Nazım Hikmet

  • Konuyu başlatan Fırtına
  • Başlangıç tarihi

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
22814_994148990608712_5042196923726630412_n.jpg
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
1.jpg

Nâzım Hikmet Ran (17 Ocak 1902 – 3 Haziran 1963), ya da kısaca Nâzım Hikmet, Türk şair, oyun yazarı, romancı ve anı yazarı. "Romantik komünist" ve "romantik devrimci" olarak tanımlanır. Siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır.
Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er adlarını da kullanmıştır. İt Ürür Kervan Yürür kitabı Orhan Selim imzasıyla çıkmıştır. Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmıştır ve dünyada 20. yüzyılın en gözde şairleri arasında gösterilmektedir.
Şiirleri yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları yüzünden 11 ayrı davadan yargılanan Nâzım Hikmet, İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre yattı. 1951 yılında Türk vatandaşlığından çıkarıldı; ölümünden 46 yıl sonra, 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile bu işlem iptal edildi. Mezarı Moskova'da bulunmaktadır.

Hayatı

Nâzım Hikmet 17 Ocak 1902'de Selanik'te doğdu.
İlk şiiri Feryad-ı Vatanı 3 Temmuz 1913'te yazdı. Aynı yıl Mekteb-i Sultani'nde ortaokula başladı. Bir aile toplantısında denizciler için yazdığı bir kahramanlık şiirini Bahriye Nazırı Cemal Paşa'ya okuyunca çocuğun Bahriye Mektebine gitmesine karar verildi. 25 Eylül 1915'te Heybeliada Bahriye Mektebi'ne girdi, 1918'de 26 kişi içinden 8. olarak mezun oldu. Karne değerlendirmelerinde zeki, orta derecede çalışkan, elbisesine özen göstermeyen, sinirli ve ahlaki tavırları iyi bir öğrenci görülmektedir. Mezun olduğunda dönemin okul gemisi Hamidiye gemisine güverte stajyer subayı olarak atandı. 17 Mayıs 1921'de aşırıya kaçan halleri bulunduğundan ordu ile ilişiği kesildi.
Nâzım Hikmet, 1920'de arkadaşı Vâlâ Nureddin ile Milli Mücadele'ye katılmak üzere ailesinden habersiz Anadolu'ya geçti, Bolu'da öğretmenlik yaptı. Daha sonra Batum üzerinden Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasal bilimler veiktisat okudu. 1921'de gittiği Moskova’da devrimin ilk yıllarına tanık oldu ve komünizm ile tanıştı. 1924'te Moskova'da yayınlanan ilk şiir kitabı 28 Kanunisani sahnelendi. O yıl Türkiye'ye dönerek Aydınlık Dergisinde çalışmaya başladı, ancak dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince tekrar Sovyetler Birliği'ne gitti. 1928’de Af Kanunundan yararlandı ve Türkiye'ye döndü. Bu defa Resimli Ay dergisinde çalışmaya başladı. 1938'de yirmi sekiz yıl hapis cezasına çarptırıldı. 12 sene süren tutukluluktan sonra askere alınacağı ve öldürüleceği endişesiyle 1950 yılında Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği'ne giden Nâzım, 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulunca Türk vatandaşlığından çıkarılmasının ardından, büyük dedesi Mustafa Celaleddin Paşa (Konstantin Borzecki)'nın memleketi olan Polonya'nın vatandaşlığına geçerek Borzecki soyadını aldı. 3 Haziran 1963 tarihinde ise, Nâzım Hikmet geçirdiği bir kalp krizi neticesinde 61 yaşında hayata gözlerini yumdu.


Ailesi

Babası, Matbuat Umum müdürlüğü ve Hamburg konsolosluğu yapmış olan Hikmet Bey, annesi Ayşe Celile Hanım'dır. Celile Hanım piyano çalan, resim yapan, Fransızca bilen bir kadındır. Celile Hanım, bir dilci ve eğitimci de olan Hasan Enver Paşa'nın kızıdır. Hasan Enver Paşa, Polonya'dan 1848 Ayaklanmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden ve Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa Celalettin Paşa adını alan Konstantin Borzecki' nin (Lehçe: Konstanty Borzęcki, d. 1826 - ö. 1876) oğludur. Mustafa Celaleddin Paşa Osmanlı Ordusu'nda subay olarak görev yapmış ve Türk tarihi üzerine önemli bir eser olan "Les Turcs anciens et modernes" (Eski ve yeni Türkler) kitabını yazmıştır. Celile Hanım'ın annesi ise Alman kökenli Osmanlı generali Mehmet Ali Paşa'nın yani Ludwig Karl Friedrich Detroit'in kızı olan Leyla Hanım'dır. Celile Hanım'ın kız kardeşi Münevver Hanım, şair Oktay Rifat'ın annesidir.

Babası Hikmet Bey, Selanik'te, Hariciye Nezareti'nde (Dışişleri Bakanlığı) çalışan bir memurdur. Diyarbakır, Halep, Konya ve Sivas valilikleri yapmış olan Nazım Paşa'nın oğludur. Mevlevi tarikatından olan Nazım Paşa aynı zamanda bir özgürlükçüdür. Kendisi Selanik'in son valisidir. Hikmet Bey henüz Nazım'ın çocukluğunda memuriyetten ayrılır ve ailece Halep'e, Nazım'ın dedesinin yanına giderler. Orada yeni bir iş ve hayat kurmaya çalışırlar. Başarısız olunca İstanbul'a gelirler. Hikmet Bey'in İstanbul'daki iş kurma denemeleri de iflasla neticelenir ve hiç hoşlanmadığı memuriyet hayatına geri döner. Fransızca bildiği için yeniden Hariciye'ye atanır.
Üslubu ve başarıları

İlk şiirlerini hece ölçüsü ile yazmaya başladı ancak içerik bakımından diğer hececilerden farklıydı. Şiirsel gelişimi arttıkça hece ölçüsü ile yetinmemeye ve şiiri için yeni formlar aramaya başladı. Sovyetler Birliği'nde yaşadığı ilk yıllar olan 1922 ile 1925 arasında bu arayış doruğa çıktı. Hem içerik hem de biçim bakımından dönemindeki şairlerden farklıydı. Hece ölçüsünden ayrılarak Türkçenin vokal özellikleri ile ahenk oluşturan serbest ölçüyü benimsedi. Mayakovski ve fütürizmtaraftarı genç Sovyet şairlerinden esinlendi.

Şiirlerinden birçoğu Fikret Kızılok, Cem Karaca, Fuat Saka, Grup Yorum, Ezginin Günlüğü, Zülfü Livaneli gibi sanatçılar tarafından bestelendi. Ünol Büyükgönençtarafından özgün bir şekilde yorumlanmış olan küçük bir kısmı ise 1979'da "Güzel Günler Göreceğiz" ismiyle kaset olarak çıktı. Birkaç şiiri ise Yunan besteci Manos Loizos tarafından bestelendi. Ayrıca bazı şiirleri Yeni Türkü'nün eski üyesi Selim Atakan tarafından da bestelenmiştir. Ayrıca Fuat Saka'nın da biri Demir Gökgöl ile olmak üzere iki adet Nâzım Hikmet şiirlerinin bestelendiği şarkıları içeren albümü vardır.
UNESCO'nun ilan ettiği 2002 Nâzım Hikmet yılı için besteci Suat Özönder "Şarkılarda Nâzım Hikmet" adlı bir albüm hazırladı. Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığının katkılarıyla, Yeni Dünya plak şirketi tarafından hayata geçirildi.

Davaları ve Sürgün

1925 yılından başlamak üzere şiirleri ve yazıları yüzünden birçok kere yargılandı. 1938 yılında orduyu ayaklanmaya kışkırtmaya çalıştığı gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın kaldı. Bursa cezaevinde kaldığı yılları anlatan Mavi Gözlü Dev adlı film 2007 yılında vizyona girmiştir. 1950 yılında bir af yasasıyla salıverildi. Ancak sürekli izlendiği ve çürüğe ayrıldığı halde 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya çağrılması ve öldürüleceği yolundaki duyumlar üzerine yurtdışına kaçtı. 17 Haziran 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından Türk vatandaşlığından çıkarılmasına karar verildi. Sovyetler Birliği'nde Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da, eşi Vera Tulyakova (Hikmet) ile Moskova'da yaşadı. Memleket dışında geçirdiği yıllarda Bulgaristan, Macaristan, Fransa, Küba, Mısır gibi dünya memleketlerini dolaştı, buralarda konferanslar düzenledi, savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlere katıldı, radyo programları yaptı. Budapeşte Radyosu ve Bizim Radyo bunlardan bazılarıdır. Bu konuşmaların bir kısmı bugüne ulaşmıştır.

Davaları

1925 Ankara İstiklal Mahkemesi Davası
1927-1928 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1928 Rize Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1928 Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1931 İstanbul İkinci Asliye Ceza Mahkemesi Davası
1933 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1933 İstanbul Üçüncü Asliye Ceza Mahkemesi Davası
1933-1934 Bursa Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1936-1937 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası
1938 Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası
1938 Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası


Ölümü ve sonrası

3 Haziran 1963 sabahı saat 06:30'da gazetesini almak üzere 2. kattaki dairesinden apartman kapısına yürümüş ve tam gazetesine uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucunda ölmüştür. Ölümü üzerine Sovyet Yazarlar Birliği salonunda yapılan törene yerli yabancı yüzlerce sanatçı iştirak etmiş ve tören siyah beyaz olarak kaydedilmiştir. Ünlü Novodeviçi Mezarlığı'nda (Новодевичье кладбище) gömülüdür. Mezar taşı siyah bir granitten olup meşhur şiirlerinden biri olan rüzgâra karşı yürüyen adam figürü taş üzerinde ebedileştirilmiştir.
Şair Nâzım Hikmet'in 2008 yılının ilk günlerinde, eşi Piraye'nin torunu Kerem Bengü tarafından, Piraye'nin evrakları arasında, “Dört Güvercin” adında bir şiiri ve 3 adet tamamlanmamış roman taslağı bulundu.

Yeniden Türk vatandaşlığına alınması

2006 yılında Bakanlar Kurulunun Türk vatandaşlığından çıkarılmalar ile ilgili yeni bir düzenleme yapması gündeme geldi. Yıllardır tartışılmakta olan Nâzım Hikmet'in Türk vatandaşlığına yeniden kabul edilmesi yolu açılmış gibi gözükmesine rağmen Bakanlar Kurulu bu düzenlemenin sadece yaşamakta olanlar kişiler için düzenlendiğini ve Nâzım Hikmet'i kapsamadığını belirterek bu yöndeki talepleri reddetti. Dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, İçişleri Komisyonu'nda"Tasarıda, şahsa bağlı hak olduğu için bizzat müracaat etmesi gerekir. Arkadaşlarım da olumlu şeyler belirttiler, komisyonda görüşülür, bir karar verilir" dedi.
2009 yılının 5 Ocak Günü "Nâzım Hikmet Ran'ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararının yürürlükten kaldırılmasına ilişkin önerge" Bakanlar Kurulu'nda imzaya açıldı. Nâzım Hikmet Ran'a yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının iade edilmesine ilişkin bir kararname hazırladıklarını ve bu teklifin imzaya açıldığını ifade eden Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, 1951 yılında vatandaşlıktan çıkartılan Ran'ın yeniden Türk vatandaşı olmasına [özgün araştırma?] ilişkin önerinin Bakanlar Kurulu'nca oylanarak kabul edildiğini söyledi.
Bakanlar Kurulu'nun 05.01.2009 tarihinde aldığı bu karar, 10.01.2009 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlandı ve Nâzım Hikmet Ran, 58 yıl sonra yeniden Türk vatandaşı oldu.


Eserleri


Ölümünden önce yayımlananlar

Dağların Havası (Osmanlıca, 1925)[17]
Güneşi İçenlerin Türküsü (1928)
835 Satır (1929)
Jokond ile Si-Ya-U (1929)
Varan 3 (1930)
1 + 1 = 1 (1930)
Sesini Kaybeden Şehir (1931)
Gece Gelen Telgraf (1932)
Benerci Kendini Niçin Öldürdü? (1932)
Bir Ölü Evi yahut Merhumun Hanesi (1932)
Kafatası (1932)
Orman Cücelerinin Sergüzeşti (1932)
Unutulan Adam (1934)
Portreler (1935)
Taranta Babu'ya Mektuplar (1935)
Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı(1936)

Ölümünden sonra yayımlananlar

Saat 21-22 Şiirleri (1965)
Enayi (1965)
Ferhad ile Şirin (1965)
İnek (1965)
İstasyon (1965)
Kan Konuşmaz (1965)
Şu 1941 Yılında (1965)
Yolcu (1965)
Yaşamak Hakkı (1966)
Dört Hapishaneden (1966)
Bu Bir Rüyadır (1966)
Ocak Başında (1966)
Rubailer (1966)
Sabahat (1966)
Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim (1966)
Memleketimden İnsan Manzaraları (1966-1967)
Allah Rahatlık Versin (1967)
Evler Yıkılınca (1967)
İnsanlık Ölmedi ya (1967)
Yusuf ile Menofis (1967)
Cezaevinden Memet Fuat'a Mektuplar (1967)
Kemal Tahir'e Mapushaneden Mektuplar (1968)
Kuvâyi Milliye (1968)
Sevdalı Bulut (1968)
Yeni Şiirler 1951-1959 (1969)
Son Şiirleri 1959-1961 (1969)
Bursa Cezaevinden Vâ'Nû'lara Mektuplar (1970)
İlk Şiirleri 1913-1927 (1971)
Demokles'in Kılıcı (1974)
Faşizm Sınıflar ve Emperyalizm (1975)
Nazım ile Piraye (1975)
Aydınlıkçı Yazar Aydınlıkçı Şair (1976)
Yazılar (1976)
İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu? (1985)
Çeviri Hikâyeler (1987)
Her Şeye Rağmen (1990)
Kadınların İsyanı (1990)
Kör Padişah (1990)
Tartüf-59 (1990)
Yalancı Tanık (1990)
Hikâyeler (1991)
Konuşmalar (1991)
Masallar (1991)
Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil (1991)
Yatar Bursa Kalesinde (1991)
Yazılar 1924-1934 (1991)
Yazılar 1935 (1991)
Yazılar 1936 (1991)
Yazılar 1937-1962 (1991)
Piraye'ye Mektuplar 1 (1998)
Piraye'ye Mektuplar 2 (1998)
Sanat ve Edebiyat Üstüne (1998)
Nâzım Hikmet Şarkıları (2001)
Bizim Radyoda Nâzım Hikmet (2002)
Bütün Şiirleri (2007)
Henüz Vakit Varken Gülüm (seçme şiirler, 2008)
Öteki Defterler (2008)
Çankırıdan Piraye'ye Mektuplar (2010)
Büyük İnsanlık (kendi sesinden şiirler, 2011)

Senaryo: Mümtaz Osman adıyla:

Karım Beni Aldatırsa,
Fena Yol,
Söz Bir Allah Bir,
Cici Berber,
Milyon Avcıları,
Aysel Bataklı Damın Kızı,
Leblebici Horhor Ağa,
Kıskanç.

Ercüment Er adıyla:

Kızılırmak Karakoyun.

Yönetmen:

Düğün Gecesi-Kanlı Nigar (kısa film),
İstanbul Senfonisi (kısa film),
Bursa Senfonisi (kısa film),
Cici Berber (Muhsin Ertuğrul ile),
Güneşe Doğru (1937).


