun konusu olan kutsal bir form ise, anlaşılmaz tilavet edilir, yaşanmaz
fetişleştirilir.

Aklî nesneleştirme ise, malum olmanın ötesinde bizim neslimizce "bittecribe sabit" olan bir algı türü: Mahsusun karşısında yer almıyor, çünkü "makul" değil, sadece "akılcı". Diğerinin tam karşısında yer alıyor, dengesizliğin karşı kutbunda yani. Asıl zaafı, vahyi kişiliğini inşa edici bir özneye dönüştürememek. Çünkü, algı biçimi yanlış. Tıpkı, hissi algıda olduğu gibi, bu algının yanlışı da nesneleştirme. Tek fark var, o da "hissi" değil "akli" olması. Vahyin nesneleştirilme hikayesi, yolcunun rehbersiz kalma hikayesidir.

"Kur'an'ı sana nazil oluyormuş gibi oku!" Bu kadim tavsiye, bütün Kur'an okuma kılavuzlarının bir numarası olmak zorundadır. Bunu söylemek kolay. Fakat, ya gerçekleştirmek? Tahmin ettiğiniz gibi zorun da zoru. Yani "adam" işi. Bunu gerçekleştirmek için önce ortada bir "sen" olmalı. Yani kendi kendinin farkında bir "ben". Varlığını idrak etmiş bir ben. Bu idraki gerçekleştirmek için varlık sancısı çekmiş bir ben. Bu sancıyla kendi kendini doğurmuş bir ben. Ortada bir ben varsa, her benin bir de hakikat meselesi vardır. Dile dokununca "dil"i yakan, yani yüreği yakan bir meseledir bu. Ben ve hakikatin bir araya geldiği yerde, bir yolculuktan söz ediliyor demektir. Bitimsiz bir yolculuktan… İnsanın kendisini sırtlanıp yola koyulduğu yolculuktan… Benden yola çıkıp sonunda yine bene vardığı yolculuktan… Yürümekle varılmayan fakat varanların yürüyenler olduğu bir yolculuktan…

Harita: vahiy
Rehber: Peygamber
Pusula: akıl
Azık: ibadet
Binek: servet

Yolcunun akıl pusulası, sahte manyetik saptırıcılardan korunmalı ki, istikamet açısında bir sapma olmasın. İstikamet açısındaki milimetrik bir sapma, her adımla büyüyecek, sonunda kilometrelere tekabül edecektir. İstikamet açısı sapmış bir yolcuyu, her attığı adım, maksadına yaklaştıracağı yerde uzaklaştırır. Bu tıpkı cahilin dindarlığına benzer. Cahilin dindarlığı arttıkça sapması da artar. İşte bu nedenle her namazın farzı olan "istikbal-i kıble", aslında bir istikamet kontrolüdür. Peki, akıl pusulası manyetik tuzaklardan ve sahte saptırıcılardan nasıl korumalı? İşte bu noktada, Ramazan'ın sunduğu imkana başvurmak gerek. Dahası, Ramazan'ı bize bir imkan olarak sunan maksada, yani vahye başvurmak gerek. Kur'an'ı bir fetiş nesnesi olmaktan çıkarıp, hayatı inşanın bir numaralı öznesi bilmek gerek.

Vahiy, ilahi bir inşa projesidir. Bu projeyi vahiy, tasavvurunu, aklını, şahsiyetini inşa ettiği insanlar eliyle gerçekleştirir. Dün bunu mükerreren yaptı. Dün yaptığı şeyi bugün de yapar. Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek isteyenlere rağmen yapar. Bu, ilahi bir emanet olan vahye sadakatin gereğidir. Varoluş amacına uygun bir hayatı inşa etmekle görevli olan insan, bilinen tarihi içerisinde kendisine verilen bu emanete her zaman sadık kalamamıştır. İnşa sorumluluğunu yerine getirme konusundaki her ihmal ve başarısızlık, insanoğluna pahalıya patlamıştır. Tüm peygamberler ve onlarla gelen ilahi mesajların nihâi amacı, insana unuttuğu ya da kasten terk ettiği inşa sorumluluğunu hatırlatmaktı. Emanete ihanet anlamına gelen her sorumsuzluk, sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarda ahlaki yozlaşmayı derinleştiriyor, uyarıcılarını dinlememekte direnen toplum kendi kendisini çöküşe mahkum ediyordu.

