internette yayınlanan farklı konulardaki haberler..

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
Engelli kartını soran şoföre bıçak çekti!

MANİSA Şoförler ve Otomobilciler Esnaf Odası Başkanı Yusuf Enli, üyelerine yönelik saldırıların arttığını, yetkililerin önlem almasını istedi. Örnek olarak mayıs ayında 45 yaşındaki engelli kadın yolcu N.Ö.’nin kendisine kimlik soran özel denetimli halk otobüsünü şoförüne bıçak çektiği görüntüleri paylaşan Enli, saldırıyı kınadı.

Merkez Efendi Hastanesi-Karaköy seferini yapan 45 D 0093 plakalı, özel denetimli halk otobüsüne, geçen 18 Mayıs’ta engelli kartı ile binen N.Ö.’ye şoför Oktay Ferlioğlu kimliğini sordu. Sinirlenen N.Ö., "Sen kimsin de sana kimliğimi göstereceğim?" diye karşılık verdi. Ferlioğlu, ısrarına rağmen kimliğini göstermeyen N.Ö.’ye engelli kartını iptal edeceğini söyledi. Bu sırada hareket halinde olan otobüsün şoförüne çantasıyla saldıran N.Ö., ardından içinden çıkardığı bıçağı doğrulttu.

Bunun üzerine otobüs durduran şoför Ferlioğlu, yanındaki demir levye ile kendini savundu. Araya diğer yolcular girip, öfkeli kadını arka taraflara götürüp, sakinleştirmeye çalıştı. Olayın yatışmasının ardından yoluna devam eden Ferlioğlu, güzergahı üzerindeki Şehit Özdemir Polis Merkezi’nin önüne otobüsü çekip, kendisine bıçak çeken N.Ö.’den şikayetçi oldu. Ferlioğlu, daha sonra N.Ö.’nün engelli olması nedeniyle şikayetinden vazgeçti. Epilepsi hastalığı nedeniyle engelli kartı taşıdığı ifade edilen N.Ö., polisteki ifadesinin ardından serbest bırakıldı. Olay, otobüsteki güvenlik kameraları ile görüntülendi.

SALDIRIYI KINADI

Şoförler ve Otomobilciler Esnaf Odası Başkanı Yusuf Enli, Ferlioğlu’na yapılan saldırının görüntülerini gazetecilere dağıttı. Enli, bir otobüs şoförüne yapılan saldırının tüm otobüs şoförlerine yönelik yapılmış olarak kabul ettiklerini söyledi. Enli, şöyle dedi:

"Saldırı anında otobüs hareket halinde. Otobüs şoförüne o anda bir şey olması halinde tüm otobüste yolculuk yapanlar zarar görebilir. Üstelik, normal vatandaşlardan daha çok değer verdiğimiz engelli bir vatandaşın bunu yapması bizleri son derece üzdü. Sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar yolcu taşıyan şoförlerimizin amacı sadece evine ekmek götürmek. Bu nokta da ücretsiz kart kullanan engelliler, engelli kartı yanında kimliğini de şoföre göstermek zorunda. Çünkü, iyi niyeti suistimal ederek, engelli kartını başkalarına kullandıranlar da oluyor. Buna çok kez şahit olduk. Bundan sonra böyle olayların olmamasını temenni ediyorum."

MANİSA, (DHA)

[video]http://www.milliyet.com.tr/Milliyet-Tv/video-izle/Engelli-kadin--otobus-soforune-bicakla-saldirdi-SVsOsMxCj1Ev.html[/video]


*****************

Haberi okudum ve görüntüleri de defalarca izledim. Şiddetin her türüne karşıyım hemde sonuna kadar. Burada dikkatimi çeken asıl olay başka. Bu ülkede ücretsiz ulaşım kartından faydalanarak ulaşım kolaylığı sağlanan grup sadece engelliler değil ki! Çok merak ediyorum bu ülkede ücretsiz ulaşım kartına sahip olan diğer kesimlerden de kimlik kontrolü yapılmak isteniyor mu? Yoksa engelliler yeterince aciz ve korunmasız oldukları için mi şöförlerin kimlik kontrolüne tabii tutuluyorlar???

Özel denetimli halk otobüsü şöförünün tepkisine dikkat!!! Engelli yolcuya güya kendini koruma amaçlı levyeyle karşı koyabiliyor (!) Karşındaki kişinin engelli olduğunu bilmesine rağmen son derece agresif tavırları olan kim??? yolcu mu? yolcuyu taşımakla mükellef kılınan kişi mi?

Şiddete şiddetle karşılık gösteren özel denetimli halk otobüsünü kullanan şöförse hiçbir denetime tabi tutulmayan diğer engelli şöförlerin tepkilerinden engelli yolcuları kim koruyacak? hangi denetim engelli yolcular için yapılıyor???
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
Diyarbakır’da engelliler barış için oturma eylemi yaptı!


DİYARBAKIR’da Kent Konseyi Engelliler Meclisi üyeleri oturma eylemi yaparak bölgedeki çatışmaların son bulmasını ve bölgeye barış havasının gelmesini istedi.

diyarbakir-da-engelliler-baris-icin-oturma-eylemi-yapti-5968585.Jpeg



Merkez Yenişehir İlçesi Ofis Semti’nde bir araya gelen Kent Konseyi Engelliler Meclisi üyeleri, ’Savaşa hayır’ pankartı ile ’Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa şimdi en güzel şiir barıştır’, ’Özgür ve engelsiz bir yaşam için savaşa hayır’, ’Savaşın iyisi, barışın kötüsü yoktur’, ’Silahlar sussun, ölümler dursun’ yazılı dövizleri taşıdı. Basın açıklamasını engelli grup adına okuyan Mahmut Batgi, 40 yıldan bu yana bölgede devam eden çatışma, kan, gözyaşı ve ölümlerin yanısıra sayısız bireyin yaşamına engelli olarak devam etmesine yol açtığını söyledi. ’Savaş’ olarak nitelendirdiği çatışmaların ortaya çıkardığı ölüm ve engellilik gibi telafisi mümkün olmayan zararların görmezden gelinerek yine savaş konseptinin devreye sokulduğunu belirten Mahmut Batgi, şöyle dedi:

"Engelsiz bir yaşam için savaşa hayır diyoruz. Savaştan çıkar sağlayanlara karşı herkesin barış cephesinde yer alarak Kürt halkı üzerinde uygulanan katliamlara karşı seslerini yükseltmeye davet ediyoruz. Tüm bireysel ve siyasal kaygıların bir tarafa bırakılarak, bir an önce diyalog kanallarının açılması, barı dilinin hakim kılınması için bir iradenin oluşmasını istiyoruz." Grup 5 dakikalık oturma eylemi yaptıktan sonra sessizce dağıldı.

Ramazan YAVUZ/DİYARBAKIR, (DHA)


**********************************************


’Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa şimdi en güzel şiir barıştır’, ’Özgür ve engelsiz bir yaşam için savaşa hayır’


Özgür ve Engelsiz bir yaşam için savaşa tabii ki hayır ama burada asıl vurgulanmak istenen Özgür ve Engelsiz bir yaşam barış durumunda bile mümkün değil ki!!! Engelliyi tutsak ve engelli yaşamına mahkum edende devletin ta kendisi değil mi? Her yerde, her şeyde engelliyi bir amaç değilde sadece araç olarak kullanan, potansiyel oy gücünü önemseyen kişilerin düzenlediği bana son derece gösterişten ibaret haber niteliği taşıdığına bile inanmadığım 5 dakikalık bir oturma eylemiyle mi bu ülkeye, bu şehire barış gelecek???

Yapmayın bu kadarda kullandırmayın kendinizi arkadaşlar! Yazıktır, günahtır... sizin son derece iyiniyetli yaklaşımlarınızı kendilerine malzeme olarak kullanmalarına izin vermeyin! Tamam savaşa hayır hemde sonuna kadar ama bunun için sizi barış zamanında adam yerine koymayanları şimdi vicdan muhasebesiyle gönüllere taht kurmayı hedefleyen siyasi eylemlerden mümkün olduğunca uzak durun! Bugüne kadar yeterince kullanılmadınız mı? Savaşa hayır demek için, Barışı istemek için illede engelli olunmasına gerek yok ki! Bırakın bu konuyla ilgili gereken eylemleri yapması gerekenler yapsın sizi düşünmeyenler sizin sırtınızdan kendilerine malzeme toplamasın...
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,057
Tepkime Puanı
92
Puanları
48
Şizofreni hakkında derin bir röportaj

Ve huzurlarınızda 50. Yarım Kalan Hayatlar…

Bu “sosyal proje”, Hürriyet ve Abdi İbrahim Otsuka işbirliğiyle gerçekleşti. Abdi İbrahim Otsuka, Şizofreni Dernekleri Federasyonu’na destekte bulundu.

O dernek son derece faydalı bir dernek. Ankara’da, girişinde kocaman mavi at heykeli olan bir kafe de işletiyorlar: Mavi At Kafe.

Bu kafede sadece şizofreni hastaları çalışıyor. Hepsi birbirinden ilginç ve yaratıcı insanlar. Kafe, Şizofreni Dernekleri Federasyonu’nun toplumla bütünleşme projesinin bir parçası. İşte ben orada, pek çok şizofreni hastasıyla röportaj yaptım. Onlar, damgalandıkları için hayattan ve toplumdan koparılıyorlar. Kimse iş vermek istemiyor. İşte bu kafe, onların diğer herkes gibi çalışabileceklerinin ispatı. Buradan sonra hayata karışıyorlar. Kimileri devlet dairelerinde çalışıyor, kimileri okullarda ve sağlık kuruluşlarında…

Doçent Dr. Haldun Soygür de, o gün Mavi At Kafe’deydi. Kendisine şizofreni hastalığıyla ilgili merak ettiğim ne varsa sordum. Haldun Hoca’ya verdiği değerli bilgiler için teşekkür ederim.