Bestelenmiş Şiirleri

Ahmet Kaya, Aynı Daldaydık
Ahmet Kaya, Şeyh Bedrettin
Ruhi Su, Masalların Masalı
Ruhi Su, Onlar Ki
Ruhi Su, Kadınlarımız
Zülfü Livaneli, Karlı Kayın Ormanı
Zülfü Livaneli, Bulut Mu Olsam
Zülfü Livaneli, Kız Çocuğu
Zülfü Livaneli, Hoşçakal Kardeşim Deniz
Zülfü Livaneli, Vapur
Zülfü Livaneli, Memetçik Memet
Cem Karaca, Şeyh Bedrettin Destanı
Cem Karaca, Çok Yorgunum (Mavi Limanşiirinden uyarlama)
Cem Karaca, Ceviz Ağacı
Cem Karaca, Herkes Gibi
Cem Karaca, Memleketim
Cem Karaca, Hasret ( Davet şiirinden alınmıştır.)
Esin Afşar, Tahir ile Zühre Meselesi
Onur Akın, Seviyorum Seni
Onur Akın, Sev Bakalım
Edip Akbayram, Güzel Günler Göreceğiz
Edip Akbayram, Korkuyorlar
Edip Akbayram, Gidenlerin Türküsü
İlkay Akkaya, Beyazıt Meydanı
İnci Çayırlı, Kanatları Gümüş Yavru Bir Kuş
Ezginin Günlüğü, Seni Düşünmek Güzel Şey
Ezginin Günlüğü, Japon Balıkçısı
Yeni Türkü, Mapushane Kapısı
Yeni Türkü, Sen
Yeni Türkü, Öldükten sonra
Grup Yorum, Bu Memleket Bizim
Grup Yorum, Ben Bir Asker Kaçağıyam
Grup Yorum, İnsanların İçindeyim
Grup Yorum, Veda
Grup Baran, Salkım Söğüt
Grup Baran, Güneşi İçenlerin Türküsü
İlhan İrem, Hoşgeldin Kadınım
Hakan Yeşilyurt, Piraye (Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri kitabındaki 6 Ekim 1945 tarihli şiirden uyarlama)
Hüsnü Arkan, Bor Oteli
Sümeyra Çakır, Hürriyet Kavgası


Kaynakça

1. ^ a b "YAŞAM ÖYKÜSÜ". Web sitesi. Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı. Erişim tarihi: 15 Ocak 2014.
2. ^ ISSUU - Vera tulyakova hikmet nazım la son söyleşimiz by Hüseyin Şenol
3. ^ Vera Tulyakova Hikmet, Nâzımʾla söyleşi, Cem Yayınevi, 1989, p. 257.
4. ^ Hikmet Akgül, Nâzım Hikmet: siyasi biyografi, Çiviyazilari, 2002, p. 50.
5. ^ Saime Goksu, Edward Timms, Romantic Communist: The Life and Work of Nazim Hikmet, St. Martin's Press, New York ISBN 0-312-22247-5
6. ^ Selected poems, Nazim Hikmet translated by Ruth Christie, Richard McKane, Talat Sait Halman, Anvil press Poetry, 2002, p.9 ISBN 0-85646-329-9
7. ^ Ntv Tarih
8. ^ Ansiklopedi AnaBritannica, Cilt 16, Sf. 429


1. ^ a b c "Nazım'sız 47 yıl". Erişim tarihi: 12 Ocak 2013.
2. ^ "İlk Şiirler Şiirler 8". Erişim tarihi: 12 Ocak 2013.
3. ^ a b c d Nâzım Hikmet Bahriye Mektebi öğrencisi
4. ^ Hikmet Ülkücü Olsaydı, Cengiz Çelik, Ortadoğu
5. ^ Nazım Hikmet’in son sürprizi! NTV, 3 Ocak 2008
6. ^ Nâzım'ın vatandaşlığı AKP'ye takıldı Radikal, 19 Mayıs 2006
7. ^ TBMM İÇİŞLERİ KOMİSYONU TBMM.gov.tr. 26 Nisan 2006. Erişim: 25 Nisan 2012.
8. ^ Nazım Hikmet'e vatandaşlığı iade edilecek Habertürk, 6 Ocak 2009
9. ^ NTV Tarih Nazım’ın ilk kitabını buldu, ntvmsnbc, 2 Temmuz 2010. 27 Aralık 2011 tarihinde erişildi.

Dış bağlantılar

Nazım Hikmet Bibliyografyası
Nazım Hikmet Kültür Merkezi
Nazım Hikmet sunumu
Nazım Hikmet Özellikleri
Nazım Hikmet Özellikleri
Nazım Hikmet'e vatandaşlığını geri veren Bakanlar Kurulu kararı (10/01/2009 Tarihli Resmi Gazete)

Kaynak: tr.wikipedia.org
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım İçin Şiirler

2015-07-12_005743.jpg

Diyalog

Ordunun biri bir yanında
diğer öbür yanında
savaş alanının.

Savaşta düşenlerimizi gömebilmemiz için ödünç
bir parça toprak verin bize
diye yalvarıp yakarıyor ordulardan biri.

Savaşta ödünç toprak verilmez, çünkü birbirine
karışabilir kemiklerimiz;
cevabını yetiştiriyor diğer ordu.

Ödünç birer kurşun verin bize
tozlar altında unutulmuşluğa mahkûm edelim diye kendimizi.

Savaşta ödünç kurşun verilmez
toz izleri örtüverir çünkü.

Ne yapalım öyleyse?
Soruyor ordulardan biri.

Ne yapalım öyleyse?
Yanıtını veriyor diğeri.

Ordunun biri öte yanında diğeri bu yanında haçın.


Ante POPOVSKİ

Çeviri: Suat ENGÜLLÜ



♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥ ♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥ ♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥ ♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥ ♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥
♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥ ♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥ ♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥ ♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥ ♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥



Nazımın Yüreği

Usanınca gerçeklerin yalanından, kaygan, yüzsüz baskıdan, tunç Nâzım'ı anımsarım ve sesini biraz hançerimsi :

"Merhaba kardaşım...
Ne o, neden yüzün asık öyle
Boş ver!
Yoksa şiir mi takıldı bir yerde?
Gel, birlikte bitirelim.
Paran mı yok?
Bakarız bir çaresine, dert değil.
Kız mı?
Aldırma bulunur..."
Oysa asıl kendisinde var bir şey,
içini kemiren yüz çizgilerinden dehşetle akan :
"Hepsi iyi de,şu yürek ağrısı...
Adam sen de ağrıya dursun, yaşıyoruz ya..."
Kimisi için şiir bir roldür,
Kimisine bir dükkân,kazançtır.
Onun içinse ağrıdır şiir,rol değil.
Nâzım'ın yüreği de ağrıdı durdu işte.
Üzerine titreyen doktoru bir gün,
hani pek de güvenemiyerek,
tenbih etmişti bana :
"Bakın" demişti,
"Keskin konulardan kaçının ki
ağrımasın Nâzım'ın yüreği..."
Hey gidi doktor...
Hastanız gitti.
Yaramadı çabalarınız.
Yüreğiyse onun gizli gizli çarparak
sürdürdü ağrısını ölümünden sonra da.
İçimdeki acı için ağrıyor,
Türkler için, Ruslar için ağrıyor,
kendisi gibi mapusta özgür olanlar için
özgürlükte mapus gibiler için ağrıyor.
Hapisane acılarıyla yanan o yürek
- ölümden sonra bile - dinlemiyor doktorları,
korkak olduğumuz zaman ağrıyor.
neme gerek dersek ağrıyor.
onun gibi açık yürekle :
"Merhaba kardaşım..."
diyemezsek ağrıyor...
Varsın ağrısın
hepsi için yüreklerimiz,
tek ağrımasın Nâzım'ın yüreği.


Yevgeni YEVTUŞENKO

Çeviri: Ziya YAMAÇ
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet Hakkında

2015-07-12_005743.jpg

Nazım Hikmet İçin

Hayır , yazamam, şimdi olmaz, rica ederim. Bırakın benim için bütünüyle ölsün, yoksa, daha önce, altmış yaşındaki bu delikanlı, bu sarışın boğa, ne hapisanenin, ne hastalığın, ne yaşın etkileyebildiği bu insan içimde tenütaze yaşadıkça hiç birşey yazamam. Şimdi olmaz. Daha sonra, söz veriyorum size yazacağım. Hatta, bu dergide, daha başka bir konu üzerinde, ölümünden değil, yaşamından söz edeceğim. Pentecote yortusu için sayfiyeye giderken Cumartesi sabahı satın aldığım "znamia" dergisinin son sayısını da götürmüştüm. Dergide Nazım'ın, "Les Romantiques" "Romantikler" adlı romanının son bölümü vardı. Yortu sırasında herkes onun değil Papa XXIII Jean'ın ölümünü bekliyordu her saat radyolarının başında. Ve pazartesi sabahı daha yaşıyordu. Nazım'a gelince, hiç birşey bizi uyarmamıştı. Can çekişmedi. Şöyle ayakta bir merdiveni çıkarken ansızın ölüverdi. Yaşarken öldü. Bir ağaç gibi devrildi. Bırakın da benim için bütünüyle ölsün. O zaman yazarım derginize uzun uzun. Benim için, başkaları için, ne anlam taşıdığını burada yazarım. Belki gelecek ay, yaza kadar izin verin bana. Temmuza kadar izin verin. Bundan 18 yıl önce hapisanede büyük Türk mistiği Mevlana Celaleddin ya da İranlı Ömer Hayyam gibi Rubai biçiminde yazdığı şu dört mısra bir kehanet olmaktan çıktıklarını anlatacak kadar vakit bırakın bana.

"Paydos" - diyecek bize birgün tabiat anamız,-
"Gülmek, ağlamak bitti çocuğum"
"Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak:"
"Görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat..."

yortunun pazartesi günü, sabah, onun düşüşünden bir iki saat sonra, telefon. Nazım. Ey ölüm, günümüzde ne de hızlı gidiyorsun! İki saat bile geçmeden bütün Avrupa'yı geçmiş beni aramış Yuelines'ların evinde bulmuş, yüreğimi işlemiştin. Ey ölüm. Telefonla gelen, görünmeyen, düşünülmeyen, daha bir sözcükten, bir addan başka bir şey olmayan ölüm ve hayır diyorum. Nazım olmaz. Evet. O Nazım... ta kendisi, başkası değil. Bütün insanlar gibi o da. Ve şiirindekilerden bir çocuğu ansıdım :

Recep damdan düşer gibi karıştı söze :
"Harbe girdiğin zaman, bir gavur öldürüp
bir yudum içersen kanını korku kalmazmış."
Ben onun kanından bir damla içmeyeceğim. Konuşmayan... uçsuz bucaksız hayat... Nazım, senden bana ilk 1934'de söz ettiler, sen hapisteydin, o zaman bir şeyler yazabildim. Dostluğumuz otuz yıl sürmeyecekti. Ne kadar az, otuz yıl. 1950'de, bizler, yani Türk halkı, dünyanın her köşesindeki şairler seni hapisten kurtardığımız zaman, bir on dört temmuz günü dosdoğru hayatın içine daldım. Ama bu yıl, sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin... Hapisane dışında on üç yıl, ya da buna yakın birşey, kırksekizinden altmışbirine dek, güzel bir yaşam bu. On üç yıl, çok şey. Hapisane dışında öldün. Bu da çok şey. Çünkü öldün. Bu fikre alıştıracağız kendimizi. İnsan Manzaraları'nı sensiz hayal etmeye çalışacağız... Senin deyiminle, manzarayı bu ağaç olmadan hayal etmeye çalışacağız. Uçsuz bucaksız hayat'ı...


6 Haziran 1963 - Louis ARAGON

Çeviren : Bertan ONARAN
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - 21-1-924

2015-07-12_005838.jpg

21-1-924

Lambayı yakma, bırak,
Sarı bir insan başı
Düşmesin pencereden kara.
Kar yağıyor
Karanlıklara.
Kar yağıyor
Ve ben hatırlıyorum.
Kar...
Üflenen bir mum gibi söndü
Koskocaman ışıklar..
Ve şehir
Kör bir insan gibi kaldı
Altında yağan karın.
Lambayı yakma, bırak!
Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların
Dilsiz olduklarını anlıyorum.
Kar yağıyor
Ve ben hatırlıyorum.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Açlık Ordusu Yürüyor

2015-07-12_005932.jpg

Açlık Ordusu Yürüyor

Açlık ordusu yürüyor
Yürüyor ekmeğe doymak için
Ete doymak için
Kitaba doymak için
Hürriyete doymak için.
Yürüyor köprüler geçerek kıldan ince kılıçtan keskin
Yürüyor demir kapıları yırtıp kale duvarlarını yıkarak
Yürüyor ayakları kan içinde.
Açlık ordusu yürüyor
Adımları gök gürültüsü
Türküleri ateşten
Bayrağında umut
Umutların umudu bayrağında.
Açlık ordusu yürüyor
Şehirleri omuzlarında taşıyıp
Daracık sokakları karanlık evleriyle şehirleri
Fabrika bacalarını
Paydostan sonralarının tükenmez yorgunluğunu taşıyarak.
Açlık ordusu yürüyor
Ayı ini köyleri ardınca çekip götürüp
Ve topraksızlıktan ölenleri bu koskoca toprakta.
Açlık ordusu yürüyor
Yürüyor ekmeksizleri ekmeğe doyurmak için
Hürriyetsizleri hürriyete doyurmak için açlık ordusu yürüyor
Yürüyor ayakları kan içinde.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Ak Karanfil

2015-07-12_010007.jpg


Ak Karanfil

Ak bir karanfil gibi çatlayıp da çekirdek
Atom bahçelerine yürüyünce aydınlık,
Yalnız meraklıları değil, bütün insanlık
Şiirin aynasında kendini seyredecek.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Akşam Gezintisi

2015-07-12_010050.jpg


Akşam Gezintisi

Hapisten çıkmışın
Çıkar çıkmaz da
Gebe koymuşun karını
Takmışın koluna
Geziyorsun akşamüstü mahallede
Karnı burnunda hatunun
Nazlı nazlı taşıyor mukaddes yükünü
Sen saygılı ve kibirlisin
Hava serin
Üşümüş bebek elleri gibi bir serinlik
Avuçlarına alıp onu ısıtasın gelir
Mahallenin kedileri kasabın kapısında
Ve üst katta kıvırcık karısı
Yerleştirmiş pencerenin pervazına memelerini
Akşamı seyrediyor
Alaca aydınlık tertemiz gökyüzü
Duruyor orta yerinde çobanyıldızı
Bir bardak su gibi pırıl pırıl
Bu yıl uzunca sürdü pastırma yazı
Dut ağaçları sarardıysa da
İncirler halâ yeşil
Mürettip Refik’le Sütçü Yorgi’nin
Ortanca kızı çıkmışlar akşam piyasasına
Parmakları birbirine dolanmış
Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış
Affetmedi bu Ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini
Fakat seviyor seni çünkü sen de
Affetmedin
Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına
Mahallenin veremlileri
Yataklara düşenler
Bakıyor camların arkasından
Çamaşırcı Huriye’nin işsiz oğlu
Omuzlarında keder kahveye gidiyor
Ajans haberlerini okuyor
Radyosu Rahmi Beylerin
Uzak Asya’da bir memleket
Sarı ay yüzlü insanlar
Beyaz bir ejderha ile dövüşmekteler
Oraya gönderildi seninkilerden
Dört bin beş yüz tane Memet
Kardeşlerini katletmeye
Kızarıyor yüzün öfkeden ve utançtan
Ve umumiyetle filan değil sırf sana ait
Ve eli kolu bağlı bir hüzün
Karını arkadan itip yere
Yuvarlamışlar da
Düşürmüş gibi çocuğunu
Yahut gene hapisteymişin de karakolda
Gene dövülüyormuş gibi
Köylü jandarmalara köylüler
Ansızın bastırdı gece
Bitti akşam gezintisi
Bir polis jipi saptı sizin sokağa
Karın fısıldadı
Bizim eve mi?
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Angina Pektoris

2015-07-12_010134.jpg


Angina Pektoris

Yarısı burdaysa kalbimin
Yarısı Çin'dedir, doktor.
Sarı nehre doğru akan
Ordunun içindedir.