Allah-insan diyalogu anlamına gelen tüm ilahi vahiylerin zirvesini temsil eden Kur'an vahyi, rehberliğin kişilerden ilkelere geçtiğinin de habercisiydi. "Peygamberlerin sonuncusu"na gelen son vahiy olmasının anlamı da buydu. Bu aynı zamanda modern zamanların hangi istikamette gelişeceğini haber veren ilahi bir işaretti. İnsanlığın gelecekteki yönelişlerinin artı ve eksilerini göstermesi açısından da hayli anlamlıydı. Hayata sürekli müdahil olan bir Allah inancı, modern hayatı da, Allah'ın kozmik planı haricinde telakki etmemeyi gerektirir. Kur'an'ın telkin ettiği iman da budur. Modern hayat bu perspektifle okunduğunda, insanlık tarihinin en büyük şanssızlığı olduğu gibi, en büyük şansı olma potansiyelini de içinde taşır. İnsanlık, tarihinin hiçbir döneminde modern dönemlerde olduğu kadar küresel bir sapmanın kurbanı olmamıştı. Fakat bu insanlık ailesine, tarihinin hiçbir döneminde tahayyül edemediği küresel bir istikamet tayini imkanını da birlikte sunmaktadır. Bu imkanın kullanılması, imana bağlıdır. Tüm Ramazanların kendisini takviye için teşri kılındığı imana. Her mümin Ramazan'la ilişkisini bu imkanı kullanma açısından da gözden geçirmelidir. Ramazan var oldukça, vahyin hayatı inşa umudu da var demektir.

Peygamberimiz'in Ramazan hakkındaki hadislerini bütüncül bir okumaya tâbi tuttuğumuzda, şu ilginç sonuçla karşılaşırız: Ramazan, etki alanı belli mekan ya da belli insanlarla sınırlı olmayan küresel bir imkandır. Hz. Peygamber'in "küresel bir imkan" olarak tasavvur ve takdim ettiği Ramazanı, bırakınız yer kürenin tümü için bir yeniden inşa seferberliğine dönüştürebilmeyi, kendi yüreğimiz, kendi insanımız ve kendi topraklarımız için bile bir yeniden inşa seferberliğine dönüştüremiyoruz. Bu toprakların yersizleri tarafından Ramazan'a karşı her yıl "psikolojik savaş" taktikleri kullanılarak düzenlenen suikastlar, Ramazan'ın taşıdığı müthiş potansiyeli "yerlilerden" daha çok "yersizlerin" fark ettiğini gösteriyor. Dahası bu, "yerlilerin" Ramazan'ın taşıdığı imkanların henüz çok azını kullanabildiğinin göstergesidir.

Bu imkanlar sadece akidevi ve dini olanla sınırlı değil. Bunların yanına siz, Ramazan'ın sunduğu sosyal ve ekonomik imkanları da ilave edebilirsiniz. Ramazan'ın sunduğu imkanlar, sadece yaralı imanların ve tarumar olmuş yüreklerin tamiri için değil, ahlaki çözülmeye maruz kalmış toplumsal, ekonomik ve siyasal yapının tamiri için de istihdam edilebilir. Bunun için olmazsa olmaz şart, gürül gürül çağlayan Ramazan ırmağını Kur'an'ın inşa ettiği bilinç tribününe yönlendirerek enerjiye çevirmektir. Çünkü Ramazan'ın taşıdığı potansiyel, Kur'an olmadan tümüyle kinetize edilemez.

Vahiy, Allah-insan diyalogunun Allah'tan insana olan sürecini ifade eder. Şöyle ki: İslam, Allah'a teslimiyetin hayata dönüşmüş biçimidir. Bu teslimiyet, bu dünyada silmi (barış), öte dünyada selameti (ebedi mutluluğu) getirecek bir teslimiyettir. Bu teslimiyetin zemini, insan bilincinin en rafine halini ifade eden "sorumluluk bilinci", yani takvadır. Sorumluluk bilincinin en düşüğü, insanın eşyaya karşı sorumluluğu; zirvesi ise, insanın Allah'a karşı sorumluluğudur. Sorumluluk bilincinin bizatihi kendisi, insanın, insanda, insanca gerçekleştirdiği en temel inşa hareketidir. Bu inşa hareketinin istikameti, önce aşağıdan yukarıya doğrudur. Yani insandan Allah'a ulaşan bir bilinç yolculuğudur. Bu yolculuğun son durağı Allah'a karşı sorumluluk bilincidir. İşte o noktada inşa hareketi yukarıdan aşağıya, Allah'tan insana bir seyir takip ederek inşa seferi tamamlanır. İnşa seferi, yani miraç ve nüzul…

Bu çıkış ve iniş, Kur'an'ın insan-Allah ilişkisini tanımlarken en çok dile getirdiği kavramlardan biri olan "zikr"in de hakikatidir: "Haydi, siz beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim." (2.152) Bu çift yönlü zikir, çift boyutlu muhteşem bir inşa seferidir:

Aşağıdan yukarıya doğru çıkan duâdır. Yukarıdan aşağıya doğru akan icabettir.
İnsandan Allah'a doğru yükselen ubudiyyettir. Allah'tan insana doğru inen uluhiyyettir.
İnsandan Allah'a doğru yükselen sorudur. Allah'tan insana doğru inen cevaptır.
İnsandan Allah'a doğru yükselen bilinçtir. Allah'tan insana doğru inen vahiydir.
İnsandan Allah'a doğru yükselen kesrettir. Allah'tan insana doğru inen vahdettir.