562887fd0f25446bd00dcf39

Doçent Dr. Haldun Soygür
Bu toplumda “şizofren” küfür yerine geçiyor!


Şizofreni nedir?

-İnsanın duygularını, düşüncelerini ve davranışlarını etkileyen -hem seyri hem klinik tablosu açısından epey değişiklik gösteren- ruhsal bir hastalık. Belki de bir hastalıklar grubu.

Her 100 kişide bir görüldüğü doğru mu?

-Evet, aşağı yukarı öyle.

Oldukça yaygın denilebilir mi?

-Öyle bir yerde duruyor ki ne çok yaygın, ne de az yaygın. Ama insanların damgalaması açısından da riskli bir yerde duruyor. Bir toplulukta çok çok azsanız, sizi idare ediyorlar, çok yaygınsanız da ediyorlar. Ama işte orta durunca, damgalanıyorsunuz. Bizim arkadaşlarımız gibi.

Tüm dünyada yaklaşık 51 milyon, Türkiye’de ise 500 bin şizofreni hastası var, öyle değil mi?

- Aslında Türkiye’de ne kadar şizofreni hastası var bilinmiyor ki! Bence utanılacak bir durum. Utanması gereken de bizler değiliz, Sağlık Bakanlığı ve bu ülkenin ilgili kurumları. İnanabiliyor musunuz, Sağlık Bakanlığı organize bir çalışma yapıp da, “Yahu bu ülkede kaç kişi bu ciddi ruhsal rahatsızlıktan mustarip” diye merak etmiyor?

İyi de o zaman bu rakamlara nasıl ulaşılmış?

-“Her 100 kişiden birinde varsa dünyada, bizde bu kadardır” diye. Olsa olsa yöntemi yani.

Şizofreni hastalığının nedeni ne? Beyin kimyasındaki değişim mi?

-Bazı hastalıklarda, bir sebep-sonuç ilişkisi kurabilirsiniz. Mesela zeka geriliğinin sebebi, bir amino asitin oluşumundaki bir sorundur. Fakat şizofreni, birebir sebep-sonuç ilişkisi kurabileceğiniz bir hastalık değil. En azından bugün için değil. Kim bilir belki ileride kurulur. Eğer duygularımız, düşüncelerimiz ve davranışlarımız sizin de söylediğiniz gibi beynin ürünüyse, o halde şizofreni de beyin rahatsızlığıdır. Hastalığın gelişiminde hem genler hem de çevresel etkenler yoluyla bir dizi risk faktörü vardır. Dolayısıyla “Doğumda ve ardından çevre etkileşimiyle meydana gelen, beynin nöral devrelerdeki bir dizi bozuklukla ortaya çıkan bir beyin gelişim bozukluğudur” diyebiliriz.

562887fd0f25446bd00dcf38


Genetik olduğuna dair kanıtlar var mı?

-Var. Ailenizde herhangi birisinde biu rahatsızlık varsa, mesela kardeşlerden birinde, sizin yüzde 1 ihtimaliniz, çıkıyor yüzde 8’e. İki kardeşte varsa, ihtimalin yüzdesi daha da artıyor. Yani genetik bir yatkınlıktan söz edilebilir. Anne adaylarının sağlıklı bir gebelik ve doğum geçirmemesi de bir risk. Tıpkı riski artıran diğer sebepler gibi…

Nedir onlar?

-Bir tanesi göç, sosyal adaletsizlik, çarpık kentleşme… Bir diğeri de esrar. Kimileri için esrar çok masum görünüyor ya, hatta sigaradan bile daha masum, oysa 6 kat artırıyor şizofreni hastalığını!

TEK KİŞİYİ ETKİLEYEN BİR HASTALIK DEĞİL, BÜTÜN AİLE ETKİLENİYOR

5627d71a0f254426780d0766


Bir deyim var ya “Şizofrenik bir toplumuz!” Bu benzetme bir hekim olarak hoşunuza gidiyor mu?

-Tabii ki hayır! Bu arkadaşlarının hiç birinin gitmiyor. Çünkü böyle diye diye hastalığın algısı daha da kötüleşiyor. O kadar olumsuz anlamlar yükleniyor ki. Başka sözcük mü yok Allah aşkına? Dizilerde kadınlar bağırıyor, “Ben şizofren değilim… Beni şizofren hastası mı yapmak istiyorsunuz!” Haber spikerleri çıkıyor, “Şizofren olduk artık yeter!” diyor. Bir keresinde bir milletvekili başka bir milletvekiline, çelişkili konuştu diye, “Sen şizofrensin!” dedi. O da, ona hakaret davası açtı. Böyle tuhaf bir durum var. Bizim toplumumuzda neredeyse küfür yerine geçiyor.

Peki yeterli ve etkili mücadele verilebiliyor mu?

-Tabii ki hayır! Memleketin hali ortada.

Siz, aynı anda aileleri de mi eğitiyorsunuz?

-Kuşkusuz. Çünkü tek kişiyi ilgilendiren bir hastalık değil bu. Bütün aile etkileniyor. Teşhis konulduğunda, aile, önce bir afallıyor. Yumruk yemiş gibi oluyor. Reddedebiliyor. “Bir yanlışlık vardır!” diyor, inanmıyor, inanmak istemiyor. O hazmetme dönemi, zor bir dönem. Bütün bir şehir sanki yıkılıyor, onlar altında kalıyor. Sonra araştırıp okuyorlar, bizim derneği buluyorlar. Korkulacak bir şey olmadığını anlıyorlar.

KİMSE KİMSEYİ ŞİZOFRENİ HASTASI YAPAMAZ!!!

Bu hastalığın gelişiminde annenin kişiliği ne kadar önemli?

-Yüksek duygu dışavurumcu annelerin, şizofreniyi olumsuz etkilediği söylenir.

Nasıl yani?

-Yani eleştirel, biraz fazla müdahil olan, lafın sonunu beklemeden cevabını yapıştıran, baskın annelerin, bazen de gereğinden fazla koruyucu, kollayıcı annelerin, hastalığın seyrini olumsuz etkilediği yazılıp çizildi. 50’li yıllarda çıktı bu şizofren yapıcı bir anne modeli…

56288e0e0f25446bd00dcfac


Ne fena! Desenize yine kadınlar suçlandı…

-Yıllar boyunca bu kuram tuttu ve baskın anneler, suçluluktan perişan oldu. Ama sonra öyle bir şey olmadığı anlaşıldı. Bu, sadece hastalığın gidişatını olumsuz etkileyen bir şey. Böyle bir durum var. Ama kimse, kimseyi şizofreni hastası yapamaz! Kesin bilgi olarak söylüyorum.

Sizi bu hastalıkla ilgili en çok ne rahatsız ediyor?

-Bu kadar kötü bir repütasyonunun olması. O kadar fena ki hastalığın bizdeki çağrışımları. Tanımıyoruz, bilmiyoruz, bilmediğimiz için de korkuyoruz. “Şizofren” dediğimiz, o insana uzaylı muamelesi yapıyoruz, Marslı haline getiriyoruz. Halbuki kalp hastalığı, şeker hastalığı nasıl bir rahatsızlıksa bu da öyle bir hastalık işte…

ERKEN TANI VE ERKEN TEDAVİ ÇOK ÇOK ÖNEMLİ

Siz bir hekim olarak şizofreni tanısı koyduğunuzu ailelere nasıl söylüyorsunuz?

-Zor tabii. Aileler açısından çok zor. 21 yaşında bir evladınız var, üniversitede öğrenci ve birden değişmeye başlıyor. Farklı şeylerden bahsediyor, “Sesler duyuyorum” diyebiliyor, içine kapanıyor, kendine bakmaz oluyor duş almaz oluyor. Çok ağır bir travma anne baba için. Tıpkı doktorun size, “Evladınızın bilmem neresinde bir tümör var” demesi gibi bir şey. Çok sarsılıyorlar.

Semptomların geri dönüşü oluyor mu, yoksa artarak devam mı ediyor?

-Bütün mesele bu aslında. Rahatsızlığı ne kadar erken yakalarsanız o kadar iyi. Erken tanı ve erken tedavi çok çok önemli. Rahatsızlığın bu en açık belirtileriyle kendini gösterdiği aşaması, yani psikoz aşaması, hastadan bir sürü şey alıp götüren bir aşama. Sadece manevi manada söylemiyorum, beyin anlamında da. Dolayısıyla ne kadar çok psikotik epizot geçirirseniz, o kadar kötü oluyor. O yüzden en başında yakalayıp, hem ilaçla hem psikoterapiyle hem de toplumsal düzenlemelerle korumasını yapabilirseniz, o zaman işin renginin değişme olasılığı yüksek.

Daha çok erkeklerde mi rastlanıyor?

-Evet, erkeklerde bir parça daha yüksek. Kadınlarda biraz daha geç başlıyor. 25’ten sonra. Ve kadınlarda daha iyi bir gidiş gösteriyor.

Peki ilaçla tamamen kontrol altına alınabiliyor mu, yoksa problem sadece uyutuluyor mu?

- 1950’ye kadar şizofreninin tedavisinde ciddi doğru bir ilaç tedavisi yok. 1950, dönüm noktası. O zamana kadar akıl almaz şeyler var. Sergimizde hepsini göreceksiniz. Mesela 300-500 yıl önce, köprüden yürütüyorlar hastayı, o yürürken bir tane bir kol çekiyorlar, köprünün ortasında bir delik açılıyor, hasta “lak” diye soğuk suya düşüyor. Bu güya bir tedavi biçimi. Sonucu yok tabii. Muhtemelen ölüp gidiyorlardı. 1952’de Fransa’da ilk defa antipsikotik ilacın keşfi gerçekleşiyor. Ve demin sözünü ettiğim şizofrenejönik anne hikayesinden uzaklaşılmaya başlanıyor. “Suçlu ya da sorumlu anneler değil, kimyasal ileticiler” deniyor. Ve beyindeki dopamin gündeme geliyor. Hatta bu buluş sayesinde insanlar Nobeller alıyorlar. O günden sonra da iş, evrilerek bugünlere geliyor.