Sonra, her şafak vakti, doktor,
Her şafak vakti kalbim
Yunanistan'da kurşuna diziliyor.

Sonra, bizim burda mahkumlar uykuya varıp
Revirden el ayak çekilince
Kalbim Çamlıca'da harap bir konaktadır
Her gece,
Doktor.

Sonra, şu on yıldan bu yana
Benim, fakir milletime ikram edebildiğim
Bir tek elmam var elimde, doktor,
Bir kırmızı elma :
Kalbim...

Ne arteryo skleroz, ne nikotin, ne hapis,
İşte bu yüzden, doktorcuğum, bu yüzden
Bende bu Angina Pektoris...

Bakıyorum geceye demirlerden
Ve iman tahtamın üstündeki baskıya rağmen
Kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor...
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Asya, Afrika Yazarlarına

2015-07-12_010156.jpg

Asya, Afrika Yazarlarına

Kardeşlerim
Bakmayın sarı saçlı olduğuma
Ben Asyalıyım
Bakmayın mavi gözlü olduğuma
Ben Afrikalıyım
Ağaçlar kendi dibine gölge vermez benim orda
Sizin ordakiler gibi tıpkı
Benim orda arslanın ağzındadır ekmek
Ejderler yatar başında çeşmelerin
Ve ölünür benim orda ellisine basılmadan
Sizin ordaki gibi tıpkı
Bakmayın sarı saçlı olduğuma
Ben Asyalıyım
Bakmayın mavi gözlü olduğuma
Ben Afrikalıyım
Okuyup yazma bilmez yüzde sekseni benimkilerin
Şiirler gezer ağızdan ağıza türküleşerek
Şiirler bayraklaşabilir benim orda
Sizin ordaki gibi
Kardeşlerim
Sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz
Toprağı sürebilmeli
Pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli
Dizlerine kadar
Bütün soruları sorabilmeli
Bütün ışıkları derebilmeli
Yol başlarında durabilmeli
Kilometre taşları gibi şiirlerimiz
Yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli
Cengelde tamtamlara vurabilmeli
Ve yeryüzünde tek esir yurt tek esir insan
Gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar
Malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli
Büyük hürriyete şiirlerimiz
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Aşı

2015-07-12_010219.jpg

Aşı

1

Tarla hazırdı
Koyu esmer eti anadan doğma çırılçıplak
Tarla hazırdı
Şişkin ıslak dudaklarını açmıştı yarı yarıya
Uzun sürmedi bekleyiş
Sabah aydınlığında canlı küçük kurtlar gibi yukardan saçılıp aktı tohum
Hazla ürperdi toprak
İçine çekti akanı
Açılıp kapanarak
Açılıp kapanarak
Sonra da mahmur
Bir kat daha güzel
Terli kabarık
Gerindi
Ben ölümden kuvvetliyim diyebilirdi
Gebeydi artık

2

Arılar fırladı güneşe doğru
En önde kızoğlankız yeni beyarı
Nazlı bir vızıltıdır zar gibi ince şeffaf kanatları
Beli koptu kopacak
Altın tüylü süzme karnında da üç kızıl kuşak
Yetişip önledi onu erkeklerin en güçlüsü
Sonra yukarda boşlukta güneşin orda
Dikenli incecik bacaklar karıştı birbirine
Bir saniye sürdü aşı
Silkinip kurtuldu dişi
Düştü erkek
İçinden kopan elleriyle toprağa

3

Odalarının penceresi ormana açık
Ağır yaz bulutlarının altında orman
Bir yumurtalık gibi de nemli ılık
Erkeğin yüzünde aşağıdan
Kadının gözlerinden vuran ışık
Ormanın üstüne yağmur boşandı ansızın
Yeşil ela gözlerini yumdu kadın
Yarı açık ağzında ıslak dişleri berrak duru
İçinde taa yüreğinin kökünde sıcak sıcak duydu yağmuru

4

Atan bir damar gibi akıyor nehir
Acı yemişleri dikenli dallarıyla duruyor ağaç
Duruyor kıraç yabani
Güneşte bir şarkı gibi parladı balta
Kesildi ağacın gövdesi orta yerinden
İhtiyardı esmerdi ıslaktı makta
Kanayacaktı da âdeta
Aşı bıçağıyla açıldı yarık
Sokuldu ucu kalemin
Bu kesik
Bu yabanı gövdede müjdesi vardı artık
Dikensiz dalları
İnce kabuklu tatlı yemişleri
Geniş yapraklarıyla gelecek olan
Yepyeni bir alemin.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Bahri Hazer

2015-07-12_010240.jpg


Bahri Hazer

Ufuklardan ufuklara
Ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu;
Hazer rüzgârların dilini konuşuyor balam,
Konuşup coşuyordu!
Kim demiş "çört vazmi!"
Hazer ölü bir göle benzer!
Uçsuz bucaksız başı boş tuzlu bir sudur hazer!
Hazerde dost gezer, e.....y!..
Düşman gezer!

Dalga bir dağdır
Kayık bir geyik!
Dalga bir kuyu
Kayık bir kova!
Çıkıyor kayık
İniyor kayık,
Devrilen
Bir atın
Sırtından inip,
Şahlanan
Bir ata
Biniyor kayık!

Ve Türkmen kayıkçı
Dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş.
Başında kocaman kara bir papak;
Bu papak değil:
Tüylü bir koyunu karnından yarıp
Geçirmiş başına!
Koyunun tüyleri düşmüş kaşına!

Çıkıyor kayık
İniyor kayık

Ve kayıkçı
"Türkmenistanlı bir buda heykeli" gibi
Dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş,
Fakat, sanma ki hazerin karşısında elpençe divan durmuş!
O bir buda heykelinin
Taştan sükunu gibi kendinden emin
Dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş.

Bakmıyor
Kayığa
Sarılan
Sulara!
Bakmıyor
Çatlayıp
Yarılan
Sulara!

Çıkıyor kayık
İniyor kayık,
Devrilen
Bir atın
Sırtından inip
Şahlanan
Bir ata
Biniyor kayık!

Yaman esiyor be karayel yaman!
Sakın özünü hazerin hilesinden aman!
Aman oyun oynamasın sana rüzgâr!

Aldırma anam ne çıkar?
Ne çıkar
Kudurtsun
Karayel
Suları,
Hazerde doğanın
Hazerdir mezarı!

Çıkıyor kayık
İniyor kayık
Çıkıyor ka...
İniyor ka...
Çık...
İn...
Çık...
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Ben

2015-07-12_011127.jpg

Ben

Ben
Senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
Gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
Odanda ocağın üstüne korsun
İçinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
Şeffaf, beyaz camdan olsun
Ki içinde beni görebilesin...
Fedakârlığımı anlıyorsun :
Vazgeçtim toprak olmaktan,
Vazgeçtim çiçek olmaktan
Senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
Yaşıyorum yanında senin.

Sonra, sen de ölünce
Kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
Külümün içinde külün,

Ta ki bir savruk gelin
Yahut vefasız bir torun
Bizi ordan atana kadar...
Ama biz
O zamana kadar
O kadar
Karışacağız
Ki birbirimize,
Atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
Yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
Bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
Sapında muhakkak
İki çiçek açacak :
Biri sen
Biri de ben.
Ben
Daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım.
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
Ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
Bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
Bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
İçimden bir şey :
Belki diyor.


18 Şubat 1945
Piraye Nazım
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Benerci Kendini Niçin Öldürdü? - Birinci Kısım

2015-07-12_010414.jpg

Benerci Kendini Niçin Öldürdü?

Birinci kısım


Birinci bap

Bir genç adama... Hakim Heraklit'e...
Yıldızlara ve aşka dairdir...

I

Şehir uzakta.
Genç adam ayakta.
Akıyor şehirden geçen nehir
Genç adamın ayakları dibinden.
Genç adam piposunu çıkarıyor cebinden aranıyor kibriti.
Bakıyor akar suya düşünüyor heraklit'i,
Düşünüyor büyük hakîm heraklit'i genç adam...
Kim bilir belki böyle bir akşam,
Böyle bir akşam, heraklit alnını
Yeşil gözlü zeytinliklerde akan suya eğdi ve dedi:
Her şey değişip akmada,
Bu hal beni hayran bırakmada..

Heraklit, heraklit; ne akıştır bu!.
Ne akıştır ki bu, dalgalarında
Dağlıdır alnı en mukaddes putun
Kızgın demir damgasıyla sukutun.
Gebedir her sukut bir yükselişe.
Ne mümkün karşı koymak bu köpürmüş gelişe..
Heraklit, heraklit!.
Akar suya kabil mi vurmak kilit?

Şehir uzakta.
Genç adam ayakta.
Akıyor şehirden geçen nehir
Genç adamın ayakları dibinden.
Genç adam
Kibritini çıkarıyor cebinden yakıyor piposunu.

Dikine mustatil bir apartımanın
En üst katında
Dört köşe bir oda.
Perdesiz pencereler.
Pencerelerin dışında yıldızlı geceler.
Genç adam alnını dayamış cama.
Ben, romanın muharriri
Diyorum ki genç adama:
Delikanlım!.
İyi bak yıldızlara,
Onları belki bir daha göremezsin.
Belki bir daha
Yıldızların ışığında
Kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin..
Delikanlım!.
Senin kafanın içi
Yıldızlı karanlıklar kadar
Güzel, korkunç, kudretli ve iyidir.
Yıldızlar ve senin kafan
Kâinatın en mükemmel şeyidir.
Delikanlım!.
Sen ki, ya bir köşe başında
Kan sızarak kaşından gebereceksin,
Ya da bir darağacında can vereceksin.
İyi bak yıldızlara
Onları göremezsin belki bir daha...
Delikanlım!.
Belki beni anladın, belki anlamadın.
Kesiyorum sözümü.
İşte kapı açıldı
Geldi beklenen kadın..
Beklettim mi?
Çok...
Ama zarar yok..
Kadın
Yakaladı genç adamı elinden.
Genç adam
Yakaladı kadını belinden.
Bir yumrukta kırdı camı.
Oturdular pencerenin içine.
Sarktı ayakları gecenin içine...
Işıklı bir deniz dibi gibi
Başlarında, sağda, solda gece yanıyor.
Ayakları karanlık boşluklara sallanıyor..
Sallanıyor ayakları
Sallanıyor ayakları...
Dudakları

Sevmek mükemmel iş delikanlım.
Sev bakalım...
Mademki kafanda ışıklı bir gece var,
Benden izin sana,
Seeeeev
Sevebildiğin kadar...


İkinci bap

Genç adamın, sevgilinin şahıslarına...
Tibet mabetleri ve amerikan filimlerine...
Ayın on dördüne... Genç adamın esrarengiz
Meşgalesine... Ve nihayet, müsebbibi meçhul
Bir ihanete dairdir.

I

Mevzubahs gencin
İsmi: benerci.
Kendisi aslen hintli olup
Maskatı re'si delhi'dir..
Dostlarının nazarında tam
Adam,
Düşmanlarının indinde azgın bir delidir
Ve britanya polisinde künyesi şüphelidir..
Şeklü şemailine gelince:
Ne pataşon gibi tombul bir cüce,
Ne masist gibi bir dev,
Ne de villi friç gibi bir babik oğlandır o,
İki gözlü, tek burunlu, basbaya insandır o...
Birinci babımızda,
Benerci'nin odasına gelen kadın
Mühim bir rol oynıyacak kitabımızda.
Kendileri bir ingiliz mis'idir.
Hem ingiliz mis'lerinin nefisidir...
İmdi,
Be nefis
Mis
Nerde, nasıl tanıdı benerci'yi?.
Diye sorarsam size, ben,
Eminim ki, siz, cevaben:

Mermer
Merdivenler..
Kapı.
Kapıda kıvırcık saçlı
Taştan
İki aslan.
Tibet.
Tibette mabet.
Mabedin içi...
Omuzlarından çıkan on altı kolu havada,
Çıplak karnı iki kat,
Bağdaş kurup oturmuş
Mâbut
Buda..
İnledi öküz derisinden mukaddes davul:
Savul!
Savul!!.
Savuuuul!!!.
Buda'ya kurban geliyor.
Sarı saçlı, mavi gözlü bir kadın
Beyaz, kar gibi..
Kadının canına kıyacaklar gibi..
Açıldı kanlı bir ağız şeklinde karnı buda'nın,
Fışkırdı mukaddes alevler dışarıya.
Uzun külâhlı moğol rahipleri
Kaldırdılar havaya beyaz kadını.
Doyuracaktır buda ateş dolu karnını.
Mavi gözlü dilber kurban gidiyor, kurban...

Dran!
Drrrran!.
Drrrrrrrran!!!.

Atıldı üç el tabanca.
Yuvarlandı moğol rahipleri birbiri ardınca.
Esmer bir delikanlı yaklaştı mavi gözlü dilbere!
Kaçalım!
Bir an kaybedecek zaman değil..

Otomobil..
Son sür'at..
Saatta 110 kilometre..

İşte bu kurtarılan kadın,
Birinci bapta odaya gelen kadındı.
Onu kurtaran genç:
Benerci..
Ve bu suretle ingiliz miş
Tanıdı hintli genci..
Diyerek
Haltedeceksiniz.
Romanımı daha başlamadan berbat edeceksiniz..
Gelin, etmeyin çocuklar..
Ne çıkar,
İnanın bir sefer olsun Nazım'a
Amerikan filimlerinden fazla..

İlk tesadüf
Tramvayda oldu.
İkincisi
Lokantada.
Üçüncüde düğüm bağlandı nihayet
Siyah podüsüet
Bir çantada..
İngiliz kızı mahsus
Çantasını yere düşürdü.
Hintli genç mahsus
Düşen çantayı gördü:
Kaldırarak
Verdi kıza...
Eeeeeee?
Sonra?
Derseniz,
Bakın, birinci babımıza...

Ayın on dördü.
Ayın on dördünü Paris'te aç gezen gördü,
Dedi ki:
Bu gece ay
Dibi kalay
Bir tencere gibi...

Ayın on dördü.
Ayın on dördünü Fatihli hırsız gördü,
Dedi ki:
Bu gece ay
Gökte açık kalan
Bir pencere gibi.
Atlasak içeriye,
Aşırsak, be imanım,
Meryem ana'nın
Gümüş takımlarını.

Ayın on dördü.
Ayın on dördünü İrlandalı bir polis gördü,
Dedi ki:
Benziyor ay
Yıldızların yaldızlarını çalmak için
Göğe çıkan bir hırsızın
Fenerine...

Ayın on dördü.
Ayın on dördünü şair Salih zeki gördü:
Benzetti kendi eserine
Beğendi...

Ayın on dördü.
Ayın on dördünü Londralı bir lord gördü,
Dedi ki:
Benziyor ay
Haşmetpenahımın
Dizbağı nişanına...

Kızardı ayın on dördü.
Kızaran ayın on dördünü bir parya gördü,
Dedi ki:
Benziyor ay
Ganj'ın üstüne damlayıp yayılan
Kardeş kanına.

Ayın on dördü.
Bu sefer bizzat
Çekik gözleriyle ayın on dördü
Kalküta şehrine civar,
Bir çay tarlası gördü.
Tarlanın dışında duvar.
İçinde bir ev.

Gece saat: 2...

Evin alt katındaki oda.
Kapalı pencereler, asma bir lamba,
Bir masa ortada.
Üç amele, iki köylü, bir muallim ve benerci,
Yani ceman yekûn:
Yedi kalküta delikanlısı, yedi inkılâp genci......
Benerci söz söylüyor:
Bize karşı
İntelicent servis
Kendine mahsus...