Evet, vahiy ilahi bir inşa projesidir. Yürüyen ayet olan insan da, insanı çepeçevre kuşatan tabiat da, bir ilahi inşa ürünüdür zaten. İlahi inşanın nesnesi olan insan, vahyin kılavuzluğunda, hayatın inşasının öznesi olacaktır. Bunu, kendisine boyun eğdirilen tabiatı kullanarak yapacaktır. Artık insan ilâhî hitabın eseri, hayatın ise müessiridir. Vahyi taşıma sorumluluğu insana verilmiştir. Allah insanla konuşmuş, insanoğlunun tarihi Allah-insan diyaloguyla oluşmuştur. İnsan Allah'ın kulu, yeryüzünün ise efendisi kılınmıştır.

Ramazan, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan, âlemlere rahmet Hz. Muhammed (s) aracılığıyla, bütün bir insanlığa gelen vahyin iç dünyamızı tamir ve inşa mevsimi değilse, nedir?

(Mustafa İslamoğlu)
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
1. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.

2. Oruç, sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Oruca gücü yetmeyenler ise bir yoksul doyumu fidye verir.[1] Bununla birlikte, gönülden kim bir iyilik yaparsa (mesela fidyeyi fazla verirse) o kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.

3. (O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa, onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir.

4. Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.

5. Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı.[2]Onlar, size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz.[3] Allah, (Ramazan gecelerinde hanımlarınıza yaklaşarak) kendinize zulmetmekte olduğunuzu bildi de tövbenizi kabul edip sizi affetti. Artık eşlerinize yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazıp takdir etmiş olduğu şeyi arayın. Şafağın aydınlığı gecenin karanlığından ayırt edilinceye (tan yeri ağarıncaya) kadar yiyin, için. Sonra da akşama kadar orucu tam tutun. Bununla birlikte siz mescitlerde itikâfta iken eşlerinize yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın koyduğu sınırlardır. Bu sınırlara yaklaşmayın. Allah, kendine karşı gelmekten sakınsınlar diye, âyetlerini insanlara böylece açıklar.
(2 bakara 183-187)

Yüce Rabbim tuttuğumuz oruçları kabul eylesin...amin...

---------------------------------------------------------------------------------------

[1]. Ramazan orucu, ergenlik çağına ulaşmış, akıllı her müslümana farzdır. Hastalık, yolculuk, kadınlara has özel hâller gibi meşru sebeplerle Ramazan ayında oruç tutamayanlar, bu oruçları şartların elverişli olduğu başka zamanlarda kaza ederler. Mazeretsiz olarak oruç tutmayanlar, büyük günah işlemiş olurlar. Aşırı yaşlılar ya da iyileşmez hastalar, bu sebeple oruç tutamazlar ve bu oruçları kaza etmekten de ümit keserlerse, oruçsuz geçirilen her gün için bir fidye verirler. Fidye tıpkı fıtır sadakası gibi, bir fakiri bir gün doyurmak ya da bunun bedelini vermektir.
[2]. Tefsir kaynaklarının aktardığına göre, orucun farz kılındığı ilk dönemlerde müslümanlar, oruç tutacakları zaman sadece güneş batımından yatsı namazını kılıncaya ya da uyuyuncaya kadar yiyip içebiliyorlar; cinsel ilişkide bulunabiliyorlardı. Kısaca imsak, yatsı namazından ya da uykuya dalınmasından itibaren başlardı. Âyette, yatsı namazından ya da uykudan sonra cinsel ilişkinin oruca engel olmadığı vurgulanmaktadır.
[3]. Âyetin bu kısmında, güçlü bir anlatım üslubu içinde, karı koca arasındaki ilişkinin tabiatı ortaya konmaktadır. Elbise ve örtü insanı nasıl soğuktan ve sıcaktan korur, kusurlarını örterse; eşler de birbirlerine karşı öyle koruyucu, kollayıcı ve bağlı olacaklardır.
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Ömrü Ramazan Olanın Ahireti Bayram Olur ...MUSTAFA İSLAMOĞLU


“Ömrüne yemin olsun ki…” Siz hiç birinin ömrüne yemin ettiniz mi?