İlaçlar en çok hangi dönem iyi geliyor?

-Hastalığın bir akut alevlenme dönemi oluyor. İşte o dönem bizi en çok korkutan, insanın gerçekle bağlantısının bozulduğu dönem. İlaçlar o zaman çok iyi geliyor. Özellikle de görülen sanrılara. Ama içe kapanmaya, iradenin azalmasına, iş yapma isteğinin azalmasına pek bir faydası yok. İlacı içince birden bire sosyal olmuyor yani. Bir de hastalıkla ortaya çıkan bilişsel bozukluklar var. İlaçlar şimdilik bunlara da çok iyi gelmiyor. Ama yine de hastalığın seyrinde ilaç kullanımı çok önemli bir dönüm noktası.

Çocuklarda nadir mi görülüyor?

-Nadir ama hiç görülmüyor diye bir şey yok. Kaldı ki çocukluk çağının gelişimsel bozukluklarıyla, örneğin otizmle bir dizi semptomu örtüşüyor da. Bu rahatsızlık ne kadar geç başlarsa o kadar iyi. Çünkü ne kadar geç başlarsa, siz gelişiminizi o kadar tamamlamış oluyorsunuz. Ne kadar erken başlarsa o kadar kötü oluyor. En duyarlı olunması gereken dönem de, ergenlik. Çünkü bazen, delikanlılıktaki ergenlik kriziyle, kimlik arayışıyla ve delilikle karışıyor. İşte o noktada desteği çok önemli…

562887fd0f25446bd00dcf4c


ŞİZOFRENİ HASTALIĞI GÖRMEZDEN GELİNİYOR, YOK SAYILIYOR

Bizim ülkemizde ne kadar görmezden geliniyor?

-Çok. Ama ilginçtir, hastalık, bizim gibi toplumlarda, gelişmiş ülkelere göre daha iyi seyir gösteriyor. Anlayacağınız, “az gelişmiş olmak” bu anlamda iyi bir şey gibi duruyor.

Neden? Aileler, kucak mı açıyor?

-Aynen öyle! Evet, evlerin arka odalarında bakılıyor belki ama mutlaka bir şekilde sahip çıkılıyor. Oysa Batı’da öyle değil. New York’taki evsizlerin hatırı sayılır bir bölümü şizofreni hastası. Dolayısıyla bu konuda bilimsel olarak belki en önde olan ülke Amerika ama Amerikalıların da şizofreni hastalarına sahip çıkıp çıkmadıkları tartışılır.

Bu kafenin yaşaması çok önemli

Burayı yaşatmak için 40 türlü takla atıyoruz. Kitaplar yayınlıyoruz. Üniversite öğrencilerine yönelik film gösterileri, müzik dinletileri yapıyoruz. Burayı bir çekim merkezi haline getirmeye çalışıyoruz. Bir sempozyum düzenliyorsak ve o sempozyumdan iyi kötü kenarda 3-5 kuruş kalıyorsa, o parayla mutlaka burayı destekliyoruz. Ama yeterli değil. Daha fazla desteğe ihtiyacımız var.

HAYATA GEÇEMİYOR

2006’da bir Ruh Sağlığı Politikası metni yazıldı. Bazı kısımların eleştirilmesini bir kenara koyalım, genel olarak iyi bir metin. Ama ne yazık ki, sadece bir metin. Hayata geçen bir şey yok. Geçmedi, geçmiyor.

ŞİZOFRENİ HASTALARININ TEHLİKELİ OLDUĞU DOĞRU DEĞİL!!!

Biz yanlış mı biliyoruz: Şizofreni hastalarının çok büyük bir kısmı tehlikeli ya da şiddet yanlısı değil midir?

-Tabii değildir! Bir araştırmada şöyle çarpıcı bir sonuç çıkmıştı: Herhangi birimizin bir şizofreni hastası tarafından öldürülme riski 14 milyonda bir! Türkiye’de karşıdan karşıya geçerken ölme riskiniz kaçtır siz onu düşünün. Tamam şizofreni hastalarının, bir miktar daha fazla tehlike riski oluşturdukları söylenebilir özellikle gerçeği değerlendirme kaybı yaşandıkları o psikoz döneminde. Ama eğer hastayı tedavi ediyorsanız, böyle bir risk zaten kalmıyor! Tehlike riskini yükselten ise alkol ve madde bağımlılığı...

Bu konuda yanlış bildiğimiz başka neler var?

-Şizofreni mesela tedavi edilemez bir hastalık gibi algılanıyor. Bu da yanlış…

Peki tamamen geçer mi?

-Tıpta “Tamamen geçer” diye bir şey yok ki! Bademcik iltihabı geçirdiğiniz diyelim, iyileştiğinizde o bademcik, eski bademcik mi? Değil. Kısacası, değişik düzeylerde iyileşme var. Şizofreni hastaların yüzde 20’si büyük ölçüde iyileşiyor. Yüzde 20 kadarı, siz ne yaparsanız yapın daha da kötüye gidiyor. Geri kalan yüzde 60 ise, orta düzeyde iyileşiyor.


MAVİ AT’IN HİKAYESİ

562887fd0f25446bd00dcf3c


70’lerde bütün dünyada, hastaları tecrit etmeden, toplum içinde tedavi anlayışı rüzgarları esmeye başladı. Bu anlayışın arkasında da 68’in özgürlük talebi var. Her yerde ufak ufak reformlar oldu. Bunlarda biri de Trieste’deki bir akıl hastanesinde yaşandı. Orası, hastaların bir kere girip, bir daha çıkamadığı bir yerdi. İçeri personel dışında sadece bir at giriyordu, kirli çamaşırları getirip götürüyordu. Böyle insanlıktan uzak bir yer. İşte bu reform rüzgarları sonucunda o hastaneyi yıktılar. Kapısına da kocaman bir mavi at heykeli diktiler. Bizim kafenin adı işte orada geliyor.

ŞİZOFRENİNİN TARİHİ

Sergimizde şizforeninin tarihini görmek mümkün. İnsanlık tarihiyle yaşıt gibi görünüyor. Bazı eski metinlere baktığınızda, bugün bizim şizofreni diye tanımladığımız tabloyu düşündüren durumlar var. Hint metinlerinde, Antik Yunan’da ve Çin’de. Var da var yani. İşte biz de, o yüzlerce yıllık yolculuğu görselleştirmeye ve ifade etmeye çalıştık. İnsanoğlu bu hastalıkla karşılaştığında bir sürü şey yapmış. Dualar okumuş, davullar çalmış, Şamanlara gitmiş. Şimdi bile hacılara, hocalara götürenler var. En inançsızımız bile işler yolunda gitmediğinde, “Hacı-hocaya da gidelim, ne kaybederim ki” der. Dolayısıyla gidenlere ben çok da şaşırarak bakmıyorum.

Şizofreni Dernekleri Federasyonu Genel Sekreteri Meral Taşkent:

Şizofreni hastalığının kontrol altında tutulabilmesi için şu 3 şey çok önemli:

Doğru doktoru bulmak, doğru ilacı bulmak, sosyal rehabilitason!


Bir anne olarak benim tecrübelerime göre, bu hastalıkta 3 şey çok önemli: Birincisi, doğru doktoru bulmak. İyi olmayan doktorlara da denk geliyorsunuz ve zaman kaybedebiliyorsunuz. Burada, ayda bir kere psikologlar ve profesörler eşliğinde aile toplantıları yapılıyor. Sağ olsunlar, çok şey öğrendim ben. İkincisi doğru ilacı bulmak. Ve tabii doğru doz ayarını. Üçüncüsü de sosyal rehabilitasyon. Özgürlüğün kendisi de ilaç. Bu gençlerin hayata kazandırılması gerekiyor. Bu hastalar özgür olmalılar ki, hayata katılsınlar…

ŞİZOFRENİ HASTALARI ANLATIYOR

Nuray S.Y.
Şu an bir hastanede memur olarak çalışmaktayım

Bu kafede ne kadar çalıştınız?

-2 yıl. Çok güzel anılarım var. Bana ve hastalığıma çok yardımı oldu. Sonra Sağlık Bakanlığı’nın açtığı sınavı kazandım, memur oldum. Şu an bir hastanede memur olarak çalışmaktayım. Hayatımdan çok memnumun. Mavi At Kafe’nin yeri benim için çok özel. Burası sayesinde sosyal hayatta bu kadar uyumluyum. Burada çok güzel şeyler paylaştık ve arkadaşlarımızla çok güzel ilişkiler kurduk. Her şeyden önce Haldun Hocam’a ve birlikte çalıştığımız tük arkadaşlarıma teşekkür etmek isterim.

Aslı C.

5 yıldır bir devlet okulunda memurluk yapıyorum

Size tanı ne zaman kondu?

- Üniversiteye başladığım yıllarda.

Siz üniversiteyi birincilikle bitirmişsiniz?

-Evet.

Ne kadar bocaladınız?

-Çoook. Çünkü çok başarılıydım. Birden ayağımın altındaki halı kayıyor gibi oldu. Başarılıyken birden bire her şey bozuluyormuş gibi geldi. Ve geri dönüşü yokmuş gibi. Ve her şey benim suçummuş gibi. Korkuyorsun, devam edebilecek miyim, yaşamımı sürdürebilecek miyim diyorsun. Sonra ilaç tedavisi başladı, her şey kontrol altına alındı. İyi oldum hiçbir sorun kalmadı. Ama tabii zor bir süreçti. Ben de iki yıl bu kafede çalıştım. Sonra Milli Eğitim Bakanlığı’nın sınavlarına girdim. 5 yıldır bir devlet okulunda memur olarak çalışıyorum.
Sezer Y.

MAVİ AT KAFE’YE ÇOK ŞEY BORÇLUYUM

Sizin rahatsızlığınız ne zaman anlaşıldı?