Sus.
Bir tıkırtı var.

Döndü başlar kapıya.

Sana öyle gelmiş.
Devam ediyorum arkadaşlar:
İntelicent servis
Kendine mahsus...

Benerci, sus.
Rüzgâr...
Arkadaşlar
İntelicent servis...
Sıııııs...
Söndürün...
Dışarı bakacağım...

Karanlık...
Aralandı pencere.
Ay ışığı
Parlıyan enli bir kılıç gibi keserek karanlığı
Düştü yere.
Ne var?
Sııııısss!.
Dışarda polis.
Lambaları sönmüş iki otomobil,
Ve bir sürü motosiklet...
Satıldık...
Evet...


Üçüncü bap


Taymis gazetesi'nin bir telgrafı... Vaziyetin telhisi ve benerciyle istanbulda matbaada bir mülâkat... Kalkütada umumî grev... Somadeva... Taşlanan çocuğum... Ve daha birçok yürekler paralayıcı hadiselere dairdir.

Taymis gazetesinin kalküta'dan aldığı bir telgraftan:
Kalküta - kızılların tevkifatı devam ediyor. Şehir civarındaki çay tarlalarında metrûk bir evde toplanan gizli vilâyet komiteleri, içtima halindeyken derdest edilmiştir. Yedi kişiden mürekkep olan komite azalarından altısı yakında adliyeye verileceklerdir. Yalnız, ilk istintak neticesinde, gene komite azasından, benerci isimli bir genç tahliye olunmuştur...

Vaziyeti telhis edelim hele.

Bir.
Benerci inkılâpçı bir gençtir.
Hazım zamanlarını, boş gecelerini değil,
Boydan boya ömrünü vermiştir ihtilâle...

İki.
Birinci bapta öğrendik ki,
Benerci âşığıdır britanyalı bir kızın.
Yani, delikanlımızın
Kalbine bir taş düşmüş.
Kırmızı saçlı bir baş düşmüş
Ve kalbi dalga dalga halkalanıyor...

İki, a:
Benerci riyaset ederken gizli bir içtimaa
Altı yoldaşıyla yakalanıyor.

İki, b:
Fakat meçhul bir sebebe binaen,
Yoldaşlarının mevkuf bulunmasına rağmen,
Benerci tahliye edilmiştir.

İki, c:
Bence, yani romanın muharrirince olduğu kadar,
Benerci için de bu tahliye keyfiyeti
Siniri, ruhu, kemiği, eti
Kemiren bir esrardır, iki gözüm,
Serapa esrar...

Benerci, sana dört teklifim var:
Evvela,
Kalküta'dan istanbul'a
Çık yola.
Babıâli caddesinde matbaaya gel...
Geldin mi?
Alâ...

Saniyen:
Sinirini yen.
Karşımda dikilip durma, otur...

Salisen:
Ayağını iki defa yere vur:
Kapı açılsın
Lebbeeeeeeeeyk! Deyip
Bize iki çay getirsin kahveci üstat.

Rabian:
Anlat.
Şu müthiş müşkili birlikte halledelim seninle...

Anlatıyorum.

Dinle:

Ve benerci, macerayı bana, kafiyesiz filân, yani nesren şöyle anlatmaya başladı:

Sarılmıştık. Yok edilmesi lâzım gelen bazı kâatlar vardı. Vakit kazanmak için, polisin üstüne ateş açtık. Brovniklerimizin şarjörlerini iki defa tazeledik. Birimiz kolundan, birimiz de başından yaralandı. Kurşunlarımız tükendi. Britanya polisi içeri girdi. Gırtlak gırtlağa kapıştık. Nihayet, kıskıvrak bağladılar bizi. Kamyonlara yüklediler. Müdüriyette, yedimiz birden, bir herifin karşısına dizildik.

Burada, benerci yine coştu, işi kafiyeye döktü:

Herifin mavi gözleri çipil çipil suratı çilliydi.
İntelicent'ten olduğu belliydi.
Geçti arkadaşların önünden.
Benim önümde durdu.
Yüzüme baktı.
İsmimi sordu.
Beni bıraktı...
Niçin bıraktılar beni?
Beni niçin bıraktılar?
Benerci, buna bir tek sebep var.
Ne?
Düşecekler peşine..
Eşine??
Ateşine??
Mateşine??
Tükürmüşüm kafiyenin içine...
Yani, anlıyacağın, seni bıraktıktan sonra peşine düşecekler. Sonra cooop, haydi bir tevkifat daha. Tabii, sen yine içerde. Hem bu sefer artık suratına bakıp ismini sorup bırakılmamak şartıyla. İşte tahliye keyfiyetinin sebebi...
Sebep bu değil. Ben, tamamen temizim. Arkamda takip yok.
Tuhaf şey. Dışarıda temas ettiğin arkadaşlar ne diyor?
Galiba onlar da senin gibi düşünüyorlar. İki üç defa, muhtelif arkadaşlarla temas etmek istedim. Fakat verdiğim randevulara gelmediler. Arkadaşlar benimle görüşmek istemiyor.
Öyleyse, sen hemen yine kalküta'ya git oğlum. Ne halt edersen et, şu vaziyeti bir düzelt bakalım.

Benerci gitti.
Baktım ki, pencereden:
Muktesit, muharrir ve muhbir
Nedim vedat bey geçiyor.
Düşündüm benerci'yi
Ve mel'un bir ihtimalle birden
Yüreğim cızz etti.

Arif olanlar için,
Bu fasıl burada bitti...

Stop:
Fren!
Zıııınk!
Durdu!.
Amele baş parmağını tele dokundurdu.
Akümülatör, dinamo, motor, buhar, benzin,
Elektrik,
Trrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrik!
D u r - d u !!!..

Yüksek tuğla bacalarda dumanlar donakaldı.
Koptu kayışlar.
Patron, sabotaj var!.
Koş telefona.
İşlemiyor...
Telgraf...
Teller kesilmiş,
Makina bomboş...
Koş!..
Karşımda durma, avanak!..
Hangarda ne varsa, üstüne atlıyarak, koşun şehre...
Sarjant, polismen, asker,
Kırk ikilik, tayyare, tank, ne bulursanız, yetiştirin...
Birden bisiklet, motosiklet, otomobil, omnibüs
Tozu dumana kattılar, dumanı toza...
Fakat yine birden ekşi boza...
Ne ileri ne geri.
Paaaaah!..
Fıııııss...
Patladı lastikleri...
Geç kaldılar, geç!..

Drran drrrn drrran...
Tiki taka frev...
Edildi ilân umumî grev!!!..

Kalküta grevdedir.
Benerci evdedir,
Sırtüstü yatıyor yatakta...
Geçiyor haykırışmalarla kapısının önünden
Tek başlı, tek yürekli, milyon ayaklı kalküta...

Onlar, hep beraber grevdedir...
O, yapayalnız evdedir.
Yapayalnız...
Tavan, kapı ve duvar...
Onu kavgaya çağırmadılar.
Günlerdir ki, onu gördükçe arkadaşları çevriliyor başları...

Benerci yatakta
Kalküta ayakta.
Benerci görmeden görüyor yattığı yerden
Yürüyen kalküta'yı:

Adım adım.
Adım — lar
Adım — ları...
Kal — dırım
Kal — dırım.
Kal — dırım — lar
Kal — dırım — ları...
Cad — de...
Cad — deler...
Kalabalık...
Ka — la — ba — lık
İtiyor iki yana apar — tıman — ları...
Behey tram — vay!..
Çiğneneceksin:
Sağa sola sap...
Geçit yok.
Rap rappp rappp!!!!!
Ve...
Va...
Vey...
Yol açın kamyonlara
Amele çocukları
Babalarını geçiyor..»

Haykıraraktan
Benerci fırladı yataktan.
Şimdi sokaktan
Tek bir insan sesi yükseliyordu...
Benerci koştu pencereye:
Aşada sokak kalabalık.
Yukarda masmavi bir hava
Aşada bir kamyonun üstünden kalabalığa
Söz söylüyor en yakın arkadaşı somadeva:*
Arkadaşlar!
Aylardır ki anamız avradımız
Uzun aç dişleriyle dişlediler
Kendi memelerini.
Arkadaşlar...
Çıplak aç karnını kurşunlara vermek,
Kıvranarak gebermek...
Tek . . . .
Vaar?
Hayır!.
..ar . . . . . . .
Lar . . . . . .

Somadeva, benerci'nin en yakın arkadaşı olup, uzun bir müddetten beri kalküta'da bulunmuyordu. Binaenaleyh, böyle bir zamanda onun sesini duyup kendisini görmek, elbette ki, benerci'yi sevinçli bir hayrete düşürecektir. N.h.

Önümüzde onlar kalın enselerini kırıp
Boynuzlarını saplayınca toprağa...
Ağa....
Biz....
..Mizi!.
Patiska bir gömlek gibi yırtarak etimizi
Kanlı kemiklerimizle
Cağız . ! ! . .
O zaman gülleri koklıyacağız.
O zaman tabiat
Güzel bir ağız gibi karşımızda gülümsiyecek...»

Benerci artık kendini tutamadı. Pencereden üç defa: s o m a d e v a.. S o m a d e v a.. S o m a d e v a.. Diye haykırdı. Bu haykırış o kadar kuvvetli idi ki, s o m a d e v a sustu. Birdenbire esen rüzgârla bulutları dağılan bir yaz sağanağı gibi sokaktaki kalabalığın uğultusu kesildi. İnsanlar, başlarını enselerinin üstüne yatırarak, dikine mustatil apartımanın yedinci katındaki perdesiz pencereye baktılar. Ve orada, camın arkasında, benerci'nin sarı yüzünü gördüler.
S o m a d e v a, benerci'yi tanıdı. Kolları ona doğru uzanır gibi oldu. Bu hareketi, yalnız yukardan benerci ve kendi içinin içinden s o m a d e v a gördü. Başka hiçbir göz, uzanmak, kucaklamak istiyen kolların hasretini göremedi.
Yukardan, yine benerci, üç defa bağırdı:
S o m a d e v a.. S o m a d e v a.. S o m a d e v a...
Aşada s o m a d e v a, kamyonun etrafına toplananlara:
Bana bir taş veriniz, dedi.
Taşı verdiler. Ve en eski günlerin en yakın arkadaşı:
Bu adam nefsini kurtarmak için yoldaşlarını satmıştır. Benerci müstevlilerin casusu olmuştur. En yakınlarının kellesini satmasaydı, bunu yapmasaydı, onun kahrolası başını omuzlarının üstünde bırakmazlardı, dedi. Ve sağ kolunun bütün kuvvetiyle, yedinci kattaki perdesiz pencereden bakan sapsarı insanın yüzüne, taşı attı...
Somadeva'nın taşı, benerci'nin alnına geldi. Benerci dimdik durdu. İki kaşının arasından sızan kan, çenesinden göğsüne aktı...
Ve benerci'nin başı benim, ben nâzım hikmet'in dizlerine düşünceye kadar, en büyük, en iyi, en sevgili, kahreden ve yaratan kalküta, onu taşladı.
Baygın çocuğumu, yatağına yatırdım. Camları parçalanmış, pervazları kanlı pencereye çıktım. Arasıra arkasına dönüp bakarak uzaklaşan kalabalığın peşinden şu suretle feryada başladım:
Benerci benim oğlum...
Ben onun yüzünü
Görebilmek için
Kaç kere gecemi gündüzümü
On birlik tütüne satarak
Dumandan bir adam gibi dikilip durmuşum...
Benerci benim oğlum,
Ben onu uykusuz gecelerin
Ellerine doğurmuşum...

Benerci sizi satmadı.
Benerci günlerdir yemek yemiyor,
Gecelerdir yatmadı.
O yatmıyor, ben yatabilir miyim?
Benerci sizi satmadı,
Sizi ben satabilir miyim?
Benerci benim oğlum.
Onu ben kellemden, etimden, iskeletimden
Sizin için doğurdum...

Dostlar!
İçinizden bir çıban gibi şüphenizi yolunuz.
Benerci sizin oğlunuz,
Benim oğlum...

Fakat, kalabalık, benim sesimi bile işitmeden ilerledi, kayboldu. O zaman, hâlâ baygın yatan çocuğuma döndüm, dedim ki:

Dostlar dinlemedi beni benerci.
Benerci oğlum, küçücüğüm, büyüğüm,
Başında dolaşan bu mel'un düğüm
Çözülene kadar...
Bizim ah! Demeğe hakkımız yok,
Onların taşlamağa hakkı var...

Kalküta'da bir polis karakolunun
Yüksek duvarlarının dibi

Gök gürler. Vakit akşam üzeri. Üç polis karakolun duvarları dibinde buluşur.

Birinci polis — nereye gitmiştin?
İkinci polis — domuz boğazlamaya...
Üçüncü polis — sen nerdeydin?
Birinci polis — köprünün üstünde
Bir hintli karı gördüm demin.
Kucağında kertenkele suratlı bir çocuk vardı.
Çocuk beni görünce başladı ağlamaya
Ağlamaya
Ağlamaya...
Karıya:
Sustur şu piçi,
Britanya polisine selam versin, dedim.
Selam vermezse, kuyruksuz bir fare gibi
Gebersin dedim.
Ne sustu, ne selam verdi kara kurbağa yavrusu.
Akıyordu su...
Akar suya fırlattım bu zırlayan şeytan piçini.
Anası yüzüme bakıp
Kara bir uçurum gibi çekti içini.
Dokundu rikkatime bu iç çekiş.
Madraslı bir ihtiyar:
Zabı azapla tedavi edin...demiş.
Getirdim karakola kocakarıyı.
Sarı sırtından kızıl kan sızdırıp çekeceğim içinden ağrıyı...
İkinci polis — sana bu işte yardım için
Kocakarıyı eski bir halı gibi
Ayaklarına sereceğim.
Birinci polis — lütufkârsın...
Üçüncü polis — ben de sana:
Bengale ormanlarında avlanmış bir filin
Koparılmış erkekliğinden
Bir kamçı vereceğim...
Birinci polis — başka bir şey istemez...
Malumdur bana azabı ısdırap,
Ezberimdedir tekmil kitabı ıstırap.
Meselâ:
Uykulara kâbus gibi çökebilirim,
Tırnak sökebilirim,
Kulakların içine kurşun dökebilirim.
Ellerin derisini eldiven gibi soymak,
Koltuk altına kaynar sudan yeni çıkmış
Hindi yumurtası koymak,
Sirke damlatarak gözleri oymak,
Domuz topu ıtlak olunan usûl,
Velhasıl daha bin bir usûlle gayeye vusûl
Mümkündür bence...
Bakınız, bende ne var?
3. Ve 2. Polis — göster bize
Göster bize!!
Birinci polis — grevde yakalanan
Hintlilerden birinin
Taze kesilmiş başparmağı...
Kesildikten sonra yarım santim uzadı tırnağı...
3. Ve 2. Polis — haydi içeri gidelim,
Uzayan tırnağı seyredelim...

Polisler karakoldan içeri girerler. Bir müddet sahne boş kalır. Benerci gelir.
Yağmur yağmaya başlar... Benerci, belini karakolun duvarına dayayarak çömelir.
Karakolun duvarından insan çığlıkları gelmektedir. Ve yağmurun içinden uzun bir şehrin uğultusu işitilmektedir.
Karakolun duvarından gelen insan çığlıkları: kalküta grevcilerine aittir.
Yağmurun içinden uğultusu işitilen şehir: kalküta'dır.
Yağmur... Alaca karanlık... Akşam suları...
Kalküta grevi mağlûp olmuştur.
Somadeva yakalanmıştır. Ve benerci'nin, duvarı dibine çömeldiği karakolda, somadeva'nın omuzbaşları dilim dilim yarılarak kanıyor.
Yağmur... Karanlık... Gece iyiden iyiye indi.
Benerci'nin saçları, omuzları, dizkapakları sırılsıklam oldu. Arkadaşlarının attığı taşlarla alnında açılan yarayı kapayan sargı ıslandı, yapıştı...
Arkadaşlar içerdedir.
Benerci yine dışarda...
Kara gömlekli bir italyan faşistinin bile, oğlumun çektiği azabı duymasını istemem...