Ama Allah etti. Elçisinin ömrüne yemin etti (15:72). Bunun açılımı “Harap olmuş ruhları imar ve inşa etmeye adanmış ömrün şahit olsun ki” demekti.

İnsan hayatına “ömür” denilmesi, insanın mâ hulika leh'inin (yaratılış amacının) imar ve inşa olduğunu gösterir. İnsan hayatı, hem o hayatın sahibini mamur etsin, hem de o hayatın sahibi çevresini ve geleceğini mamur etsin diye “ömür” adını almıştır.

“Umre” ibadeti de aynı kökten. Ömrü imar ettiği için “umre” denilmiş. İbn Haldun'un “medeniyet” yerine kullandığı 'umran kavramı da öyle. Zira medeniyet, bir “imar ve inşa seferberliği”dir.

Ömür Ramazan olur mu?

Hayat “ömür” olursa, ömür de ramazan olur. Yani: hayat hem sahibini hem de başkalarını imar ve inşaya adanırsa, işte o zaman ömür Ramazan olur.

Zaten Ramazan'ın ve bir Ramazan'la gelen Kur'an'ın amacı da budur. Kur'an'ın doğum ayını oruç suretinde kutlamamızın sebebi bellidir: İnsani yanımızı öne çıkarıp beşeri yanımızı arkaya çekmek. Akleden kalbimizi öne çıkarıp, içgüdülerimizi ve şehvetimizi arkaya çekmek.

Zira vahiy anlaşılsın, öğüt alınsın ve yaşansın diye indirilmiştir. Vahyin sahibi Allah, kelamını “Düşünen bir topluma” ithaf etmiştir. “Doğrusu Biz bu Kur'an'ı öğüt için kolaylaştırdık; şu halde yok mu öğüt alan?” diye tek bir surede tam beş kez sormuştur. “Kur'an'ın maksadı üzerinde derin derin düşünmezler mi?” diye sitem etmiştir. Kur'an'ın bir Ramazan'da inmeye başladığını söyleyen ayet, vahyin amacını şöyle ortaya koyar: “o, insanlık için bir rehberliktir; bu rehberliğe ve doğruyu eğriden ayırmaya dair bir belge ve bilgi kaynağıdır”.

Ömrün Ramazan olması için indiği geceyi ömre bedel kılan vahyin hayata inmesi şart. Değilse insan ziyandadır. Bunun en güzel özetini Asr suresi veriyor:

1. 'Asr şahit olsun ki…

'Asr “bir şeyin özünün posasından ayrılması için sıkılmasını” ifade eder. Yani, bir şeyin hasat ve hasılatını almaktır. Gündüzün hasılat vakti olduğu için ikindiye 'asr denilir. Hasadı tam alınmış bir hayatı ifade ettiği için yüzyıla 'asr denir. İnsanlık tarihinin olgunluk dönemine tekabül ettiği, dolayısıyla hasat ve hasılat zamanı olduğu için “ahir zamana” 'asr' denir. Dahası, tüm ömürlerin hasadının devşirilip hasılatının alındığı “hesap gününe” 'asr' denir. Şu halde, bu ayetin muhtemel anlamları şudur: “İnsan soyunun hasılat zamanı” veya “İnsanlığın ikindisi olan şu son çağ” ya da “Son vahye mazhar olan ahir zaman şahit olsun ki…”

2. Elbet insanoğlu tarifsiz bir kayıptadır.

Bu kayıp, insanın insanlık cevherinin kaybolmasıdır. Geriye canlı bir organizma olarak “beşer”in kalmasıdır. Sonuçta kaybolan insandır. Nasıl ki ahiret dünyanın ruhuysa, insan da hayatın ruhudur. İnsan kaybolursa, hayattan geriye ceset kalır. İnsanı kaybetmemek hayatın ruhunu kaybetmemektir. Bunun yolu son ayetteki şu dörtlü reçeteyi uygulamaktan geçer:

3. Ancak iman edenler, salih amel işleyenler; yani birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bundan müstesnadır.

1) İman etmek: İmanın akidevi tanımı inanmak, ahlaki tanımı güvenmektir. “Allah'a inanıp güvenenler” anlamına gelir. İnsan Allah'ın güveninin eseridir. Kayıpta olan insan, aslında Allah'ın güvenini (ve Allah'a güvenini) kaybeden insandır.