-18 yaşında anlaşıldı. Üniversite okuyordum. Oldum olası içine kapalı, asosyal biriydim. Sonra gittikçe arttı. İnsanlardan kaçmaya başladım. Sinirsel sorunlar yaşadım. Herkesten, her şeyden şüpheleniyordum. Sanrılar da başladı. Herkesin benim hakkımda konuştuklarını düşünüyordum. Kuruyordum, kuruyordum… Sonu yok o sanrıların… Allah’tan iyi bir doktora düştüm. İlaç tedavim başladı. Tekrar üretken olmaya başladım. Şimdi bütün olumsuz şeyler geride kaldı. Derneğe ve Mavi At Kafe’ye çok şey borçluyum.

Meral C.
İlk kez dün çalıştığım yerde “Ben şizofreni hastasıyım” diyebildim

Ne tür mesajlar vermek istersiniz ailelere?

-Bu da neticede bir hastalık. Çok acı çekiyoruz, çok yalnızlaşıyoruz. Bir de üstüne insanlar damgalayınca hayat iyice çekilmez oluyor. Ben mi istedim? Hayır. Kader gibi değerlendiriyorum. Bu hastalıkla yaşamayı öğrenmek gerekiyor. Dernek ve Mavi At bana yalnız olmadığını gösterdi. Sabahları buraya koşarak geliyordum. Bir işin oluyor, hayatına bir düzen geliyor. Sosyalleşmeme de çok faydası oldu. Sanatsal faaliyetler, tiyatro, müzik aklınıza en gelirse yaptık. Belli bir süre bu kafede çalıştıktan sonra hayata karıştım. Okul müdürüm hastalığımı biliyor. Müdür yardımcım biliyor. Dün ilk defa, “Şizofreni hastasıyım!” diyebildim. Daha önce “engelli” diyordum kendime ya da “psikotik bozukluk.” Dün dedim. Herkes de normal davrandı. Çok mutluyum. Hatta buraya geleceğimi söyledim ,“Tabii git sıkıntı yok” dediler.

Kenan K.

Yaratıcı olduğumuz için mi hastalanıyoruz?

Yoksa hasta olduğumuz için mi yaratıcı oluyoruz?


Yaşınız kaç?

-21.

Ne zaman kondu teşhisiniz?

-Geçen yıl. Yalnız ben şizofreninin kötü yönlerini pek görmedim. Daha çok yaratıcı yönlerini gördüm.

Neler onlar?

-Bir müzikal albüm yaptım ben. 18 tane oyun müziği besteledim. 40’a yakın bestem var. Bir şiir kitabı yazdım. Bir kısa film çektim. Kısa hikayeler yazdım. Yaratıcılıktan dolayı mı hastalanıyoruz yoksa hasta olduğumuz için mi yaratıcı oluyoruz bilmiyorum ama ben hastalığımdan faydalandım, faydalanıyorum da…

BİRBİRİNE AŞIK İKİ ŞİZFORENİ HASTASI

5627df530f254426780d07ee


Özgür ile Şafak 3 yıldır evli. İkisi de şizofreni hastası. Mutlu mesut yaşıyorlar. Bakın hikayelerini nasıl anlatıyorlar.

ÖZGÜR D.
Aynı hastalığa sahip olduğumuz için birbirimizi çok iyi anlıyoruz

Sizi tanıyalım…

-Adım Özgür D. Tanışmamız halamlar sayesinde oldu. Halam ve eniştem, eşimin ve ailesinin dostları, bizi tanıştırmaya karar verdiler. Tanıştıktan sonra da birbirimizi hoş bulduk. Çok açık davrandım ve hastalığımı söyledim. “Bu rahatsızlıktan dolayı çocuk sahibi olamama gibi bir riskim var” dedim. Arkasından eşim, kendisinde de böyle bir rahatsızlık olduğunu söyledi. Çocuk yapma gibi bir talebimiz olmadı. Görüşmeye devam ettik. Birbirimizi anlayabildiğimizi gördük. Ve evlenmeye karar verdik.

Hayatınız nasıl değişti?

-İnsanın sevdiği biriyle hayatı paylaşması çok güzel bir şey. Bir de aynı hastalığa sahip olduğumuz için birbirimizi çok iyi anlıyoruz.

Siz ikiniz mi yaşıyorsunuz?

-Evet. Başlarda merak ediyorlardı. Sonra baktılar ikimiz bağımsız şekilde yaşamımızı sürdürebiliyoruz, bizi kendi halimize bıraktılar. İlaçlarımızı düzgün alıyoruz hiçbir sorun yok.

Aşk, iyi mi geliyormuş hastalığa?

-Evet, her şeye iyi geliyor! Bir ilişkinin sorumluluğu almak var bana çok iyi geldi. Hayatım zenginleşti, anlam kazandı. Şafak eşim ama en yakın arkadaşım aynı zamanda, onun varlığı bana güç veriyor…

Hastalığınızı insanlara söylüyor musunuz yoksa gizliyor musunuz?

-Yakın bulduklarımıza söylüyoruz. Önyargılardan çekiniyoruz. İnsanlar damgalıyıveriyorlar.

ŞAFAK D.
Çok iyi bir ikili olduk Özgür’le

Siz neler söylemek istersiniz?

-Birlikte çok çok mutluyuz. İkimiz de çalışıyoruz. Bir kitapevimiz var. Ve iki sahaf işletiyoruz. İyi bir ikili olduk Özgür’le biz. Aile desteği, bir kenara çekilmemek, ilaçları düzenli kullanmak ve yaşama azmi çok önemli. Hele hele bizim gibi, hayatını paylaşabileceğin bir partner bulursan ne ala…

“Görmezden Gelmeyelim-Tarih öncesinden Günümüze Şizofreni Serüveni” sergisi, 16-25 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da, 5-15 Kasım tarihleri arasında ise Ankara’da ziyaretçilerle ücretsiz olarak buluşacak… Kaçırmayın!

5627d7090f254426780d075e





Şizofreni hakkında derin bir röportaj
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
Selam unuttum.29,

Çok başarılı bir röportaj ve buraya eklemekle de çok iyi yapmışsın. Emeklerine sağlık arkadaşım. Keşke her engelli üye, kendi engelini oluşturan sebepleri, rahatsızlığıyla ilgili bilinmeyenleri aydınlatacak bilgiyi başkalarıyla da paylaşabilme cesaretini gösterebilse ama bu sanırım az gelişmiş toplumlarda benzerlerine fazla rastlanacak türde bir yüreklilik değil o yüzden seni her zaman ki gibi duyarlı ve paylaşımcı yaklaşımından dolayı tebrik etmek istedim.

Şizofreni, bir tür ruhsal hastalık olmanın çok ötesinde, gençlik yıllarımda bana psikoloji okuma hayalleri kurdurtan bilinmeyene yolculuk efsanesi yada bu hastalık nefsime hakim olamadığım türden dayanılması zor bir meraktı. Belki gençlik heyecanıyla dünyayı değiştirebileceğime olan inancımın bir uzantısıydı. Bilemiyorum ama tek bildiğim hala değişmediğim ve hala konuyla ilgili bir yazıyı nerede bulursam bulayım yutarcasına okumaktan aldığım hazzın hiç kaybolmaması..

Teşekkürler arkadaşım..
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,057
Tepkime Puanı
92
Puanları
48
Selamlar Gazoz Ağacı,
Ayşe ARMAN'IN başka röportajlarını da okumuştum. Konu şizofreni olunca tabii paylaşmak istedim. Beni de şaşırtan tarafları oldu röportajın.
Misal işyerinde engelini(şizofreni) söylemeyen daha doğrusu söyleyemeyen hemderdimin durumu.
Ben ilaç kullandığımı kimseden saklamadım. Saklama ihtiyacı da hissetmedim hiç. Tabii ki bu durumu elimde hoparlörle ilan etmeyi hiç düşünmedim :) Özel bir durum bu. Yeri veya zamanı gelir, mevzusu açılır söylerim. Bu benim, benimle aynı dertten muzdarip insanlara borcumdur. Bir şizofrenin neler yapabileceğinin kanıtıdır. Çok şey değil ama kimseye muhtaç olmadan yaşayıp gidiyorum.
Az önce şizofren bir üniversite mezunu üyemizden mesaj aldım. Kariyer yapıp bir ünvan almış. Yazılarımı görmüş, benim de şizofren olduğumu biliyor. Ama beni devlet bu kadroya atamaz diye benim gibi MEB'te memur olmak istiyor.
Sevgili hemderdim xxx
John Nash ilaç tedavisine cevap vermediği halde Nobel alabiliyorsa biz(tedaviye cevap verenler) de pek ala bir şekilde mesleğimizi yapabiliriz kuşkusuz.
Saygılar..
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
John Nash ilaç tedavisine cevap vermediği halde Nobel alabiliyorsa biz (tedaviye cevap verenler) de pek ala bir şekilde mesleğimizi yapabiliriz kuşkusuz.