Birinci kısmın sonuncu babı


Benerci'den aldığım mektuptur

Benerci'den şöyle bir mektup aldım, aynen neşrediyorum:

"sana verdikleri zaman bu mektubu
Belki ben çoktan nokta son demişimdir.
Bu sefer dostların taşını değil,
Mendebur bir kurşunu kafamdan yemişimdir.

Nâzım,
Biliyorum,
Ölümün önünde rol kesip
Hamlet gibi budala,
Verter gibi komik olmamak lâzım.

Nâzım,
Bilmiyorum, ne haltedeyim?
Nasıl altedeyim?
Şöyle bir poz alıp durmak
Kendi kendini vurmak,
Kıyak iş doğrusu!..

Bak,
Kapı komşum uyandı,
Muslukta akıyor su,
Yüzünü yıkıyor...
İndi ıslık çalarak merdivenlerden
Sokağa çıkıyor...

Ben...
Ne hamlet, ne de verter...!!!
Neyse, geç...
İşi anlatayım,
Tıraş yeter...

Sokak karanlıktı.
Senin, nefismiş dediğin
Birdenbire karşıma çıktı.
Dedi ki: «aylardır peşindeyim»
Dedi ki: «telâş içindeyim, nerdesin?»
Daha birçok şeyler dedi korkuya, aşka dair.
Eklendi hatıralar hatıralara.
Sonra,
«nereye gidiyorsun?» dedi, «eve geldik» dedi,
«içeri gir.»
Onun evine girdik.
Ev karanlık ve bomboştu.
Yatak odası, lamba yandı, konuştum:
Bana bir bardak
Dumanlı, kırmızı, sıcak çay, dedim.

Çıktı dışarı.
Baktım karşıda çanta.
Hani taaa onun yolda düşürdüğü
Ben benerci serseminin gördüğü
Siyah podüsüet çanta.

Açtım:
Kâatlar.
Okudum:
İntelicent servis raporları,
Ve yeni bir tevkifat listesi var.
Benim ismim yok.

Anladım.
İçeri girdi o,
Bardağı bıraktı.
Yüzüme, elime, çantaya baktı.
Bakıştık.

Tuttum omuzlarından.
Başını vurdum duvara vurdum...
Duvarda kan.
Vurdum duvara...

Sonra...
Sokak...
Tramvay yolları
Tramvay yolları, sağları, solları
Bomboş, uçsuz bucaksız tramvay yolları...
Nefes nefese koşarak
Sonra teker teker
Merdivenler.

Durdum.
Odam.
Dargın bir kaş gibi kımıldandı tokmağın sapı.
Açıldı kapı.
Oturdum.
Kalktım.
Odanın ortasında dolaştım biraz.
Sonra baktım duvarlara.
Dışarda şafak atmış,
Duvarlar bembeyaz.
Baktım duvarlara.
Sonra sağ elim art cebimden brovniği çıkardı.
Ağzımda cıgara vardı.
Acı geldi tütün tükürdüm.
Şarjörü sürdüm.
Kurşun namlunun içindedir.
Kalbim hudut haricindedir...
Şimdi benden sana son göz
Son söz
Son ses:
S.. O.. S!!.
S.. O.. S!!.
S.. O.. S!!.

Kalküta'ya gidip benerci'yi
Ne halde buldum?

Ya yattı karanlık sulara
Yahut da yatıyor.
İmdat işareti var,
Işıklı bir umman gemisi batıyor... Dedim.
Gözleri kanlı bir kurt gibi mesafeleri yedim,
Yetiştim kalküta'ya...
Gökten bir kartal gibi alçalarak
Girdim yedinci kattaki odaya.

O ne?
Benerci yazı yazıyor ıslık çalarak...
Dipdiri!
Teresin keyfi yerinde...
Ne mükemmel bir ışık var
Beni gören gözlerinde.
Gözlerinin içine güneş vuruyor.

Masada bir portakal duruyor,
Soluyarak soyup yedim.
Haydi be herif, anlat! Dedim...

Ölüsünü bulacağımı zannettiğim halde
Karşıma yazı yazar ve ıslık çalar bir vaziyette
Çıkan benerci'nin "anlat be herif..." feryadım
Üzerine bana anlattıkları:

En yakınlarım, en yakın dostum
Taşladılar beni, taşladı.
Ve mavi gözlü kadın yoldaşlarımı satıp
Başımı bana bağışladı...
Karardı içim
Karardı içim...
Kulaklarımda kazma sesleri.
İçimde ıslak bir toprak kazılmaya başladı.
Girdim yarı belime kadar
Dumanlı sıcak karanlıklara...

Sonra?
Çok şükür ki, sonrası senin
Kötü edebiyat yapmana yaramıyacak kadar sade, alelade!..
Hani üstadın bir sözü var:
Boş gecelerini değil,
Boydan boya ömrünü ver inkılâba... Diyor.
Bu söz. Virgül
Kocaman, çıplak bir alından bakan iki göz.
Virgül

Ve ben işte sağım!..
Anladım ki şunu......
Çıkardım namludan kurşunu,
Onu dehşetli güzel günlere saklıyacağım...


Birinci kısmın sonu
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Benerci Kendini Niçin Öldürdü? - İkinci Kısım

2015-07-12_010414.jpg

Benerci Kendini Niçin Öldürdü - İkinci Kısım

İkinci kısım


Birinci bap



Benerci tekrar arkadaşlarına kavuşur...
Somadeva yatağa düşer...
Roy dranat'ın hayat felsefesi...
Yirminci asır tarihinin başlangıcı
V.s... V.s...

Noktanoktanoktanokta nooook-ta
Basmıştır yine bağrına benerci'yi
O inanılmayacak kadar iyi
Kahredip yaratan kalküta.
Noktanoktanoktanokta noooook-ta

I

Bu yaz:
Sabahları — taze süt gibi beyaz,
Öğle zamanları — erimiş bakır gibi aydınlık,
Akşamları — bombaylı kadınların esmer teninden ılık
Ve geceleri — üzüm salkımları gibi yıldızlıyken hava
Somadeva düştü yatağa.
Kan geliyor boğazından.
Dinleyin bunu benerci'nin ağzından:
Gazete kâatlarıyla örtülmüş olan masada bir gaz lambası yanıyordu. Somadeva, duvarın dibindeki yer yatağındaydı. Boynu bembeyaz. Elmacık kemiklerinin derisi kırmızılaşmıştı. Tıraşı uzamış. Ve gözleri lüzumundan fazla aydınlık, lüzumundan fazla karanlıktı.
Yatak çarşafının ayak ucunda bir tahta kurusu yürüyor.
Gittim, tahta kurusunu aldım. Masadaki gazete kâadını kopardım, koyulaşmış siyah bir kan damlasına benziyen hayvanı kâadın içinde ezdim.
Somadeva güldü:
Benerci, beni seviyorsun, dedi.
Gözlerini yüzümde gezdirdi. Gözleri alnımda durdu:
Benerci, seneler geçti. Benim attığım taşın izi silinmemiş. Bunun şimdi farkına vardım, dedi.
Yeni doğmuş bir çocuk gibi nefes aldı:
Bugün iyiceyim, dedi.
Su istedi. Verdim.
Karanlık, dedi.
Lambanın fitilini açtım.
Yine ona para getirmiştim.
Bu parayı nineye verirsin yine. Her gün besleyici yemekler pişirsin. Hem, üç öğün mutlaka yemelisin, dedim.
Cevap vermedi:
Geçen hafta sana getirdiğim paradan hapisanedekilere göndermişsin, sonra iki gün kuru ekmek yemişsin, dedim.
İşitmemezliğe geldi.

Sana yemeğin için verilen parayı başka yerlere harcamaya hakkın yok, dedim. Yemek yemen, iyi olman lâzım, dedim.
Bir şey söylemek istedi.
Söylemedi.
Düşünüyorum.
Bir kamyonun üstünden uçsuz bucaksız kalabalığa söz söyliyen somadeva aklıma geliyor.
Yağmurlu bir akşam aklıma geliyor. Karakolun duvarına çömelmişim. İçerde somadeva'nın omuz başları lime lime yarılarak kanıyor.
Somadeva'nın mahkemesi aklıma geliyor. Yumruklarını maznun parmaklığına vurarak haykırıyor.
Somadeva hapisaneden kaçıyor. Yine beraberiz. Britanya'ya karşı grevler, nümayişler, içtimalar...
Sıcak bir öğle zamanı aklıma geliyor. Uzun bir yol yürüyoruz. Terimi silmek için somadeva'dan mendilini istiyorum. Dalgın, mendilini veriyor. Mendilde kan.
Gece boğazından kan boşanmış. Doktora gidiyoruz. Verem.
Metelik yok. Zaten hastaneye de yatırmak mümkün değil. Kaçak.
Somadeva'yı, ninenin evinde, duvarın dibindeki yer yatağına yatırdığım gün aklıma geliyor.
Düşünüyorum.
Kötü, berbat şeyler aklıma geliyor.
Sonra, mendillerine kan tüküren veremli genç kız romanları okuya okuya, bütün bu anlattıklarımı bayağı bulacak olan bazı okuyucular aklıma geliyor.
Gülüyorum.
Somadeva soruyor:

Niye güldün?
Hiç.. Hem artık ben gideceğim.
Somadeva soruyor:
Haftaya geleceksin değil mi?
Tabii.
Odadan çıkarken somadeva'nın sesini işitiyorum:
Böyle duvar dibinde sırtüstü gebermek berbat şey be. Hiç olmazsa orada ölsem. Sen, söyle arkadaşlara...
Gözlerim yaş içinde.
Arkadaşlara söyle. Unutma, benerci. Orada. Anlıyor musun?»


Sıcak.
Ufukta ışıldayarak nehir akıyor.

Benerci kapalı bir kitap gibi.

Roy dranat toprağa bakıyor
Ve konuşuyor, yarı yoldan dönen
Bizim eski ahbap gibi:
Benerci sen yüksek dağların çayırlarında biten
Keskin kokulu göz alan renkli bir otsun.
Fakat devedikeninden daha faydasız bir ot.
Benerci sen bir don kişot'sun,
Kahraman ve gülünç bir don kişot.
Benerci bil ki neticeler çıkarmak
Öyle mümkün değil ki...
Hayat öyle karışık.
Geç efendim, bunları bırak.
Akşamüstü serinlikte teferrüce çık...
Ve yahya kemal beyi asrîleştir biraz, yaz:
"şöyle rahat bir kûşeye sığındık da biz
Dehrin bu hayı huyuna meclubu handeyiz..."
Gerisini at.
İşte felsefei hayat.

Benerci güldü.
Ben bir şey demedim.
Eski bir kavga şarkısı mırıldanarak
Bakıyorum ufukta akan suya.

Sıcak.
Yazdım bütün gece benerci'yi,
Şimdi bir yatsam uykuya.

Okuyucularıma, ismiyle ilk defa karşılaştıkları roy dranat hakkında kısa bir malûmat vermeyi münasip buldum. Roy dranat, benerci'nin eski bir kavga arkadaşıydı. Fakat sonra, galiba korktu, galiba sabrı tükendi ve galiba ruhunu satıp rahatı bulmak fırsatını ele geçirdi. Kavgadan ayrıldı. Şimdi roy dranat, ingiliz emperyalizminin emrinde, sakalsız, pelerinsiz ve kılıçsız, rahatını arayan zavallı, mustarip bir faust'tur.
n.h.

«keşmirli ebe kadın
Anamın kasıklarından çekti beni.
Ve
Kundakladı bir sinema biletiyle.
Biletim üçüncü mevkiydi.
Anam etekliğini giydi,
Babam mavi gömleğini, yola düzüldük...
Gittiğimiz sinemanın üç kapısı var:
Birincinin önünde:
Otomobiller tepiniyor,
Fraklı britanya bankaları iniyor.
İkincinin önünde:
Küçük dar dükkânlarla dar tarlalar.
Üçüncü kapı bizim,
Oradan biz giriyoruz,
İstihsal aletinden mahrum olanlar.
İçerde the polismenler gösteriyor yerlerini müşterilerin:
Buyrun siz oturunuz!
Oturtuldular.
Oturun!
Oturdular.
Otur ulan kerata...
Oturduk.
Lambalar söndü.
Muzıka başladı, makina döndü.
Perdede
Filmin ismi göründü:
(yirminci asrın sergüzeştleri nâm dram.)
Yirminci asır dört kanatlı bir tayyareden mendil salladı bize.
Yakasında kapitalizm
Açıldı kabak çiçeği gibi.
O kadar çoğaldı o kadar
Uzadı ki bacalar
Saçlarından asıldılar sıra sıra
Kehkeşanlara.
Öyle duman çıktı, kurum yağdı ki
Gökte allah bile meleklere
Amerikan markalı muşambalar giydirdi.
Şikagolu bir milyoner
Öptü telsiz telefonla
Tokyolu sevgilisini.
Elektrikli salhanelerde
Makinaların bir ağzından pastırma attılar,
Öbür ağzından boynuzlu inekler çıktı.
Bir coğrafya hocası dedi ki derste:
"senegalli zencinin yegâne derdi
Yüzünün siyah olmasıdır."
Bu haber bir velveleyle köpürdü paris'te,
Müstemlekeler nezareti emir verdi,
Pudra fabrikaları geçti seferberliğe.
Paris'te olan işler duyulunca londra'dan
Hemen içtima edip karar koydu avam kamarası:
"kıçlarına kuyruk takmıyan hintlilerin kesilecek kafası."
Telsizler daha tebliğ ederken bu kararı hind'e
Muazzam bir kuyruk tröstü teşekkül etti
Mançister şehrinde.
Kutbu şimalide eskimolar görünce bu halleri,
Kıça kuyruk takmamak ve değiştirmemek için deri,
İnce japon fincanlarında
Okkalarla hollanda sütü içmeğe başladılar.
Üstünde uzun katarlar kayan raylar,
Bahrimuhitlerin elli bin tonlukları
Ham mevat taşıyorlar müstemlekelerden.
Kilometreler ticaret evleriyle bağlandı birbirine.
Sahrayı kebir'in ortasında ilân kuleleri dikildi.
Tröstler kartellerle tokuşuyor.
Balyalar, denkler, çuvallar, kutular
Şarktan garba, garptan şarka koşuyor...
Perde karardı, makina durdu.
Perde beyazlandı, lambalar yandı.
Lambalar yanar yanmaz
Kocaman bir gürültü ortalıkta çalkandı.
Babama sordum:
Ne oldu?"
Anam güldü.
Ve birdenbire küçücük kafam
Yukardan düşen bir kitabın
Yapraklarıyla örtüldü.
Kitabı kafamdan atıp yukarı baktım:
Britanya bankalarının localarından filozoflar:
Tonlarla yaldızlı eserlerini
Fırlatıyorlar üstümüze.
Lambalar söndü.
Muzıka başladı, makina döndü.
Perdede
İkinci kısmın ismi göründü
"hindistanlı parya
Ve proletarya.."
The polismenler el attı kıçlarına.
Birinci mevki homurdandı.
İkinci sallandı.
Bağırdı üçüncü mevki
Avazı çıktığı kadar:
"— geliyor, ror, geliyor bizimkiler...."
Mehtaba, dökülen bahrimuhit gibi
Mavi pantolonların dalgaları kapladı perdeyi.
Başladı resmi geçit
Misisipi gibi uzun
Amazon kadar geniş.
Maden ocaklarında çalışanlar
Ata biner gibi kazmalarına binip
Tünellerde koşuyorlardı dörtnala.
Keşmirli mensucat amelesi
Hep bir ağızdan şarkılar okuyarak
Kocaman bir bayrak dokuyarak geçti.
Nakliyatçılar şehirlere tekerlek takarak
Tramvaylara çektirdiler.
Elektrikçiler lastik eldivenlerine sırma saçlarından dolamışlardı voltları.
Elektrikçiler geçtiler, elektrik kadar temiz
Elektrik kadar çevik,
Elektrik
Elektrik...
Geçiyor bizimkiler misisipi gibi uzun amazon kadar geniş...
Omuzlarımda fır dönerken kafam karnıma vurdu babam.
Şimdi yürüyordu perdede
On milyon beygir kuvvetinde bir ıstırap:
Elleri ceplerinde kilitli
Parmakları burunlarında
Ağır ağır sürüklendi işsiz ordusu.
Adımları nalladı
Gözbebeklerimizin kulaklarını.
Sırıttı birinci mevki.
İkinci düşündü.
Perdede yeni yazı göründü:
"burjuvazi!."
The polismenler giydi pazarlıklarını.
Alkış yağdı localardan.
Ağzı sulandı ikinci mevkiin.
Biz
Çuvaldızla dikildik birbirimize gündeliklerimizden,
Avuçlarımız alevlendi,
Fırladı gözlerimiz burun deliklerimizden.
Başladı resmigeçit:
İmparatorluk üniformaları davul çalarak yol açarak geçti.
Britanyalı diplomatlar
Bonjurlarının kuyruklarını döşediler yola.
Bayraklar çekildi her karakola.
Sökün etti tröstler.
Başlarında banka kavaslarının şapkası vardı.
Sıkıştırmışlardı fabrika bacalarını kulaklarına.
Toprakların kilometreleri tespihti ellerinde.
Ağızları havada kartel avlıyordu.
Esham senetlerindendi boyunbağları.
Parmaklarımla saydım bu dağları, geçtiler.
Göründü müteşebbislerin alayı.
Hepsi bir iki fabrikanın
Tutmuştu kulaklarından.
Sünnet çocukları gibi yürüyorlardı.
Hepsinin parlıyordu apış arasında
Malî sermayenin altın kazığı.
Bunları da birer birer
Saydık anamla beraber...
Alay bitti.
Toz duruldu.
Baktık ki, yollara
Çıplak göbeklerinden çivilenmişti .rospular.