2) Salih amel işlemek: Bir amel ancak “ıslah” içeriyorsa sâlihât'tan olur. Yani, bir bozukluğu düzeltmeyen amel salihât'tan olamaz. Bu ayette iman sâlihât dışında sayılmıştır. Yine bir çok ayette namaz kılmak, zekat vermek sâlihât'tan değil hasenât'tan sayılır (Msl. 11:23; 2:277). Hasenât'a bire on, salihât'a cennet vaad edilir. Hasenât sahiplerinin seyyiatı örtülür, fakat sâlihât sahipleri “canlıların en iyisi” olmakla müjdelenir (25:70 ve 98:7). İyi olmakla yetinip aktif iyi olmayanlar kayıptan kurtulamazlar. İyiliği emretme kötülükten sakındırma farzı bu emrin daha sonraki adıdır. Yararı kişinin sadece kendine olan amel Salîh amel tanımına girmemektedir. O halde salih amel, 'kamusal alan'daki ifsada yönelik ıslah girişimidir.

Son iki şart salih amelin açılımıdır:

3) Hakkı tavsiye: Salih amelin açılımıdır. Hak, insan-Allah ilişkisinde tevhide, insan-insan ilişkisinde adalete tekabül eder. Hakkı tavsiye tevhid ve adaleti ikame için gayrettir.

4) Sabrı tavsiye: Hakkı tavsiye bedel ister. Bu bedeli ödemek gerektiğinde sabır tavsiye edilir. Sabır hak üzerinde sebat ve direniştir. Sabır, düzeltme talebinden vazgeçmemektir. Sabır, aktif iyi olma yolunda, kötülere ve aktif kötülere meydanı bırakmamaktır. Yoksa insanoğlunun kaybı kaçınılmaz olur. İnsanlar analarından iyi doğarlar, “aktif iyi” olamazlarsa, önce kötü, sonra aktif kötü olurlar. İşte o zaman bir tek o kaybetmez, bütün insanlık kaybeder. İşte ömrün Ramazan olmasının anahtarı. Böyle bir ömrün ahireti bayram olmaz mı? Bayram sizi, bizi, hepimizi mübarek etsin.
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
103- ASR SÛRESİ... KUR'AN-I KERİM

Mekke döneminde inmiştir. 3 âyettir. Asr, çağ, ikindi vakti, uzun zaman demektir.

Bismillâhirrahmânirrahîm.

1,2. And olsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir.
3. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka. (Onlar ziyanda değillerdir).
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
"Kur'an'a Sarılmazsan Eğer Yese Düşersin" //MUSTAFA İSLAMOĞLU

"İmkânsız" mı dedin?

Olur mu dostum, hiç yakışır mı sana?

Neden Allah yokmuş gibi konuşuyorsun? Bilmiyor musun; Allah yokmuş gibi konuşmak günahtır.

Allah var. Allah'a iman var. İman varsa imkân var. Allah'ın olduğu yerde "imkânsız" demek olur mu?

Yoksa sen yaptığın işe besmelesiz mi girişiyorsun?

Bismillah demek, "Ben bu işi Allah sayesinde yapıyorum" demektir. Yine "Ben bu işe Allah'ı dahil ediyorum" demektir. Ve "Allah'tan yardım istiyorum" demektir. Dahası, "Ben bu işi Allah'a ısmarlıyorum" demektir.

İmkân dediğin nedir ki dostum?

Eğer imkânı olanlar daha çok infak etseydi, Allah yoluna en çok verenler en varlıklılar olurdu. Bak etrafına, bunun hiç de böyle olmadığını görürsün. Kaldı ki, insan olmak bir imkândır. Akıl paha biçilmez bir imkândır. Sıhhat bir imkândır.

Dahası, Allah sonsuz imkândır. Kur'an imkândır. Peygamber imkândır. İman imkândır. Namaz imkândır. Oruç imkândır. Bütün bu imkânlardan ne kadar yararlandın? Mesela, Allah'ı imkân olarak gördün mü?

Çocuklarının geleceğini düşünürken, ailenin geleceğini düşünürken, yaşadığın toprakların geleceğini düşünürken, ait olduğun medeniyetin geleceğini düşünürken? Evet bütün bunları düşünürken, Allah'ı da hesaba dahil ettin mi?

Sevr'in eteğinde dolaşma dostum. Eğer Mekke'nin hakkını verdin ve imkânların tümünü tükettinse, yeni imkânlar üretmek için Medine'nin yollarına düş. Düşmanların kalabalık olabilir. Korkma! Dostun büyük, en büyüktür. Fakat En Büyük Dost'un yardımı, kulun gücünün bittiği yerde gelir. O yer, Sevr'in zirvesidir.

Sevr'in eteğinde oturma. Haydi, davran ve tırman. Yükseğe, daha yükseğe, en yükseğe.

Ne var Sevr'in tepesinde?

Allah'ın vaat ettiği yardım var.

Niçin oradadır Allah'ın vaat ettiği yardım?