İşte bu cümle herşeyi öyle güzel özetliyor ki. Tekrar tebrik ederim arkadaşım hastalığın hakkında bilgi sahibi olduğun, araştırmacı olduğun için, bilinçli bir hasta olduğun ve engellerini ortadan kaldırma yönünde başkalarına da örnek olduğun ve daha bir çok şey için sonsuz teşekkürler :eek:

Hayatının bundan sonraki dönemleri çok daha sağlıklı, başarılı ve mutlu geçmesi dileklerimle...
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,057
Tepkime Puanı
92
Puanları
48
Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC’de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca 6 farklı Bach eseri çalar. Bu süre icinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancinin önünden geçip, gider.
Kemancı çalmaya basladiktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yasli bir adam kemanciyi fark edip, yavaslar ve birkac saniye sonra da gitmek zorunda oldugu yere yetismek uzere yine hizla yoluna devam eder.
Kemanci ilk bir dolar bahsisini bundan bir dakika kadar sonra alir. Bir kadin yürümesine ara vermeksizin parayi kemancinin önüne koyduğu kaba atarak, hizla gecer, gider. Birkaç dakika sonra, bir baska adam duraklayip, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında, işe geç kalmamak icin acele ettiğini belirten ifadelerle hizla yoluna devam eder.
En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, cekistirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasina dönüp dönüp kemanciya bakarak, çaresizce annesinin pesinden gider. Buna benzer şekilde birkac cocuk daha olur ve hepsi de anne, babalari tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.
Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kisa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemanci çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayi bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.
Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancisi Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell’in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı…
Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell’in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafindan algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır.
Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algilayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif aliyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi…
Dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir üç dakikamız dahi yoksa, hayatta başka neleri kaçırıyoruz acaba?
(alıntı.)
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,057
Tepkime Puanı
92
Puanları
48
1989 yılı… Türkiye ilk defa pizza dükkanlarıyla tanışır. Türkiye’ye birkaç dükkan açarak pazarın nabzını yoklayan ünlü marka aldığı sonuçla şoka girer. Bekledikleri gibi olmaz.Boğazına düşkün olduğu için pizzayı seveceğini düşündükleri Türk tüketicisi, pizzayı sevmez. Dükkanlar kapatılır. Geri dönülür.
1991 yılı. Murakami-Wolf-Swenson Productions’ın ürettiği bir çizgi film dünyada büyük ilgi görür. Yapımcı şirket Türkiye’deki bir özel kanala bu çizgi filmi teklif eder. Kanal şaşkındır, fiyat gerçekten olması gerekenin %10’udur. Adeta kapandaki peynir gibi duran bu teklifi kaçırmaz özel kanal. Yayınlanmaya başlar. Çizgi film Türkiye’de de çok tutulur. Oyuncakları, rozetleri, kartpostalları, defterleri ve kitap kapları ile müthiş bir pazarlama da beraberinde gelir.
1994 yılına gelindiğinde çizgifilm dizisi milyonlarca çocuğu ve genci etkisi altına almıştır. Bu çocuklar tuhaf bir biçimde annelerinden pizza pişirmesini istemeye başlar. Türk anneleri pizzayı nasıl yapacağını bilmez. Talep gitgide artar. Derken pizza zinciri dükkanlarını yeniden aktif hale getirir, yeni dükkanlar açar. Çocuğu yemek yemeyen anneler mecburen pizza sipariş eder. Liseli, üniversiteli gençler arasında bir itibar nesnesi haline gelir.
Türk mutfağının demode lahmacunu, pidesi terk edilmiş, gençler gruplar halinde pizza dükkanlarına gider hale gelir.
Tesadüfen(!) pizza talebini patlatan bu çizgifilmi çoktan tahmin ettiniz değil mi? Bravo! O çizgi film “Ninja Kaplumbağalar” O pizza zincirini de tahmin ediyorsunuzdur, onu da buraya yazmayayım.
Şimdi o çocuklar büyüdü, çizgifilmi ilk izleyenler 30’larına geldi. İlk jenerasyon genç evli, yeni nesil aile oldu. Onlardan sonraki jenerasyon şimdilerde üniversite öğrencisi, ya yurtta ya da öğrenci evinde kalıyor. İlk jenerasyondaki evliler evde yemek pişirmek yerine sık sık şöyle diyor : “Pizza mı söylesek?” Bir sonraki jenerasyon da yurt odasına ya da öğrenci evine neredeyse her akşam pizza sipariş ediyor.
İşte algılarımız böyle yönetiliyor. 20-30 yıllık stratejiler çiziliyor, uygulanıyor. Bizim eğlenceli diye izlediğimiz masum çizgifilmler, diziler, sinema filmleri birtakım fikirlerin beyinlerimize çok daha hızlı zerk edilmesini sağlayan katalizörlerden ibaret. Ve emin olun, bu bilinçaltı pazarlamacıları, bu algı sihirbazları bize sadece pizza yedirmiyor…!
Bu sadece bir örnekti… Her Amerikan filminde Apple bilgisayarların görünmesi bugünkü Apple çılgınlığının temeliydi. Her filmde sabah işe giderken elinde Starbucks kahve ile koşturuyor olması bugün bir kahveye 15 lira ödüyor olmamızın müsebbibi. Afrika’da ayağında ayakkabı olmadığı için petşişe bağlayan Afrikalı gençlerin elinde içine su doldurulmuş Coca-Cola kutularıyla gezmeleri ve bununla sınıf atladıklarını düşünmeleri de yıllardır Coca-Cola’nın yaptığı “MUTLULUK” reklamlarının sonucu. Gerçekte mutlu olmayanlar içtikleri içecekten mutluluk akıtmaya çalışıyor işte, başka bir şey değil.
Biz hatırlamayız ama babalarımızın hayranı olduğu Western (Vahşi batı) filmlerindeki karizmatik kovboyu. O kovboyun ağzındaki Marlboro sigarayı babalarımız bugün hala bırakabilmiş değil. Etkiye bakar mısınız?İşte bu yüzden unutmayalım;Bize sunulan görüntülerin, reklamların, film ve dizilerin %99’u bir amaca hizmet ediyor.İnanmadan, etkilenmeden, kendimizi kaptırmadan önce iki kere düşünelim.
“Bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter” diyordu Malcolm X, Uyanık olmayana pizzayı da yedirirler, kolayı da içirirler üzerine de bir sigara yaktırırlar… Afiyet olsun!
Ömer Ekinci.

12107259_793907977397739_8534821549253688599_n.jpg
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,057
Tepkime Puanı
92
Puanları
48
"Bu Toplum Gerçekleri Neden Görmüyor?" Sorusuna Cevap Niteliğinde 25 Gerekçe

Şayet siz de, "İnsanlar doğru bilgiyle yüzleştiklerinde dahi düşüncelerini değiştirmiyor, hatta yanlış düşüncelerine daha derinden bağlanıyor" diye düşünüyorsanız, içeriğimiz tam size göre...

1. "Demokrasi, eğitimli ve bilinçli insanların işidir" sözü boşuna söylenmemiştir. Fakat bu sözün tamamen doğru olduğunu göstermez.
2. Çünkü bir toplumun felakete sürüklenmemesi için, yanlış giden şeyleri görebilen ve doğrulardan yana tavır koyabilen insanların varlığı daha elzemdir.

3. Fakat bazen en somut gerçeklerin bile kimi insanların düşüncesine tesir etmediğine şahit oluruz.
4. Hatta bu insanlar, tutumlarını gözden geçirmedikleri gibi; giderek daha da radikalleşerek, yanlış iddialarına olan bağlılıklarını artırırlar.
5. İşte bir toplumda kutuplaşma da bu şekilde ortaya çıkar.
6. Aslında hemen hepimiz, makul bir tartışma ortamında karşımızdakine fikrimizi kabul ettireceğimize çok inanırız. Hatta:
‘‘İnsanlar bizim gibi düşünmüyorlar, çünkü bizi dinlemiyorlar. Bizi bir dinleseler, yanlış fikirlerini anında değiştirecekler’’ diye düşünürüz.
7. Şüphesiz bu bir yanılgıdır. Bu büyük yanılgının sebebi ise insanı ‘akıldan’ ve bu akla hitap eden ‘rasyonel bilgiden’ ibaret görmektir.
8. Zira son zamanlarda yapılan bazı bilimsel çalışmalar, demokraside bilginin gücüne inananların canını sıkacak türden sonuçlar ortaya koyuyor.
Michigan Üniversitesi'nden Brendan Nyhan başkanlığında bir araştırma grubunun yaptığı çalışmanın sonuçlarına göre, yanlış bilgilendirilmiş insanların özellikle de siyasi partizanların, gerçek bilgilerle yüzleştiklerinde bile fikirlerinde bir değişiklik olmadığını ortaya koyuyor. Aksine gerçeklerle karşılaştıklarında fikirlerindeki fanatiklikleri artıyor.
10. Bu olguya en iyi örnek Amerika'nın kitle imha silahlarını ve 11 Eylül saldırısını bahane ederek, yanıbaşımızdaki Irak'ı işgalidir.
11. Ancak, Irak’ta tek bir kimyasal silah ele geçirilemediği gibi 11 Eylül ile Saddam rejimi arasında en ufak bağ bile bulunmaz. Hatta Bush bile sonradan yalan söylediğini itiraf eder.
12. Fakat bu noktada yapılan bir araştırmadan çıkan sonuç, bizi zurnanın zırt dediği yere götürür. Şöyle ki:

Fakat bu noktada yapılan bir araştırmadan çıkan sonuç, bizi zurnanın zırt dediği yere götürür. Şöyle ki:
Northwestern Üniversitesi sosyologlarından Monica Prasad ve ekibi, ortaya çıkan bu gerçeklerin, Bush destekçilerinin fikrini değiştirip değiştirmediğini araştırdığında şu çarpıcı gerçekle karşılaşır:

11 Eylül Komisyonu’nun kapsamlı raporundaki bilgiler ve Bush yönetiminin kendi itirafları bile, bu kişilerin, Saddam yönetiminin kimyasal silahları var ‘kanaatini’ değiştirmeye yetmemiştir. Irak’ta kimyasal silah bulunduğuna ‘hala’ inanan 49 kişiden sadece biri bu gerçekler kendisine aktarıldıktan sonra iddiasından vazgeçer...
13. Dahası, Dartmouth Üniversitesi profesörlerinden Benjamin Valentino'nun yaptığı bir ankette üstüne tuz biber eker.
Ankete göre Irak'ın işgalinden 10 yıl sonra ve tüm itiraflara rağmen, Cumhuriyetçi seçmenin yüzde 63’ünün halen Irak’ta kitle imha silahı bulunduğuna inanmaya devam ettiği tespit edilir.
14. Tam da bu noktada "Peki ama neden" diyenlerin aradığı yanıt ise yukarıda adına değindiğimiz Brendan Nyhan'dan geliyor.
Brendan Nyhan, ‘‘İddiasının yanlış olduğunu kabullenmek kesinlikle bir tehdit’’ diyor ve ekliyor: ‘‘Bu fenomene ‘geri tepme’ diyoruz. Zihinsel ahenksizlikten kaçınmak için bir psikolojik savunma mekanizması…’
15. Ancak sonunda dönüp dolaşıp kendimizi yaman bir çelişkinin içinde buluyoruz. Çünkü eğitimli kişiler aslında bizi en çok hayal kırıklığına uğratanlar çıkıyor. Nasıl mı? Kendiniz bakın...
Stony Brook Üniversitesi’nden Charles Taber ve Milton Lodge’un 2006 senesinde yaptıkları araştırma, eğitimli kişilerin, kanaatlerini değiştirebilecek yeni bilgilere, sofistike ve eğitimli olmayanlara göre çok daha kapalı olduğunu ortaya çıkarmış. Taber ve Lodge bunu şu açıdan önemli buluyor: Bu eğitimli kişiler demokrasi teorisinin en ağırlıkla dayandığı kişiler.
16. Bu duruma yol açan şey ise eğitimli cahillik..
......
https://onedio.com/haber/-bu-toplum...-sorusuna-cevap-niteliginde-25-gerekce-643198
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,057
Tepkime Puanı
92
Puanları
48
'Velilerden görme engelli öğretmene ayıp'

İzmir'in Karabağlar İlçesi'ndeki Duğrallar İlkokulu'nda görev yapan 38 yaşındaki İngilizce öğretmeni görme engelli Reyhan Arısoy Levent'in dersine giren bazı veliler, sınıfta gizlice görüntü çekip bunu sosyal medyada yayınladılar.

öğretmenin engelinden dolayı sınıfta verimli ders işlenemediğini, ders sırasında öğrencilerin dışarı çıktığını, öğretmenin görmediği için müdahale edemediğini, bu durumun güvenlik zaafiyeti oluşturduğunu" öne sürdü.
1182948_dee2080a5beba587f346479e18232740_640x640.jpg


Bazı velilerin de konuya çözüm bulunması için Milli Eğitim Müdürlüğü'ne dilekçe verdikleri iddia edildi. Görüntülerin internete yansımasıyla olaydan haberdar olduğunu belirten öğretmen Reyhan Arısoy Levent, Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü mezunu...

1182948_a36a0b07803874147474c2a49789a837_640x640.jpg


Bebekken geçirdiği ateşli hastalık nedeniyle görme yetisini kaybetmiş. "Doktor raporlarına göre yüzde 85 oranında görme engelli olduğunu, ancak hiç göremediğini, gözlükleri ise gözleri kötü görünmesin diye taktığını" söylüyor.

1182948_ca27638f90966adfae97de5000612848_640x640.jpg


'17 YILDIR SORUN YAŞAMADIM'

Açık nedeniyle İngilizce öğretmeni olarak atandığını, İstanbul ve Karaman'ın ardından 2010'dan itibaren İzmir'deki okulunda görevini sürdürdüğünü anlatan Levent, 17 yıllık meslek hayatında hiçbir sorun yaşamadığını belirtiyor:

"Bugüne kadar ne öğretmenlerden ne okul müdüründen ne velilerden bir şikayet geldi. Bu olay ortaya çıkınca şoke oldum. Ben dersteyken hiçbir öğrenci dışarı çıkmıyor...

...Sadece teneffüse 1-2 dakika kaldığında, küçük olduklarından tuvalet ve kantin sırasında ezilmesinler diye onları erken çıkarıyorum. Çocuklar beni çok seviyorlar."

Bir velinin geçtiğimiz günlerde sınıfa geldiğini, görüntüyü onun çekmiş olabileceğini söyleyen Levent, "Görmemem, kötü bir eğitimci olduğum anlamına gelmez. Çok iyi bir eğitimciyim. Bugüne kadar yetiştirdiğim öğrencilerden de bu belli" diyor.

'BU VİCDANSIZLIK'

Reyhan öğretmenin kendisi gibi görme engelli olan müzisyen eşi Kadir Levent de yaşananlara tepkili: "Bu vicdansızlıktır. Görüntüyü çeken de yayan da vicdansız...

Veliler bugüne kadar herhangi bir şikayette bulunmamış. Şimdi böyle bir olayın olması manidar. Eşim böyle bir davranışı hak etmedi."

1182948_f966e66ce6e0bf1efb91f80e8b74e8c7_640x640.jpg

'Velilerden görme engelli öğretmene ayıp' - Memurlar.Net
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,057
Tepkime Puanı
92
Puanları
48
Arkadaşlar,
Yukarki Haberi paylaşmak zorunda kaldım.
Ama bu ülkenin durumunu, Bizlere bakış açısını yansıtması açısından ve başka nedenlerden paylaştım.
Gözlerim yaşardı gerçekten.
Sen onca engeli aş öğretmen ol. 17 yıl hizmet et. Sonunda gizlice videonu çeksinler.
Hoca Hanıma Allahtan sabırlar dilerim.
:(
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
'BU VİCDANSIZLIK'

Reyhan öğretmenin kendisi gibi görme engelli olan müzisyen eşi Kadir Levent de yaşananlara tepkili: "Bu vicdansızlıktır. Görüntüyü çeken de yayan da vicdansız...

Veliler bugüne kadar herhangi bir şikayette bulunmamış. Şimdi böyle bir olayın olması manidar. Eşim böyle bir davranışı hak etmedi."


Vicdanımızı kaybedeli ne kadar uzun zaman oldu artık hatırlayamıyorum bile :( aslında bu haberi ilk okuduğumda ne hissettiysem şu an aynısının bin katını hissediyorum yine :( üzgünüm hem de çok..işte bu ülkede eğitime verilen değer. İşte öğretmene verilen değer ve en kötüsü insana verilen değer ancak bu kadar güzel açıklanabilir...

'' Bu ülke, beni hakketmiyor! ''

İşte beynimde şimşekler çaktıran bu cümleyi ilk duyduğumda içim öylesine cız etmişti ki ama şimdi hem kabul ediyorum, hem de ne anlama geldiğini çözebiliyorum. Evet bu ülke artık vicdandan yoksun, merhametten bi haber ve insanlığını her geçen gün daha fazla kaybediyor. Oğlumun benim pembe hayallerle süslü küçük dünyamı beklemediğim bir anda alt üst eden cümlelerinden sonra epey bir süre kendime gelemediğimi itiraf etmeliyim. Bu kadar vatansever bir çocuk nasıl olur da ülkesini terketmeyi düşünebilirdi ki? ama artık ona hak veriyorum ve hayat onun hayatı nasıl, nerede yaşamak istiyorsa öyle yaşamalı. Bu ülke beni hakkediyor mu? işte bu sorumun cevabını da kendimce kendime verdiğim günden beri daha rahatım..beni de hakketmiyor ama benim bu yaştan sonra ne başka bir ülkede yaşayacak cesaretim var ne de gücüm :(

Haber fazlasıyla üzücü ve oldukça düşündürücü :( yazık.. çok yazık bir ülkenin temelini çökertmeyi başardılar sonunda. Eğitim çökerse her şey çöker. Ne diyebilirim ki Hakan emeğine sağlık...
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,057
Tepkime Puanı
92
Puanları
48
Konser dinleme adabı

Yakın zamanda müzik dünyasının popüler konularından biriydi bu. Ceylan Ertem’in bir grup seyirciden -haklı- şikayetini sosyal medya üzerinden aktarmasıyla daha önceleri fısıltılarla konuşulan konser dinleme adabı, sesli olarak tartışılır oldu. Ben her ne kadar yazmakta biraz geciksem de konu hâlâ güncel, hâlâ diri. Ben de geciktiğim sürede bolca görüş okuma, duyma fırsatı buldum. Meseleyi daha çok müzisyenlerin ağzından dinlesem de, ben bugün seyirci açısından yazacağım. Zaten müzik dünyasında -henüz- başka bir vasfım da yok.

Ben kendi rahatsızlıklarımı ve önerilerimi yazmaya başlamadan önce, bilmeyenler için konuyu toparlayıcı bir iki cümle yazıp, ilgili linkleri paylaşayım. Ceylan Ertem, Aralık 2015’teki Sinop konserini dinlemeye gelen seyircilerin bir kısmından şikayetini dile getirince neredeyse linç ediliyordu. Açıklama yapmak zorunda kaldı.

Nedir Ceylan’ın şikayeti? Biz iyi birer konser dinleyicisi değiliz. Ceylan Sinop konserinde ufak bir grup olduğunu, tüm seyirciye mal etmediğinin altını çiziyor ama ben tam aksine, konser adabını bilen seyircinin azınlık olduğunu düşünüyorum. Ceylan Ertem konser sonunda gözünün dibinde flaşlı fotoğraf çeken bir seyircinin elini indirmiş (iyi sabretmiş o ana kadar). “Elime vurdu” olarak geri dönmüş. “Ya benim gibi bir insan dinleyicisinin eline vurabilir mi?” yazmış Ceylan. Ben vursan hakkındır diyorum.

Maalesef ilgili tweet’lere link veremiyorum ama başka linklerim var. Bu tweet’lerden kısa süre sonra Yekta Kopan, Noktalı Virgül programında Gaye Su Akyol’un fikrini sordu (33:40). Yekta Kopan daha sonraki bölümlerde bunu sormayı alışkanlık edinip Demir Demirkan’a da sordu (13:40), Şenay Lambaoğlu’na da sordu (09:30). Hepsine vakit ayırıp izlemenizi öneririm.