Somadeva deminden beri okuduğu defteri kapattı. Yastığının altına koydu ve benerci'nin yüzüne baktı:
Nasıl buldun?
Benerci sordu:
Hepsi bu kadar mı?
Şimdilik bu kadar. Daha doğrusu bu, yazmak istediğim «yirminci asır hindistan tarihi»nin başlangıcı.
Bakalım gerisi nasıl olacak?
Gerisi, sonu harikulade olacak asıl, benerci. Bu tarihin sonu inanılmıyacak kadar mükemmel olacak. Yalnız bir yazabilsem, yani onu ben de bir yazabilseydim.
Benerci kalktı. Masanın üstündeki gaz lambasını yakmak istedi. Somadeva seslendi:
Lambayı yakma. Böyle daha iyi. Geçmiş gelecek, kafamın içindekileri böyle daha iyi görüyorum. Akşamları ateşim dehşetli artıyor. Ağrılar filan dehşetli. Artık dayanılmıyacak kadar... Neyse, bunları bırak. Sen bir şeyler anlat bakalım. Son günlerde okuyor musun? Fabrika kaçta bitiyor? Neler okudun?
Son günlerde bir iki meraklı kitap okudum. Hatta iki tanesi yanımda. İstersen lambayı yakayım da, sana biraz okuyayım.
Olur, benerci.
Benerci lambayı yaktı.
Kitaplardan biri, şu meşhur fransız gazetecisi alber londr'un. Fransız kongosu'na dair. Sana kitabın en feci faslından beş on satır okuyacağım. Fransız kongosu'nun merkezi brassavil'le karaburun limanını birleştirecek olan kongo - osean demiryolunun inşaatına dair birkaç satır. İnşaatı batilon şirketi yaptırıyor. Şimdi, dinle:
Benerci lambanın fitilini biraz daha açtı. Okumaya başladı:
Bakota, baiyya, linfaondo, sara, banda, lizangö, mabaja, sinde, loano kabilelerinin adamları, dalgın hayatlarından koparılarak batilon'a gönderilmekteydiler.
Bu çok garip bir yolculuktu.
İstilâ zamanlarımızdan kalan mavnalara yükleniyorlardı.
Üç yüz, dört yüz başlık insan sürüleri güvertenin altına ve üstüne yığılıyordu. Aşağıda olanlar nefessizlikten boğuluyorlardı; yukardakiler ne oturabiliyorlardı, ne de kalkabiliyorlardı. Ve ayaklarında zencir olmadığı için, brassavil'e kadar 15-20 gün süren yolculuk esnasında şari, sangu, kongo nehirlerine her gün iki üç insan kendini atıyordu.
Mavna yolunda ilerliyordu. Düşenlerin hepsini toplıyamazsın ya!...
Kıyıdan gidildiği zamanlar ağaç dalları en yukarda bulunanları nehre yuvarlıyor... Hiçbir çatı yok. 15 gün yuvarlak güvertenin üstünde. Güneşin altında. Yağmurun altında. Ocak odunla yakıldığı için, uçuşan küçük kıvılcımlar zencilerin derilerinde yanıklar yapıyor...
İşte nihayet brassavil... Üç yüz kişiden ancak iki yüz altmışı, bazen de iki yüz ellisi gelebilmiştir.
..gelenler sürüye sokuluyor. Yaya yolculuk başlıyacaktır. İlk önce, en sağlam olanlar seçiliyor.
..ve sürü, balta görmemiş ormanlardan yürüyerek, bataklıklar geçerek, dehşetli mayombe ormanına doğru ilerliyor.
..bu korkunç bir manzaradır. 10 kilometreye uzanan insan sürüsü, boğumlarını kımıldatmaya mecali olmayan uzun, yaralı bir yılana benzer. Biyalılar düşer, zindeliler ayaklarını zorlukla sürükleyebilirler ve kırbacın düğümü onları kovalar.
Ben demiryollarının nasıl yapıldığını görmüşümdür. İş yerinde birçok aletler vardır. Fakat burada zencilerden başka hiçbir şey yok.....
..300 kilogram ağırlığında çimento fıçılarını nakletmek için, batilon şirketi, bir sırık ve iki zenciden başka hiçbir vasıtaya lüzum görmemiş.
Irgatbaşıların ezdiği bitkin, yorgun, yaralı, sıska zenciler yığınlarla ölüyorlar.
..bu muazzam bir zenci imhası hareketiydi.
Batilon şirketi'ne verilen sekiz bin insan, az bir zaman içinde beş bin, sonra dört bin, daha sonra iki bine indi.
Ölenlerin yerini doldurmak için yeni devşirmeler yapılıyordu.
Zenciler ormanlara, çat kıyılarına, belçika kongosu'na, angola'ya kaçıyorlar. Eskiden insanların yaşadıkları yerlerde, bizim müteahhitlerimiz şimdi yalnız şempanzeleri buluyorlar......»
Benerci durdu ve,
Somadeva, dedi, biliyor musun, bu kitabı yazan alber londr kimdir?
Hayır, tahmin ediyorum. Onda dehşetli bir iş adamı kafası var. Zencilerin mahvoluşuna, körü körüne baltalanan bir ormanın mahvolması gibi acıyan bir adam. Anlıyorum ki, o, afrika'ya makina istiyor. Zenciyi ölümden kurtarmak için değil. Zenciyi daha semereli, daha uzun zaman, daha dayanıklı işlettikten sonra öldürmek için. Fransız emperyalizminin acı söyleyen, dehşetli bir gazetecisi şu alber londr.. Öyle değil mi?
Öyle.. İstersen sana kitapları bırakırım. Öteki kitap jorj lefevr'in «kauçuğun epopesi». Amerika otomobil fabrikalarına dair fasılları şayanı hayret. Bu lefevr kadar köpoğlulukta mahir bir adam görmedim. İnsanların, kocaman bir makinanın basit vidaları haline gelmesinde bile şiir bulan bir adam. Kitabı okur anlarsın. Lambayı söndüreyim mi? Haftaya gelirim yine. Dört gün sonra yapılacak mitingin sonu neye varacak? Böyle hasta olmasaydın. Kuvvetli söz söyliyen, amma bıçak gibi söz söyliyen bir arkadaşa öyle ihtiyacımız var ki. Neyse. Ben gidiyorum. Kendine iyi bak...
Ben kendime iyi bakıyorum. Üzülme! Git. Lambayı söndür.
Benerci lambayı söndürdü. Ve sanki lambayı söndürür söndürmez, somadeva hemen uyuyuvermişmiş gibi, ayaklarının ucuna basarak odadan çıktı.
Merdivenin sahanlığında, nine benerci'yi kolundan tuttu:
Ölecek, dedi. Belki, ölümün gelmesini beklemeden kendi kendini öldürecek. Benim oğlum da, kafasını ingilizler sopayla parçaladıktan sonra, o duvarın dibindeki yatakta ölmüştü. Bu da, o duvarın dibindeki yatakta ölecek. Belki de kendi kendini öldürecek. Çok ağrı çekiyor. Sana göstermiyor amma, siz hepiniz öyle ağrı çekseydiniz çoktan ölürdünüz.
Kendini öldüreceğini nerden biliyorsun? Sana bir şey söyledi mi?
Bana bir şey söylemedi. Bana o yalnız iyi şeyler söyler. Kendini öldüreceğini yalnız kendine söyledi gibi geliyor bana. Bunu, belki kendine bile apaçık söylememiştir. Belki de söylemiştir. Dün, ben evde yokken, sokağa çıkmış... Yatağının altına bir çıkın korken gördüm. Çıkında ne vardı, bilmiyorum. Sokaktan bir şey alıp getirdi.
Benerci, birdenbire geri dönüp somadeva'dan sormak istedi. Sonra vazgeçti.
Sen onu yalnız bırakma, nine, ben iki üç gün sonra gelirim.
Benerci sokağa fırladı.
Yürüdü.. Yürüdü...
Bir köşebaşında roy dranat'la karşılaştılar.
Havagazı fenerinin altında durdular. Roy dranat sarhoştu. Benerci'nin ellerini tuttu:
Benerci, belki siz haklısınız, dedi. Belki haklısınız. Fakat, ben «dünyayı düzeltecek ben mi kaldım»a kadar düştüm. Mümkündür ki, «beş parmak bir olmaz»a kadar da alçalayım. Amma, bana öyle geliyor ki, sizin hakkınız var. Allahaısmarladık benerci. Ben bu tarafa sapıp yoluma gidiyorum, sen de yoluna git..
Roy dranat, benerci'nin ellerini bıraktı. Şapkasını çıkardı. Yerlere kadar eğilerek benerci'yi selamladı:
Belki, siz haklısınız.......
Sallanarak uzaklaştı..


İkinci bap


Kalkütalı seyyar satıcı esnafından bir vatandaş: kalküta'da,
İngiltere emperyalizmi aleyhine yapılan mitingi ve somadeva'nın ölümünü berveçhi âti anlatıyor.

I

Meydanda bir kalabalık vardı, kardaşım,
Uyy... Aman kalabalık!!
Rüzgârlı bir orman gibi uğuldardı, kardaşım,
Bu yaman kalabalık.
Kalkütalı tornacılar, keşmirli dokumacılar,
Bombay gemicileri,
Yetmiş yedi denizin getirdiği
Kum gibi insan var.
Çırılçıplak çocuklar
Sarkıyor salkımlarla ağaçların dalından.
Kocakarılar oturmuşlar eşiklere.
İğne değil, bir kıl koparıp atsan sakalından düşmezdi yere.
Meydanda bir kalabalık vardı, kardaşım,
Uyyy, aman kalabalık.
Dalgalı, karanlık bir suya düşmüşüm gibi
Beni sardı, kardaşım, bu yaman kalabalık.
Baktım ki taaa... Karşıda
Bir kamyonun üstünde bir adam avaz avaz söz söylüyor.
Ama ne söz söylüyor anam,
Okkalı söz söylüyor!!!
Bakıyorum adama,
Bir şey anlamıyorum ama,
Söz söylüyor herifçioğlu söz söylüyor,
Okkalı söz söylüyor:
«— bilemem hangi sebeple, bilemem hangi sebebe!»
Etrafta bağırıyorlar:
«— yaşşşşa be!!!»
Ben de bağırıyorum.
Acayip bir türkü çağırıyorlar.
Makama uyup ben de çağırıyorum...
Yanımda seyrek sakallı bir ihtiyar:
«— bunlar, delidir, diyor,
Bunlar sanıyorlar ki, diyor, biz
Zorla devirebiliriz,
Altın topuzlu kuyruğunu dalgalara vuran
Denizlerin ortasında demirden
Bir aslan gibi duran kocaman britanya'yı...»
Şimdi kamyonun üstünde başka bir adam..
Bu da söz söylüyor anam söz söylüyor.
Okkalı söz söylüyor.
Bakıyorum adama.
Bir şey anlamıyorum ama
Belli ki ötekinden
Daha okkalı söylüyor.
Etrafta daha çok bağırıyorlar.
Ben de bağırıyorum.
Bu sefer başka bir türkü çağırıyorlar,
Makama uyup ben de çağırıyorum...
Seyrek sakallı ihtiyar:
«— bak, bu doğru söylüyor, diyor,
Zorla değil, güzellikle
Yavaş yavaş, diyor, alırız!..
Birdenbire ayrılırsak,
Köksüz bir ağacın dalları gibi kalırız...»

Şimdi kamyonun üstünde yine başka bir adam.
Elbet bu da söz söyleyecek anam.
Söz söylüyor.
Seyrek sakallı ihtiyarın keyfi yerinde yine.
Belli ki, geliyor kalabalık
Seyrek sakallının dediğine.
Adamlar çıkıp iniyor kamyonun üstünden.
Balta görmemiş bir ormanda yürür gibi
Yürüyorum kalabalıkta kamyona doğru ben.
Bağırışlar.
Türkü çağırışlar.
Ben bir şeycik anlamıyorum ama,
Etraftan laflar çalınıyor kulağıma:
Sol taraf hapı yuttu!
Kamyonun yanında benerci'ye bak!
Anası ölmüş kız kardeşi dağa kaldırılmış gibi somurttu...
Gandi'nin hakkı var!
Hind'in kurtarıcı ilahları:
Dokuma tezgâhları.
Deniz tutmuş gibi dönüyor başım.
Birden bir kıyamettir koptu kardaşım.
Bağrışmalarla, ipte çamaşır gibi sarsıldı hava.
Somadeva geliyor, somadeva!
Ona söz verin!
Söyletmeyin, istemez!
Dinlemiyoruz!
Al aşağı!
Söyletmeyin, istemez.