Orası kulun gücünün bittiği yerdir de ondan. İlahi yardım, kulun "Ben bittim ya Rab!" dediği yerde yetişir. Sünnetullah bu, Allah'ın geleneği bu, değişmez âdeti bu. Akıllılık, Allah'ın sünneti bana uysun diye beklemek değildir. Akıllılık, Allah'ın sünnetine uymaktır. O'nun eşsiz çalışma tekniğini çözmektir. Bu tekniğin sırrına erip, gereğini yapmaktır.

Peki, nasıl olacak bu iş?

Kolay dostum, çok kolay. Şu formülü unutma: Öncekiler neyle felaha erdilerse, sonrakiler de aynı şeyle felaha erecekler. Çağ değişir, zaman değişir, mekân değişir, imkân değişir, alet değişir. Fakat ‘âdet' değişmez, temel zaafları ve meziyetleriyle insan değişmez.

İnsan tutmalı dostum, insanı tutmalı. Hiç olmazsa, takım tutanlar kadar heyecan ve aşkla. Hiç olmazsa, zar atanlar kadar umutla ve şevkle. Hiç olmazsa, boğazına kadar günaha batanlar kadar cesaret ve cüretle.

İnsanı tutmalı ve onu onarmalı. İmha olmuş insanı inşa etmeli. Bunun için de yüreğine açılan kapıyı bulup tıklatmalı. Açılmıyor diye ayrılmamalı. Günlerce, haftalarca, hatta aylarca beklemeli. Ha açıldı ha açılacak diye. Kâbe'nin kapısında bekler gibi beklemeli. Açılırsa eğer, Kâbe'ye girer gibi girmeli; heyecan zirvede, aşk dorukta?

Kalbe, kalplere giden yolun harita ve pusulası yerine vahyi almalı, Kur'an'ı almalı. Satırdaki âyetlerle sadırdakileri, tohumla toprağı, etle tırnağı, anayla evladı, bülbülle gülü buluşturur gibi buluşturmalı. İş budur, eylem budur, yol budur. Tıpkı Kur'an şairi Akif'in dediği gibi:

Allah'a dayan saye sarıl hikmete râm ol
Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol
Allah'a dayan gâyene tevfikini versin
Kur'an'a sarılmazsan eğer yese düşersin.

(Mustafa İslamoğlu)
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
BİZ KİMİZ ?

BİZ; davası ve gayesi olanlarız, davamız Kur'an; Davamız Kur'an'ın davasıdır; Allah'ın adını yüceltme davasıdır. Gayemiz; vahiyle hayatı inşa etmektir. Bunun için önce kendi hayatımızı vahiyle inşa etmeliyiz. Vahiyle inşa olmuş bir insanlık ustası olmak bizim gayemizdir. (Mustafa İslamoğlu)
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Hayatı inşa edenleriz. Hayatı inşa etmek için hayatın merkezine vahyi koyanlarız. Vahyin üstüne başka hiçbir kitap koymayanlarız. Vahyin etrafında talebe olanlarız. Vahyin üstadlığına pazarlıksız, garazsız, ivazsız boyun eğenleriz. Ve her işimizi ''falan ne diyor?''diye sormadan önce,'' Allah ne diyor?''diye soranlardanız. (Mustafa İslamoğlu)
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
BİZ KİMİZ ?

BİZ; bir mektebiz.

Bir usülümüz, bir dilimiz, bir misyonumuz, bir vizyonumuz var. Ve biz denge okuluyuz. Her hususta dengesizliğin kol gezdiği bir dünyada insanları aklen, vicdanen, fikren, siyaseten, ilmen, sanaten, ekonomik olarak, aklınıza gelebilecek hayatın her alanında dengeye çağıranlarız. Hıristiyanlar gibi ''peygamberlerini ilahlaştırma''dengesizliği ya da Yahudiler gibi' 'peygamberlerini taşlama'' dengesizliğinden; peygamberini ''kul ve rasul''gören bir dengeye çağırıyoruz.

Biz sadece ''aşk''diyen doğu gibi yapmadığımız gibi;sadece ''akıl''diyen batı gibi de yapmayız.

BİZ, AŞK VE AKLI BİR DENGEYE ÇAĞIRANLARIZ.

Biz ''sadece sükun ve sükunet''diyen doğu gibi yapmadığımız gibi;'' sadece hareket'' diyen batı gibi de yapmayanlardanız.

BİZ SÜKUNET VE HAREKETİ BİRLİKTE BİR DENGEDE TUTANLARIZ.

Biz fakirliği baş tacı edip,'' yokluk mutluluktur''diyen doğu gibi demediğimiz gibi;'' zenginlik, mal, servet baş tacımızdır''diyen batı gibi de demeyiz.