Ceylan Ertem’den sonra Aylin Aslım da 2015’in son günü Memleketimden Konser Manzaraları başlıklı bir yazı yazdı. Her ne kadar ilk sesi (bu dönem için) Ceylan çıkarmış olsa da, Aylin’in yazısı Radikal’de de yayınlandı ve çok ses gelmesine sebep oldu. Aylin Aslım bu yazısında kendi düşüncelerini aktarırken, Cem Adrian, Ceylan Ertem, Melis Danişmend ve Çiğdem Erken’e de söz hakkı vermiş.

Aslında buraya kadar olan bağlantıları takip ettiyseniz, zaten nelerin yanlış olduğunu görüp bu hatalardan en az birini yapıyrsanız, bunu da farkedip tekrarlamamaya karar vermiş olmalısınız. Ben yine de kafası karışanlar için dikkat edilmesi gereken her şeyi -daha çok seyirci gözüyle- kendi açımdan anlatacağım.

Salona vaktinde girin

Hiçbir konser ve dahi diğer sahne sanatları seyirciler içeri alınıp yerleşmeden başlamayacağı için listemizin ilk sırasında bu konuya yer verdik. Aslında ben yer verdim. Başkası yok. Özellikle salon etkinliklerinde kapılar salonun da kapasitesine göre etkinlik saatinden 15-30 dk önce açılır. Ben salona ilk girenlerden olurum genelde. Etkinliğin başlamasına 5 dakika kalaya kadar da salondaki birkaç kişiden biri olurum. Ardından insanlar akın akın salona girip yerleşmeye çalışır ve etkinlik 20 dakika gecikir.

Salona girerken bilet kestireceksiniz, koca salonda loş ışıkta yerinizi bulacaksınız. Üstelik Kapıdan G sırası koltukların oraya girip, F sırası nerde diye kırk takla atacaksınız. Sonra bir yerleşme telaşı başlayacak, bitmeyecek. Erken gelin, rahat edin.

Daha geçen hafta gittiğim bir konserde, konsere 15 dakika kala ben aynı binadaki kafeden konserin olduğu kata inerken, birçok kişi kafeye girip kahve sipariş ediyordu. Sonra onları bekledik tabii.

Salona geç girmek, hem diğer seyircilerin hem de sanatçıların vaktini çalmaktır.

Öncelik gerçek dinleyicinin


Eğer konser bir bar veya benzeri, geçerken uğrayabileceğiniz bir mekandaysa ve siz de tam olarak öyle yapıyorsanız; konseri veren müzisyen(ler)in hayranı değilseniz ya da kim olduğunu bilmiyorsanız ön sıralarda yer almanıza çok da lüzum yok. Bırakın o alanları sanatçı(lar)ın gerçek dinleyicileri doldursun. Onları kendinizden ayırt etmeniz çok da zor olmayacak.

Sessiz olun


En önemli kurallardan biri bu. Konser sırasında gevezelik etmek hem sahnedeki sanatçıya, hem seyirciye saygısızlık etmek olduğu gibi her iki taraf için bir o kadar da rahatsız edicidir. Tüm konser boyunca ağzınızı açmamanız beklenemez tabii ama en azından şarkı aralarında, kısık sesle yanınızdakine söylemek istediğinizi çabucak söyleyip sessizliğinize geri dönün. Eğer muhabbet etmek istediğiniz bir vakitte, konser olan bir mekanda ve konser anında bulunuyorsanız kesinlikle yanlış yerdesiniz. Hemen orayı terkedip daha sakin bir mekana gidin.
Özellikle yüksek “volume”lü bir rock konserinde vs. değilseniz; bulunduğunuz konser akustikse, naif bir cazsa, klasik müzikse; salon şartları da biraz uygunsa; neredeyse nefes alma sesiniz bile duyulur hale gelebiliyor. Mesela Akbank Sanat’ta dinlediğim bir Cenk Erdoğan konserinde (Kara Kutu albümü, tek gitar, solo) ben en önde Cenk’in sol elini tellere sürterken çıkardığı sesi bile duymaya çalışırken (hatta duyarken) birkaç sıra arkadan gelen fısıldılar işkence gibi geliyordu.

Fotoğrafa abanmayın


Ben de gittiğim yerlerde geçmişde bir iz bırakmak için, anı olsun diye ve de Instagram’da paylaşıp beğeni toplamak için fotoğraf çekip paylaşmayı ve arşivlemeyi seviyorum. Bir yerden 12 sene önceye ait bir fotoğraf bulunca mutlu oluyorum. Bu yüzden ben de fotoğraf çekiyorum ama sadece konserin başında bir iki kareden öteye gitmiyorum (bir iki konserde kamera testi için fazladan birer video da çektim). Çoğu konserde hiç çekmiyorum bile.

Etrafta sürekli cep telefonu ekranı ışığı görmek konseri izlemeye gelenler için çok rahatsız edici oluyor (aynı şeyi WhatsApp’le de yapıyorsunuz). Ayrıca konser izlemeye gelip izlemek istediğiniz izlemek istediğiniz müzisyen(ler) kanlı canlı karşınızdayken o konseri ufacık ekranda izliyorsunuz ya; hah işte o zaman sadece sanatçı ve diğer seyircilere değil, kendinize bile ayıp ediyorsunuz da farkında değilsiniz.

Fotoğrafları bir de flaşlı mı çekiyorsunuz? Size de laflar hazırladım ama burda yazamayacağım.

Ne izlediğinizi bilin


Benim çok rastladığım bir durum değil ama bir iki kez de denk geldim: İzlediği konseri beğenmeyenler, oturma düzenli bir konser olduğu halde salonu terkediyorlar. Haydi bir bar konseri olsa anlayacağım bir parça ama bilet aldığın, salona yerleştiğin ve biraz farklı janrda diye anlamadığın konseri niye bırakıp gidiyorsun? Sen niye bilet aldın o konsere? Kim çalacak, ne çalacak hiç mi bilmiyorsun? Haydi bilmiyorsun diyelim, merak ettiğin için gittin zaten. Salondan çıktığın zaman sahnedekilere verdiğin mesaj da “yaptığın işi o kadar beğenmedim ki, 30 dakika daha duracak sabrım kalmadı” olmayacak mı? Ayıp değil mi?

Eğer gerçekten acil bir durum yoksa, gittiğiniz bir salon konserinde; hele salon kocaman değilse konser bitmeden salondan ayrılmayın. Konseri beğenmediyseniz konser sonunda muhtemelen sanatçıya iletecek fırsatınız olabilir. Neden beğenmediğinizi yüzüne söylemek aslında pozitif bir eleştiri olarak yorumlanırken (benim sıkıldığımı söylemişliğim de var), salondan ayrılmanız kabalık olarak yorumlanabilir.

Engellilere dikkat edin


Muhtemelen mekanlar çok uygun olmadığı için gittiğiniz konserlerde engellilerle çok sık karşılaşmıyorsunuzdur. Ancak şartlar müsade ettiği sürece bizler de konser, tiyatro vb. izlemeye gidiyoruz. Salon konserlerinde bir şekilde tekerlekli sandalyeyle yerleşecek bir yer buluyorum. Barlardaki, büyük konser salonlarındaki (* hall, * arena gibi), festivallerdeki konserler bir ızdırap.

Tekerlekli sandalyede oturur halde olduğum için konser boyu güzel poponuzu izlememek için mutlaka sahne önüne geçmem lazım. Her ne kadar sıkıntıya mahal vermemek için mekana ilk giren ve son çıkan seyirci olsam da, bunun gerçekleşmediği durumlarda öne ilerlemem çok zorlaşıyor. Lütfen konser alanında bir engelli görürseniz önlere ilerlemesi için müsade edin. Sadece ufak bir yol açmaktan fazlasını yapmayacaksınız.
Sahne önüne ulaşmaksa her durumda yeterli olmuyor. Sahne yüksek, ben alçaktayken ekseriyetle ancak sahnedeki iki monitör arasından bir parça sahneyi görüyorum. Buna rağmen, tekerlekli sandalyemin ön tekerleklerinin sahneye dayanmasına rağmen, önüme geçip görüşümü kapatanlar oluyor. Sahneye uzanmanız, üzerimden eğilmeniz, kucağıma oturmanız size çok da bir şey kazandırmayacaktır.

Sahneden parça istemeyin

Bu başlık altında size büyük bir sır vereceğim (konser izleyicileri bunu bilir): Özellikle istek alan bir programda değilseniz, müzisyenler sahneye “setlist” denen bir çalma listesiyle çıkıyorlar. Ne çalacaklarını, hangi sırayla çalacaklarını önceden belirleyip onları prova ediyorlar. İstisnalar olsa da sahnedekiler sizin isteklerinizi çalmaya pek meyil etmeyeceklerdir. Eğer çok popüler bir parçayı istediniz ve çaldılarsa o muhtemelen, zaten setlist’teydi. Eğer isteğinizi çalmadılarsa da üzülmeyin. Size bir kasıtları yok. Ha, ama “geçen ay sevgilimin doğum günüydü” deyip, alakasız birinden alakasız bir şey isterseniz, kasten de çalmamazlık edebilirler. Haklıdırlar.

Bis bekleyin


Bis: Konser bittikten sonra müzisyenlerin yeniden sahneye çıkıp bir parça daha çalmasıdır. Yani konserin “bi’ daha, bi’ daha”sıdır. Genelde müzisyenler bise hazırdır, “isterlerse şunu çalarız” diye planlarlar. Bazen de spontane gelişir. Kimi zaman “bise çıkmayacağız” diye karar alabilirler.

İzlediğim birçok konserde daha son parçaya gelen alkışlar dinmeden salonun boşalmaya başladığını görüyorum. Kalanlarsa tabii ki bis bekliyor. Peki boş salona mı bise çıkacaklar? Üstelik bis bir gelenektir. Çoğunlukla olur. Bunu bilip 5 dakika daha durursanız hepimiz için daha mutluluk verici olur.

Haydi, bise kalmayanlara bir sır daha vereyim: Genellikle bis faslı bomba olur. Sololar havada uçuşur. Eve müthiş bir huzurla dönmenize sebep olur. Bekleyin derim.