Yanındakilerin omuzuna dayanarak
Tırmandı kamyona bir adam.
Geldi bütün kalabalık
Bu sapsarı yüzlü bir tek adamla göz göze.
Ortalık tıssss!
Somadeva başladı söze...
Hey anam! Heeey!
Herifte bir ses vardı, beyabey, bir ses!
Hani, ormanda kaplanlar ölürken böyle bağırır..
«— arkadaşlar! Dedi.
Hastayım..
Çok.. Fazla söze lüzum yok, kendimi asacaktım.
Gidip bakın odama:
İpi yerde,
Çengeli tavanda mıhlı bıraktım.
Geberecektim bir kaçak gibi az daha..
Arkadaşlar!...» dedi.
Ve sözünü bitiremedi.
Sallandı sola bir, sağa bir...
Baktım ki kalabalığa bir
Kalabalık da rüzgârlı bir ekin gibi sallanıyor,
Ben de sallanıyorum.
O yine:
«— arkadaşlar...» dedi.
Yine sözünü bitiremedi.
Ve kamyonun üstünden
Devrildi üstümüze..
Birdenbire, kardaşım, bir hal oldu bize:
Boydan boya meydan uzattı kollarını
Düşeni tutmak için.
Hani ancak lortlar kamarası'na girmeliyim
Bu hali unutmak için.
Dalgalı bir denize düşen ay ışığı gibi
Yüzdü bembeyaz ölüsü somadeva'nın
Yukarı kalkan kolların ve başların üstünde.
Meydan bağırdı, ben bağırdım:
«— somadeva!
Somadeva!
Kavga sonuna kadar
Kav—ga!...»
Omuz başımda inledi bir ses:
«— deliler kesiyor kocaman bir çınarın en yeşil, en geniş dalını.»
Dönüp arkama baktım ki, anam;
Yoluyor seyrek sakalını
Seyrek sakallı adam.


İkinci kısım sonuncu bap


İki ölünün odası...
Hindistan yirminci asır tarihinin son sözü...
Roy dranat'ın aynalı dolaba bakan ölü gözleri...

Somadeva'nın ölüsü imamsız, rahipsiz ve hahamsız ve kavga şarkıları söyleyen on binlerce kişilik bir cemaatla kaldırıldı.
Benerci, somadeva'yı gömdükten sonra, ninenin evindeki odaya geldi. İpi yerde ve çengeli tavanda mıhlı gördü. Duvarın dibindeki yer yatağının yastığı altından kırmızı kaplı, çizgisiz defteri çıkardı.
Defterin kabında: «hindistan'ın yirminci asır tarihi» diye yazılıydı. Benerci defteri açtı. Baş tarafta, somadeva'nın bir gece kendisine okuduğu yarı kalmış mukaddeme vardı. Sonra beyaz sayfalar. Son sayfada beş altı satır. Benerci bu beş altı satırı okudu:
«ben, somadeva, hindistan'ın yirminci asır tarihini yazmağa başladım. Fakat bitirmeden öleceğim. Arkadaşlarım, bıraktığım yerden yazmağa devam etsinler. Tarihin sonu inanılmayacak kadar güzel olacaktır. Buna eminim...»


Benerci, somadeva'nın odasından sokağa çıkınca, roy dranat'ın «akşamüstü serinlikte bir teferrüçten dönerken» soğuk alıp zatürreeden öldüğünü duydu. Ve roy dranat'ın oteline gitti. Gördüklerini şöyle anlatıyor:

Girdim ki içeriye,
İki eli yanına gelmiş
Yatıyor otel odasının
Dört topuzlu karyolasında.
Ölü.
Omuzlarına kadar çarşafla örtülü,
Gözleri açık...
Çarşafın altında ayakları:
Acayip bir hayvanın dinliyen kulakları...
Gözleri bakıyor
Ayakları arasından dolaba.
Dolabın aynasında görüyorum:
Başını değil, yüzünü değil,
Kaşını değil,
Kapakları açık, içi örtülü gözlerini,
Yalnız ölü gözlerini...
Gözleri bakıyor dolaba.
Ehramda bir kapı açar gibi açtım dolabı.
Alt katta bir kutu var.
Kutuda ölünün hiç giymediği
Siyah kunduralar.
Ütülü elbiselerle dolu orta kat:
Asılmış dolabın içine
Sıra sıra elsiz ve başsız roy dranat.
Bir şişe permanganat, yakalık, mendil, çorap.
Bir kitap:
Çok eski günlerde beraber okuyup
Satırlarının altını beraber çizdiğimiz
Bir kavga kitabı.

Kapadım dolabı.
Onun dolaba bakan gözlerini kapadım.
Artık satılacak bir yürek,
Kiralık bir kafa bile yok.
Roy dranat, hoşça kal,
Mesele yok.
Yorgan gitti,
Kavga bitti.


İkinci kısmın sonu
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Benerci Kendini Niçin Öldürdü - Üçüncü Kısım

2015-07-12_010414.jpg

Benerci Kendini Niçin Öldürdü - Üçüncü Kısım


Birinci ve sonuncu bap

I


Gözüme altın bir damla gibi akan
Yıldızın ışığı,
İlk önce boşlukta
Deldiği zaman karanlığı,
Toprakta göğe bakan
Bir tek göz bile yoktu...
Yıldızlar ihtiyardılar
Toprak çocuktu.
Yıldızlar bizden uzaktır
Ama ne kadar uzak ne kadar uzak...
Yıldızların arasında toprağımız ufaktır
Ama ne kadar ufak
Ne kadar ufak...
Ve asya ki
Toprakta beşte birdir.
Ve asya'da bir memlekettir hindistan,
Kalküta hindistan'da bir şehirdir,
Benerci kalküta'da bir insan...
Ve ben haber veriyorum ki, size:
Hindistan'ın kalküta şehrinde bir insanın
Yolu üstünde durdular.
Yürüyen bir insanı zincire vurdular...

Ve ben tenezzül edip
Başımı ışıklı boşluklara kaldırmıyorum.
Yıldızlar uzakmış toprak ufakmış
Umurumda değil, aldırmıyorum...
Bilmiş olun ki, benim için
Daha hayret verici daha kudretli
Daha esrarlı ve kocamandır:
Yolu üstünde durulan zincire vurulan
İ n s a n . . .


Şu yukarıya, üçüncü kısmın birinci ve sonuncu babının birinci parçası olarak yazdığım, üslubu ukalaca, yazıdan da anlıyacağınız veçhile, benerci mahpustur.
Hindistan'ın hakikî istiklâl ve hakikî kurtuluşu için çalıştığından dolayı, britanya polisi tarafından tevkif, britanya adliyesi tarafından muhakeme ve britanya hükûmeti tarafından, benerci, hapse atılmıştır. Cezası 15 senedir. Benerci bu 15 adet seneyi taş bir hücrede tek başına geçirecektir. Ve bu 15 adet senenin bir haylisi geçmiştir...
Şimdi size, bu bir hayli senenin nasıl geçtiğini anlatacağım. Ve, sonra, sıra, benerci'nin kendini niçin öldürdüğüne gelecek. Emperyalizm aleyhine yazılan* ve emperyalizmi temellerinden yıkmak için nefislerini feda edenlerden bahseden bu kitap, bir inkılâpçının hangi şartlar içinde kendini öldürmeğe hak kazanacağını da hallettikten sonra, bitmiş olacaktır.


Yalnız şunu hatırlatmak isterim ki, benerci emperyalizmi ve emperyalizm ile mücadeleyi, neo-hitlerist-sosyal-faşist-sinyor-fon şevket süreyya bey gibi anlamıyordu.


Güneş pencerede...
Yanıyor demir bir çubuk..
Dışarda saat belki beş, belki altı, belki buçuk, yedi..
Gardiyan karyolayı duvara kilitledi.
Adam
Demir iskemlede oturuyor, oturuyor...
Güneş
Düştü pencereden
Adamın başına vuruyor..

Dışarda saat belki on belki on iki..
İçerdeki:
Yürüyor duvardan duvara, duvardan duvara...

Gardiyan...
Pirinç çorbası, ekmek.
Demek:
Öğle saatı çaldı
Öte yanda yaşıyanlara..
Ve adam yürüyor,
Duvardan duvara, duvardan duvara..

Yanıp söndü demir çubuk..
Dışarda saat:
Belki beş, belki altı, belki buçuk...
Dışarda adam...
Adam
Demir iskemlede oturuyor...
Oturuyor...

Gardiyan.
Pirinç çorbası, ekmek.
Gardiyan
Karyolayı indirince:
İçerde gece.
Yatıyor adam.
Gözleri düşünüyor,
Dişlerinin arasında bıyığı..
Dışarda ay ışığı....


19... Senesi eylülünün on beşinci gecesi idi.. Saat on ikiden sonra, kalküta şehrinin varoşlarından gelen bir adam, umumî hapisanenin yüksek duvarları karşısında durdu. Tam bedir halindeki ay, gökyüzünü kaplıyan ve esen rüzgârla korkunç şekiller alıp akan siyah bulutların arkasında kâh gizleniyor, kâh meydana çıkıyordu.
Şehrin varoşlarından geldiğini beyan ettiğimiz meçhul adamın durduğu mahal, umumî hapisanenin arka cephesine tesadüf etmekte olup bu cephenin üst kısmında, hafif bir ışıkla aydınlanmış, bir sıra demir parmaklıklı pencere vardı.
Ay, bulutların arasından kurtuldukça, zaman zaman duvarın dibinden geçen bir süngüyü ışıldatmakta ve bu suretle meçhul adama hapisanenin etrafını devreden nöbetçilerin mevkilerini bildirmekte idi.
Meçhul adamın kendisini nöbetçilere göstermek istemediğini, okuyucularımız, elbette tahmin eylemişlerdir.. Tahminlerinde yanılmıyorlar. Zira bu adam buraya britanya imparatorluğu zabıtasının hiç de hoş görmeyeceği bir işi yapmak için gelmiş idi.
Filhakika, nöbetçiler hapisanenin köşesinde gözden kaybolur olmaz, meçhul adam cebinden bir taş parçası çıkarıp iyice nişanladıktan sonra demir parmaklıklı pencerelerin soldan üçüncüsüne fırlattı.. Taş pencereden içeriye girdi.
Eğer biz, okuyucularımızla birlikte, meçhul adamın taşı atmasından evvel, mevzubahis pencereden içeriye bakmış olsaydık, şöyle bir manzaranın şahidi bulunurduk:
Demir kapısının üstünde gardiyanlara mahsus dışardan sürmeli küçük bir pencere bulunan taş bir hapisane hücresi. Gündüzleri kaldırılıp zincirle duvara kilitlenen ve geceleri indirilen demir bir karyola. İşbu karyolanın üstünde, mahpuslara mahsus libası giymiş olduğu halde bir şahıs oturmaktadır. Mezkûr şahıs sık sık başını kaldırarak, kapıdaki gardiyan penceresinden gözetlenip gözetlenmediğine bakıyor, sürgünün açılmadığına emniyet kesbettikten sonra, siyah kaplı kalın bir kitabın sayfalarına bir şeyler yazıyordu. Eğer siyah kalın kitabı yakından tetkik edecek olursak görürüz ki, bu ingilizce bir incil'dir. Mevzubahis şahıs, taş hücreye kapatıldıktan bir hafta sonra; kayser'in hakkını kayser'e ve allahın hakkını allaha vermeği ve sağ yanağına bir tokat atılırsa, sol yanağını çevirmeği talim etsin diye, bu incil'i bir ingiliz misyoneri kendisine vermiş idi. Esasen, hepisanenin bütün hücrelerinde bu kitaptan maada okuyacak ve yazacak bir şey bulunmazdı.
İmdi, ahvalini tetkik eylediğimiz şahsın, yani taş hücre mahpusunun incil sayfalarına neler yazdığını görelim:
Satırlarının başları numaralı ve bazı kelimeleri küçücük haç işaretli sayfalarda, urdu lisanıyla ve henüz kurumamış kırmızı ve taze bir kan ile yazılmış ve kitabın sık siyah matbu hurufatı üzerinde ateş gibi yanan yazılar vardı.
Taş hücre mahpusu incil kitabının iç mukavvasından kopardığı bir parçayı bükerek bir kalem haline getirmiş ve bunu sol bileğinden ince ince akan kana batırarak bu ateş gibi yanan yazıları yazmakta bulunmuş idi.
İşte şehrin varoşlarından gelen meçhul adam taşı attığı zaman, taş hücrenin içindeki mahpus böyle bir işle meşguldü. Pencereden gelen taş mahpusun karyolası dibine düşmüştü. Mahpus hemen yerinden kalktı.
Üzerlerine kanı ile yazdığı incil kitabı sayfalarını kopararak taşa sardı ve taşı pencereden dışarı atıp iade etti.
Şehrin varoşlarından gelen meçhul adam, taşa sarılmış kâat tomarını yerden aldı. Göğsüne soktu. Ve dünyanın en kıymetli hazinesini göğsünde taşıyan bir insan gibi, korkak, cesur ve emin adımlarla uzaklaşmaya başladı. Korkuyordu: göğsündeki defineyi alırlar diye; cesurdu: göğsündeki defineyi ölümün karşısında dahi vermemek için; emin idi: zira kaç senedir her iki ayda bir buraya geliyor, taşı atıyor ve taş, kanlı yazılar yazılı incil sayfalarına sarılmış olduğu halde kendisine iade ediliyordu; binaenaleyh bu işe alışmış idi.
Bu kanla yazılmış yazılar, hintlilerin hakikî istiklâl ve kurtuluş cidalinde kitlelere heyecan, şuur ve hedef vermekte idi........

Taş hücre mahpusu benerci'dir. Kitlelere heyecan, şuur ve hedef veren yazılar, vaktiyle somadeva'nın başladığı ve şimdi benerci'nin devam ettiği «hindistan'ın yirminci asır tarihi» isimli eserdir. Yalnız, benerci bunu, bileğini kesip kanıyla yazmıyor.. Fakat, eğer icap etseydi, eserin bir tek satırını yazmak için damarlarındaki bütün kanını akıtabilirdi. Ve bu, pestenkerani bir lâf değildir.. Bu işi yapabilecek insanların yalnız on dokuzuncu asır romanlarında yaşadığını zannedenler, yirminci asrın isimsiz, büyük kavga kahramanlarını tanımıyorlar demektir.
Benerci yazısını bileğinin kanıyla yazmıyor. Bu yazıları şehrin varoşlarından gelen meçhul adama vermiyor. Benerci yazılarını temiz beyaz kâatlara kurşunkalemiyle yazıyor. Ve bunları hapishane gardiyanlarının ingiliz dikkatlerine rağmen, dışardakilerin ellerine ulaştırıyor.
Nasıl?..
Taş hücre mahpusunun, senelerdir, bu işi nasıl yaptığını anlatacak değilim. Romanda da olsa, britanya polisine hizmet etmek istemem......


Dışarda bir bayrak gibi dalgalanırken adı,
İçerde o ihtiyarladı..
Her gün biraz daha camları yaşarıyor iri bağa gözlüklerinin.
Her gün biraz daha siliniyor çizgileri gördüklerinin.
Küreyvatı hamra azalıyor.
Tasallübü şerayin.
Tansiyon 26.
Baş dönmesi, bunaltı.
Sinir...

Bir
Senedir yazamadı bir satır bile..
Yine fakat dışarda bir bayrak gibi dalgalanıyor adı.
İçerde o ihtiyarladı....

Bu fasıl
Benerci'nin kendini niçin
Öldürdüğüne dairdir

«kalküta şehrinin ufkunda güneş
Yükseliyordu.
Atları ışıktan, miğferleri ateş
Bir ordu
Bozgun karanlığı katmış önüne geliyordu.
Güneş yükseliyordu..
Kalküta . . . . . . . . »

Bunu beceremedik romantik kaçtı pek.
Şöyle diyelim:

«baygın kokulu koskocaman masmavi bir çiçek şeklinde sema
Düştü fecrin altın kollarına...»