BİZ YOKLUKLA VARLIĞI BİZ GÖZEDE BULUŞTURUP, BAL YAPANLARIZ.

Biz sadece kalpten yana olmadığımız gibi; sadece kafadan yana da olmayız.

Biz kitap ,silah, tesbih kurbanlarının kol gezdiği bir dünyada; dengeye çağıran, ''kurban olmayın!'' diyenlerdeniz.'' Eğer kurban olacaksanız, Allah'a kurban olun!''diyenlerdeniz! (Mustafa İslamoğlu)
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
BİZ KİMİZ ?

Biz; bir hayatı yeniden vahiyle inşa edenleriz.

Bunun başarılı olabilmesi için de hayat alanlarının inşa edilmesi lazım. Biz ''Bu alanların inşası için, önce aklın, sonra vicdanın, sonra iradenin inşası gerekir.'' diyenleriz. Bunların inşa edilmeden, bir insanın inşa edilemeyeceğine inananlardanız. Ve bunların önünde tarihsel, geleneksel, kültürel, model her türlü engeli kaldırmak için canhıraş bir biçimde koşanlarız. (Mustafa İslamoğlu)
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
BİZ KİMİZ ?

BİZ; İslam binasına Allah'ın açtığı kapıdan girenleriz.

Bu kapı vahyin kapısıdır. Allah rasulü ve sahabe-i kiram İslam binasına bu kapıdan girmişlerdir. Sahabeyi ''eşkiya''iken ''evliya''eden şeyin sırrını sorduğunuzda, karşınızda Kur'an'ı göreceksiniz.

Tarihte İslam binasına kaçak kapılar açılmıştır.'' Tedvin Asrı'' olan hicri 2.yüzyılda bir fıkıh kapısı açılmıştır. Yine hicri 2. yüzyılda bir kelam kapısı, bir hadis kapısı açılmıştır. Hatta altına tünel oyularak bir de tasavvuf kapısı açılmıştır. Ve açılan her yeni kapı bu binayı zayıflatmış, temellerini oynatmış ve sarsmıştır. Allah'ın açtığı kapıya razı olmayanlar, kendine özgü başka kapılar açmaya kalkmışlardır. Hatta bazıları o kadar ileri gitmişler ki; kendi kapılarına yöneltmek için, Allah'ın kapısını duvarla örmeye kalkmışlardır. Kimse vahiy kapısından girmesin istemişlerdir. Onun için de '' Allah'ın kitabı anlaşılmaz!'' diyebilmişlerdir. Kur'an kendisine ''mübin''derken, onlar Kur'an'a ''la-mubin''diyebilmişlerdir.

Biz '' Allah'ın İslam binasına açtığı vahiy kapısından girin.'' daveti yapanlarız. O binaya girdikten sonra seçip beğensin, mizacına göre bir oda bulup otursun. O binanın içinde fıkıh köşesi de var, kelam köşesi de var, hadis köşesi de var, tasavvuf köşesi de var, felsefe köşesi de var. Yani o binanın içinde olmayan yok. Onun için o binanın içine Allah'ın açtığı kapıdan girsin ve formatlansın. Zihni, aklı, iradesi ilahi formattan geçsin. O binaya girdikten sonra çoklu terbiye gereği mizacı nereye istiyorsa oraya gitsin.

İŞTE BİZ BUNU SAVUNANLARDANIZ. (Mustafa İslamoğlu)
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Taklit değil, tahkik ehliyiz.

Taklid yulardır. Biz boynumuza yular takıp da onu gerdanlık diye takdim etmeyenlerdeniz. Biz elimize kelepçe vurulup da ''Bu künyedir''diye takdim etmeyenleriz. Biz taklidi sadece zaruri olduğu durumlarda bir geçiş unsuru olarak görürüz. Ve tahkik ehli olduğumuzu beyan ederiz. Onun içindir ki biz, ''niçin?''i ''nasıl?''ın önüne alanlarız. Önce ''niçin?''diye sorarız; çünkü önce illetini, hikmetini, sebebini bilmek isteriz. Biri bizi bir şeye davet ediyorsa, önce ''neden?''diye sorarız.'' nasıl?''ondan sonra gelir. Niçinine ikna olursak -Allah'ın izniyle-''nasıl?''ını arar, bulur, olduğu gibi de yaparız!. (Mustafa İslamoğlu)
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Tecdid ehliyiz.

Biliriz ve iman ederiz ki Allah dinini ikmal; nimetini itmam etmiştir.