Bu da olmadı, olacağı yok.
Benden evvel gelenlerin hepsi, almışlar birer birer,
Tuluu şemsi, gurubu şemsi
Tasvir patentasını.
Tuluu şemsin, gurubu şemsin okumuşlar canına..
Bu hususta yapılacak iş, söylenecek söz kalmamış bana.
Buna rağmen, tekrar ederim ki ben:
Kalküta'nın damları üstünde güneş
Güneş gibi yükseliyordu.
Sokaktan bir sütçü beygirinin
Nal ve güğüm sesi geliyordu.
Benerci sordu:
Saat kaç?
Altı...

Benerci dün akşam geç vakit tahliye edildi. Hapishanenin kapısı önünde dehşetli bir kalabalık onu bekliyordu. Eğer eski sistem bir kafam olsaydı, iddia edebilirdim ki, benerci bu yığınlarla insanı ebediyyen peşinde sürükliyebilecek kadar onlara yakın, onların canında, onların kanındaydı.
Benerci'ye arkadaşları, dış mahallelerdeki apartımanlardan birinin en üst katında bir oda tutmuşlar. Benerci odasına sekiz arkadaşıyla beraber girdi. Bana:
Sen git, biraz dolaş. Sonra gelirsin, dediler.
Apartımanın kapısı önünden, merkez caddelere kadar, kımıldanan, bağıran bir insan denizinin ortasında, her adımda onun ismini işiterek, dolaştım. Kalabalık yavaş yavaş dağıldı. Geri döndüğüm zaman benerci'yi odasında yalnız buldum. Pencerenin önünde duruyordu. Saat gecenin on biriydi. Benerci:
Otur bakalım, dedi.
Oturdum.
Saatler geçti, saatler geçti.. Bir kelime bile konuşmadık. Ve nihayet, lambanın sarı ışığı beyazlanmağa başladı. Pencereden baktım:
Kalküta'nın damları üstünde güneş yükseliyordu.
Benerci sordu:
Saat kaç?
Altı.
Alâ.
Anlamadım.
Hiç. Dinle. Bu kitabın birinci kısmında, arkadaşlarım bana: «sen bizi sattın,» dediler. Alnımda hâlâ onların attığı taşın izi var. Halbuki ben tertemizdim. Fakat onlar haklıydı. Kıl kaldı, kendimi öldürüyordum. Fakat bu haltı yemedim.
Öyle.
Bu kitabın ikinci kısmında, somadeva'nın ciğerleri ağzından geliyordu. Öyle ağrı çekiyordu ki, kendini öldürmek istedi. Fakat o da bu haltı yemedi. Bir kamyonun üstünde kalıbı dinlendirmeyi daha doğru buldu, değil mi?
Öyle...
Saat kaç?
Altı buçuk.
Alâ... Dinle. Ferdin tarihteki rolü malum. Akışın istikametini değiştiremez. Yalnız tempoyu hızlılaştırabilir, yavaşlatabilir. İşte o kadar. Tarihte fert denilen nesne, keyfiyetin değil, kemiyetin üstüne tesir edicidir. Bütün bunlar senin için, benim için, bizim için bilinen şeylerdir.
Doğru.
Öyleyse, bunu şimdi benim şahsıma tatbik edelim.
Birdenbire durdu. Gözlüğünü çıkardı. Mendiliyle camlarını sildi. Gözlüğünü taktı. Camların içinde büyüyen gözleri gözlerimdedir.
Devam et, benerci, dinliyorum.
Hadisat öyle getirdi ki, ben hareketin muayyen bir inkişaf merhalesinde muayyen bir rol oynıyan bir fert haline geldim.
Doğru.
Dünden itibaren katarın başında gidiyorum. Halbuki fizyolojim berbat.. Kafam elastikiyetini kaybetti. Dönemeçleri zamanında dönemiyeceğim. Ellerim lüzumundan fazla titriyor. Akıntıda dümen tutamıyacak bir hale geldiler. Akışın temposunu hızlılaştırmak nerde? Onu yavaşlatmam muhtemeldir. İstemeden, irademin dışında, yanlış adımlar atacağım. Biliyorum, hareket belki beni altı ay sonra, bir sene sonra bir safra gibi fırlatacaktır. Fakat o beni fırlatıp atana kadar, ben ona fren olacağım. Halbuki ben kemiyette bile, bir sene değil, bir gün bile, irademin dışında, bilerekten ona ihanet edemem. Anlıyor musun? Diyeceksin ki, yanılmıyan yalnız tembellerdir, budalalardır. İş yapan, yürüyen adam yanılır. Mesele yanlışın idrakindedir. Fakat, ya bu yanılma nesnesi katarın başındaki adam için bir kaide haline gelirse. Ve o adam katarın başında gidemiyeceğini bildiği halde, yerinde durmak için bir saniye olsun ısrar ederse. Bu bir ihanet değil midir? Ben bir saniye olsun, ihanet edemem. Bu benim uzviyetimde yok...
Benerci yine durdu. Sonra birdenbire gülerek:
Hem ben bu meseleyi arkadaşlarla konuştum. Hallettik. Sana haltetmek düşer, dedi. Sen saata bak, kaç?
Yedi.
Hem, bu benim mesele nevi şahsına münhasır bir iş bile değil. Galiba lafarg'la karısı da aynı vaziyete düşmüşler, aynı işi yapmışlar. Her ne hal ise. Şu senin tabancayı ver bakayım.
Pantolonumun arka cebinden tabancayı çıkardım. Koskocaman bir nagant. Benerci'ye uzattım. Aldı, masanın üstüne koydu.
Tekrar gözlüğünü çıkardı. Mendiliyle camlarını sildi. Gözlüğünü taktı. Camların içinde büyüyen gözleri gözlerimdedir.
Şöyle pencerenin önünde birer cıgara tellendirelim, dedi.
Cıgaraları yaktık. Topraktan fışkırır gibi bol, renkli ve ılık bir yaz sabahının ışıkları karşı pencerelerin camlarında, benerci'nin gözlüklerinde pırıl pırıl yanıyordu. Damlar, evler, ağaçlar ve sokaklar yıkanmış gibi nemli ve tertemizdi. Konuşmuyorduk.
Ağzımda, sonuna gelen cıgaranın acılığını duydum. Benerci ayağa kalktı. Cıgarasını masadaki tablanın içinde söndürdü.
Pencereyi kapat. Sen de haydi artık git. İstersen âdet yerini bulsun diye bir kere kucaklaşalım, dedi.
Kucaklaştık.
Arkama bakmadan kapıdan dışarı çıkarken:
Çocuklara selam söyle, dedi.
Merdivenleri ağır ağır inmeğe başladım. Dördüncü kat. Üçüncü kat. Merdivenleri hızlı hızlı iniyorum. İkinci kat. Merdivenleri koşarak iniyorum.
Tam sokağa çıktığım zaman, derinlerden, demir bir kapının hızla kapanması gibi tok bir ses geldi...

Bu kitabın son sözü . . . . . . . . . . . . . . .
«kavgada kendi kendini öldüren lanetli bir cenazedir benim için:
Ölüsüne ellerimiz dokunamaz.
Arkasından matem marşı okunamaz.»

Sen artık bu kitapta:
Noktaları virgülleri
Satırları taşımıyorsun.
Sen artık bu kitapta
Koşmuyor bağırmıyor
Alnını kaşımıyorsun.
Sen artık bu kitapta yaşamıyorsun.

Ve benerci sen bu kitapta:
Kendi kendini öldürmene rağmen
Benim ellerim senin
Kanlı delik
Şakağına dokunacaktır.
Cenazende dosta düşmana karşı matem marşı okunacaktır:


M a t e m m a r ş ı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Çan çalmıyoruz.
Çan çalmıyoruz.
Yok salâ veren!
Giden o biten bir şarkı değildir...

O büyük bir ışık gibi döğüştü.
Kasketli bir güneş halinde düştü.

Çan çalmıyoruz.
Çan çalmıyoruz.
Yok salâ veren!
Bu giden bir biten şarkı değildir ...........



S o n
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Benim Oğlan Fotoğraflarda Büyüyor

2015-07-12_010903.jpg

Benim Oğlan Fotoğraflarda Büyüyor

İçimde acısı var yemişi koparılmış bir dalın,
Gitmez gözümden hayali Haliç'e inen yolun,
İki gözlü bir bıçaktır yüreğime saplanmış
Evlat hasretiyle hasreti İstanbul'un.

Ayrılık dayanılır gibi değil mi?
Bize pek mi müthiş geliyor kendi kaderimiz?
Elâleme haset mi ediyoruz?
Elâlemin babası İstanbul'da hapiste,
Elâlemin oğlunu asmak istiyorlar
Yol ortasında
Güpegündüz.
Bense burda rüzgâr gibi
Bir halk türküsü gibi hürüm,
Sen ordasın yavrum,
Ama asılamıyacak kadar küçüksün henüz.
Elâlemin oğlu katil olmasın,
Elâlemin babası ölmesin,
Eve ekmekle uçurtma getirsin diye,
Orda onlar aldı göze ipi.

İnsanlar,
İyi insanlar,
Seslenin dünyanın dört köşesinden
Dur deyin,
Cellat geçirmesin ipi.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Berkley

2015-07-12_010331.jpg

Berkley

Behey
Berkley!
Behey on sekizinci asrın filozof peskoposu.
Felsefenden tüten günlük kokusu
Başımızı döndürmek içindir.
Hayat kavgasında bizi
Dizüstü süründürmek içindir.

Behey
Berkley,
Behey Allah'ın
Cebrail şeklindeki Azrail’i,
Behey on sekizinci asrın en filozof katili!
Halâ geziyor İskoçya köylerinde
Adımlarının sesi.
Halâ uluyor adımlarının sesine
Tüyleri kanlı bir köpek.
Halâ
Her gece titreyerek
Görüyor gölgeni İskoçya köylüleri
Evlerinin
Camlarında!
Halâ
Kanlı beş parmağının izi var
O beyaz buzlu camlar gibi şimal akşamlarında!

Behey
Berkley!
Behey meyhane kızlarının kara cübbeli kavalyesi,
Kralın şövalyesi,
Sermayenin altın sesi,
Ve Allah’ ın peskoposu!
Felsefenden tüten günlük kokusu
Başımızı döndürmek içindir.
Hayat kavgasında bizi
Dizüstü süründürmek içindir!

Her kelimen
Kelepçelerken
Bileklerimizi,
Kıvrılan
Bir yılan
Gibi satırların
Sokmak istiyor yüreklerimizi.
Beli hançerli bir İsa’ ya benziyor resmin.
Sivriliyor kitaplarından ismin
Sivri yosunlu ucundan
Kızıl kan
Damlıyan
Yeşil bir diş gibi.
Her kitabın
Diz çökmüş önünde Rabbın
Kara kuşaklı bir keşiş gibi..
Sen bu kıyafetle mi bizi kandıracaktın,
İnandıracaktın?
Biz İsa’ nın vuslatını bekleyen
Bir rahibe değiliz ki!

Behey
Berkley!
Behey tilkilerin şahı tilki!
Çalarken satırların zafer düdüğü,
Küçük bir taş parçasının en küçüğü
İmparatorların imparatoru gibi çıkınca karşısına,
Hemen anlaşmak için
Bir kapı açıyorsun,
Binip Allah’ ının sırtına
Soldan geri kaçıyorsun!
Kaçma dur!
Her yol Roma’ ya gider,
— bu belki doğrudur —
Fakat
Fikri evvel gören her felsefenin
Safsata iklimidir yelken açtığı yer!
Bu bir hakikat
— hem de mutlak cinsinden — !
İşte sen
İşte senin felsefen:
Sen o sarı kırmızı rengini gördüğün
Cilalı derisine parmaklarını sürdüğün
Parlak
Yuvarlak
Elmaya:
«fikirlerin bir
Terkibidir,»
Diyorsun!
Dışımızda bize bağlanmadan
Var olan
Varlığı
İnkâr ediyorsun!

Şu mavi deniz
Şu mavi denizde yüzen beyaz yelkenli gemi,
Kendi kendinden aldığın fikirlerdir, öyle mi?
Mademki kendi fikrindir yüzen gemi,
Mademki kendi fikrindir umman,
Ne zaman var,
Ne mekân!
Ne senin haricinde bir vücut
Ne senden evvel kimse mevcut,
Ne senden sonra kâinat baki
Bir sen
Bir de Allah hakikî.

Lakin ey kara meyhanelerin sarhoş papazı!
Senin dışında değil miydi
Kıllı kollarında kıvranan meyhanecinin kızı?
Yoksa kendi altında sen
Kendinle mi yattın?
Diyelim ki senden evvel baban yok
İsa gibi.
Yine fakat bacakları arasından çıktığın
Meryem gibi bir anan da mı yok!
Diyelim ki yapyalnızsın
Turu sinada Musa gibi,
Ne yazık! Tevratını okuyan da mı yok!
Çok yalan söylemişsin çok.

Sen emin ol ki berkley
— olmasan da zarar yok —
Bu şiire benzer yazıda hissene düşen şey:
Biraz alay
Biraz şaka
Ve birkaç tokat
— eldivensiz cinsinden —
Neyleyim?
Neş'e kavganın musikisidir.
Kavgada kuvvetini kaybetmiş gibidir biraz
Neş'enin çelik ahengini duymayan adam;
Neş'e ... İyi şeydir vesselam,
— baş döndürmezse eğer —
Ve işte bizimkiler
Güldüler mi,
Ağız dolusu gülüyorlar.
Kabahat onların kuvvetinde:
Yoksa ne sende
Ne de bende!

Dinle berkley!
— dinlemesen de olur —
Biz dinleyelim:
Beynimiz bal yoğuran
Bir kovan.
Ona balı dolduran
Arıdır hayat.
Aldığımız hislerin
Sonsuz derin
Pınarıdır kâinat!
Kâinat geniş
Kâinat derin
Kâinat uçsuz bucaksız!
Biz onun parçaları,
Biz ondan doğan bir sürü bacaksız!
Biz o bacaksızların
— anasını inkâr etmeyen cinsi —
Çünkü biz
Emredenlere emir verenlerden değiliz!
Bağlıyız toprağa
Kalın halatlar gibi kollarımızla!
Çelik dişleri şimşekli çarklılar
Koparırken kara toprağın esrarını,
Biz
Seyretmedeyiz
Cihan içinden cihanların
Doğuşunu;
Kehkeşanların
Gümüş aydınlığında!
Görmüşüz,
Görmedeyiz
Yılların yollarında toprak oluşunu
Kızıl kadife dudaklı kızların!
Çiziyor hareketi gözlerimize
Sonsuz maviliklerde
Kuyruklu yıldızların
Sırma saçlarından kalan izler.

Her habbe koynunda bir kubbeyi gizler!..

Şu denizler,
Şu denizlerin üstünde denizler gibi esen,
Rüzgârların uğultusu.
Şu ipi kopmuş
İnci bir gerdanlık gibi damlayan su,
Şu bir damla su,
Uzaklaştıkça, yaklaşılan
Hakikati gizler..

Her yeni ummanla beraber
Bir yeni imkân!
Kâinat geniş
Kâinat derin
Kâinat uçsuz bucaksız!

Behey!
Berkley!
Behey bir karış boyuna bakmadan
Karpatları inkâr eden cüce!
Ahrete gittiysen eğer
Oradan bir taç gönder,
Süslemek için Allah’ ının kafasını!
Fakat buradan
Topla hemen tarağını tasını,
Haraç mezat!
Haraç mezat!
Götür pazara bir pula sat:
Topraktaki saltanatın
Göğe çıkan tahtını!

Yok üstünde tabiatın
Tabiattan gayri kuvvet!..
Tabiat geniş
Tabiat derin
Tabiat uçsuz bucaksız!..


1926
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Beş Satırla

2015-07-12_010307.jpg

Beş Satırla

Annelerin ninnilerinden
Spikerin okuduğu habere kadar,
Yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
Anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
Anlamak gideni ve gelmekte olanı.

1946
 
Tekerlekli Sandalye
Üst