''Bugün size dininizi ikmal ettim ve nimetimi itmam ettim.''(5/3)

Bir şeyin ikmali; cevherinin ve arazının tamamlanmasıdır. Tamamlanıp sürecin bitmesidir. Ama bir şeyin itmamı; ikmal edilmediğinin göstergesidir. Nimet ikmal edilmemiş sadece itmam edilmiştir. Yani cevheri tamam ama arazı henüz tamamlanmamıştır.

Peki Allah neden dinini ikmal etmişken, nimetini ikmal etmemiştir?

Çünkü dininin üstüne birileri çıkıp da ''Bu dindir!''diye kendilerince uydurma bir şey koymasın diye dinini ikmal etmiştir. Fakat öbür taraftan da nimetinin ikmalinin sürdüğünü ve ''Sen aklını çalıştıramazsın! İçtihat kapısı kapanmıştır!'' Neden?'', ''Niçin?'' soramazsın!'' diyenlere; ''Hayır! nimet itmam edilmiştir ama ikmal edilmemiştir! Nimeti kıyamete kadar gelecek olan mü'minler ikmal edecektir!'' demek için bu ayet nazil olmuştur. Biz işte bunu diyenleriz.

Allah Rasulünün; ''Her yüzyılda bu ümmete Allah bir müceddid gönderir.'' hadisinde de buyurulduğu gibi tecdidin gerekliliğine inananlardanız. Bu demek oluyor ki gelen her yüzyılda bozulan, kirlenen bir şeyler var ki, Allah her yüzyılda bir yenileyici göndermiştir. Yani yenileyiciye ihtiyaç duyulması için bir şeylerin eskimesi lazımdır.

Hayatın en değişmez yasası; değişimdir. Çünkü Allah ''Hallak''tır. Yani ''Sürekli yaratandır.''Her yeni an, yeni yaratılandır. Ve iki yaratılış arasındaki fark lehimize olsun diyorsak, Allah'ın yeni yaratışı için bizim Rabbimize yeni bir veri göndermemiz lazım. Biz tercihlerimizi sistemin içine yazarız, Allah yeni yaratışını yazdığımız tercihlerden yola çıkarak yaratır. Biz seçeriz, Rabbimiz seçimimizi bizim için seçer. Bizim seçimimizi seçince, o ''kader''olur. Kur'an'ın şu hükmü bizim için vazgeçilmez bir inançtır;

''Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık.''(17/13)

(Mustafa İslamoğlu)
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
Değerli yorumlarınız için teşekkür ederim. Yazdıklarım faydalı oluyorsa ne mutlu bana...
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Ataların ocağından külü değil, közü taşıyanlardanız.

(Mustafa İslamoğlu)
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
BİZ KİMİZ ?

BİZ;''Din dili mutlaka yenilenmeli'' diyenlerdeniz.

Zira din eskimez ama dil eskir. Çünkü dil insan ürünüdür. Dil,insanın bir hakikatten anladıklarını ifade ettiği bir araçtır. Araçlar kutsandığı zaman, amaçlar araç olur. Araçlar amaçlaştığı zaman, amaçlar da araçlaşır. İşte bu cinayettir. Dil bir araçtır. Dilin dinin yerine konması, aracın amaç yerine konmasıdır. Din dili zamanın ruhuna uygun olarak değişir.

Onun içindir ki Rabbimiz bir peygamber yerine binlerce, bir kitap yerine yüzlerce kitap göndermiştir. Onun için bu çağın dili bu çağın dili olmalıdır. Unutulmamalıdır ki, dedeleri ikna eden dil, torunları ikna etmemektedir. Din dilini değiştirmeyi, dini değiştiriyor gibi çarpıtıp, ahlaksızca saldıranlar, araçla amacı kasıtlı olarak birbirine karıştırıyor demektir. Öbür taraftan eskiyen din dilini, din eskidi zannederek dine mesafe koyanların vebali, din dilini din zanneden bu cahil dindarların üzerinedir.

(Mustafa İslamoğlu)
 

kartalreis

Üye
Üye
Katılım
Tem 26, 2011
Mesajlar
709
Tepkime Puanı
50
Puanları
28
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Niçini, nasılın önüne alanlardanız.

Biz Kur'an'ı mushafın önüne, manayı lafzın önüne, tertili tecvidin önüne alanlarız. Çünkü böyle yapmamızı Kur'an istiyor. Gökten inen yerden bitenden daha mübarektir. Gökten inen Kur'an, yerden biten mushafın sayfalarıdır. Gökten inen mana, yer ehlinin dili ise lafızdır. Gökten inen tertil, yer ehlinin süslemesi ise tecviddir. Dolayısıyla biz, her şeyin hakkını verip, her şeyi yerine koymak isteyenleriz.

(Mustafa İslamoğlu)
 
Tekerlekli Sandalye
Üst