Ve bis…

Bis; ama bu benim bisim…

Genel olarak benim gördüğüm, benim gibi dinleyicilerin ve müzisyenlerin rahatsız olduğu sorunlar bunlar. Sebepleri ayrıca tartışılabilir. “Aa, burda etkinlik varmış” diye konsere girip nerede olduğunu anlamayanlar da var, yaşadığı şehirde yeterince konser verilmediği için nasıl davranılacağını bilmeyenler de var. Sebepler tartışılabilir ama ben bu yazıda sadece sorunlara değinip kimi hatırlatmalar yapmak istedim. Referans verdiğim müzisyenlerin de ortak görüşü olduğu gibi; bu yanlışlar elbette tüm seyirciye mâl edilemez.

Benim atladığım, sizin rahatsız olduğunuz başka detaylar varsa yorum yazarak hatırlatabilirsiniz.



Konser dinleme adabı
 

Gazoz Agacı

Moderatör
Moderatör
Katılım
Nis 23, 2012
Mesajlar
9,302
Tepkime Puanı
64
Puanları
48
Yaş
54
1935998_1703248393261856_8467605441560586653_n.jpg


Şaka gibi ama gerçek aslında haberin tamamını paylaşmak isterdim ama böylesi daha kolayıma geldi bir o kadar da içimden geçirdiğim en güzel övgüleri (!) dile getirdiği için belki de..

Sosyal devlet olgusu? sahi o ne demek? nasıl bir şey bilen var mıdır acaba hele bu ülkede yaşamayı hakketmediği halde yaşayanların, yaşamaya çalışanları yaşatmadığı bir toplulukta o ne ki? o nasıl bir olgu ki???
 

unuttum.29

Moderatör
Moderatör
Katılım
Eyl 8, 2012
Mesajlar
1,057
Tepkime Puanı
92
Puanları
48
KADIN MÜCADELESİNİN ÖNCÜLERİNDEN NEZİHE MUHİDDİN

Hayatını kadın hakları mücadelesine adamış, fakat fikirleriyle otoriter devletten farklı bir yol çizmeye çalıştığı için ömrünü bir akıl hastanesinde unutulmuş şekilde tamamlayan Nezihe Muhiddin’in hikâyesi…

“İyi bir hatip, karizmatik bir kişilik, esaslı bir feminist” olarak tanınan Nezihe Muhiddin, Osmanlı feminizminin öncü kişiliklerinden biri olarak, Batı’nın etkinliklerini, yayınlarını izlediği Şair Nigar, Fatma Aliye ve Halide Edib’in de içinde yer aldığı büyük kadınlar kuşağının son üyesi idi.

Muhiddin, 1889’da İstanbul Kandilli’de doğdu. Eğitimini evde aldığı derslerle tamamladı; Arapça, Farsça, Almanca ve Fransızca öğrendi. Yirmi yaşına geldiğinde meslek hayatına başladı. İttihat ve Terakki Kız Sanayi Mektebi’ne müdür tayin edildi. Burada jimnastik, lisan, piyano, biçki-dikiş derslerinin öğretmenliğini üstlendi. Daha sonra Selçuk Hatun Sultanisi, Kız Hayat Mektebi ve İzmir Hilal Sultanisi müdürlüklerinde bulundu. Savaş zamanı okulunu dikimevine dönüştürdü, İlk Tedavi Hastanesi’nde öğrencileriyle birlikte hastabakıcılık yaptı. 1929’da Gazi Osmanpaşa Erkek Orta Mektebi’ne atandı ve buradan emekli oldu. İki kez evlendi: Muhlis Ethem ve Memduh Tepedelenligil, ancak hiçbir zaman kendi soyadını kullanmaktan vazgeçmedi.

Okul dışında, kadın hakları için yürüttüğü faaliyetlere ara vermeden devam etti. Sabah ve İkdam gazetelerinde ilmi yazılar, Peyam-ı Sabah’ta edebi yazılar kaleme aldı. İlk romanı (Şebab-ı Tebah) 1911 yılında basıldı ve bunun dışında üç yüz kadar öykü, sahnelenmiş piyesler, operetler ve filme alınmış senaryolar kaleme aldı.

Çalışan, üreten, rasyonel eğitim görmüş, meslek sahibi ve siyasal ve toplumsal hayata tam olarak katılan kadın, Nezihe Muhiddin’in idealindeki kadın kimliğini oluşturmaktaydı. Nezihe Muhiddin’in yaşamı boyunca benimsediği ve “kendi mefkûrem” diye adlandırdığı kadınlık mefkûresi, bugünün terimleriyle konuştuğumuzda kadınların kurtuluşu inancı, yani feminizmdi. Muhiddin’in düşüncesinde kadınlığın kurtuluşu öncelikle kadınların insan addedilmesi, sivil yaşama katılabilmeleri, toplumun üyeleri olarak kamu alanında yer almaları, toplumsal konumlarının yükselmesi; erkeklerde eşit düzeyde yurttaş ve toplumsal rolleri üstlenebilen, rasyonel, akıl yürüten modern insanlar haline gelmeleri isteği ve inancı demekti.

Muhiddin, Cumhuriyet’i “kadın hakları için uygun bir zemin” olarak gördüğünden daha Cumhuriyet ilan edilmeden, 15 Haziran 1923’te, kadınlara oy hakkı ve siyasal haklar talebiyle “Kadınlar Halk Fırkası”nı (KHF) kurdu. Parti programında kadınların milletvekili, hatta asker olması bile yer alıyordu. Partinin açılmasına izin alabilmek için vilayete başvuruda bulunuldu, fırkanın kurulması için hükümetten beklenilen yanıt, tam sekiz ay sonra geldi.
KHF’nin programındaki bazı maddeler nedeniyle, “kadınların oy kullanma hakkı yoktu” ve partinin kurulmasına izin verilmedi, üstelik KHF bölücülükle suçlandı. Bunun üzerine Muhiddin, talepleri daraltarak Türk Kadınlar Birliği’ni (TKB) kurdu ve mücadelesini bu derneğin çatısı altında sürdürdü. TKB’ye ilgi duyanlar olsa da, rejimin sözcüleri kadın hakları mücadelesiyle alay etmeye çalıştı.

Nezihe Muhiddin, Temmuz 1925’de Kadın Yolu dergisini çıkarmaya başladı. Ilk yazısı kadınlara siyasi haklar tanınması üzerine olan dergide, kadın hakları savunucusu genç erkek yazarlar da yazıyordu. TKB, Cumhuriyet Halk Fırkası’na üye olmak için 1926 yılında başvuruda bulundu. Kendisine verilen yanıt “kadınların hayır işleri ile uğraşmasının daha doğru olacağı” yolundaydı. Ama Nezihe Muhiddin kararlıydı. Nitekim 1927 yılında Denizli, Aydın, Afyon ve Diyarbakır’da şubeler açtı. Dahası, Cumhuriyet Halk Fırkası listelerinden seçimlere katılmak için kampanya başlattı.

Dernek, kadınların seçme, seçilme hakkının olmadığı ilk seçimlerde inadına Nezihe Muhiddin’i ve Halide Edip Adıvar’ı aday gösterdi. (Halide Edip Adıvar hiç bir zaman TKB’ne üye olmamıştı, ayrıca sonradan yaptığı açıklamada da adaylığından haberdar olmadığını söyledi) Bu teklif de kabul edilmedi. Birlik bunun üzerine seçime erkek aday ile katılma kararı aldı. Ancak kendini “feminist erkek” diye tanıtan ve seçimler için bıyıklarını bile kestiren Kenan Bey alaylara tahammül edemeyince adaysız kaldılar.

Bu arada, Türkiye Kadınlar Birliği’nin üye sayısı 1 000’e yaklaşıp, 4 ilde şube açılınca, hükümet, TKB’yi kapatma kararı aldı. Nezihe Muhiddin, 1927’de usulsüz bir kongre ile TKB’den dışlandı ve zimmetine para geçirmekle suçlandı. Yunus Nadi, gazetesinde olayı “Oh! Çok şükür kurtulduk” şeklinde değerlendirecekti. TKB bundan sonra bir daha geri dönmemek üzere siyasi hattını değiştirecek, kadın hakları politikalarından uzaklaşacak, 1935’te “kendini feshedene” kadar hayır işlerine ve İstanbul’un çevre köylerindeki köylü kadınların eğitimine ağırlık verecekti. Sonraki yıllarda varlığını tam da rejimin istediği gibi bir yardım derneği olarak devam ettirdi ve hiç bir zaman “aşırı” isteklerde bulunmadı.

İstanbul’da 1935 yılındaki Uluslararası Feminist Kongre’ye ev sahipliği yapan TKB, kongre sonrasında, “Cumhuriyet kadınlara bütün hakları vermiştir, kadınların artık örgütlenmesine gerek kalmamıştır” gerekçesiyle kapatıldı. Kadınların 1908’den beri ısrarla talep ettiği siyasi haklar, kadınlara ancak 1934’te tanınmıştı.1935 seçimlerinde de Nezihe Muhiddin bağımsız milletvekili adayı oldu; ancak kazanamadı.

Bundan sonra Nezihe Muhiddin’den hiçbir gazete ve dergi bahsetmez oldu. Muhiddin küsüp köşesine çekildi, kendini edebiyata verdi. Bu dönemde 20 roman, 300 öykü yazdı. 1958’de lstanbul’da bir akıl hastanesinde yapayalnız vefat etti. Cenazesine TKB’li arkadaşlarından hiç kimse katılmadı.

Detaylı okuma için: www.obarsiv.com/pdf/YaprakZihnioglu_NB.pdf
Hazırlayan: Sibel Çağlar
Kaynaklar:
Aykırı Kadınlar: Osmanlı’dan Günümüze Devrimci Kadın Portreleri – Hüseyin Aykol
Kadınsız İnkilap _ Yaprak Zihnioğlu
404 | Agos
Türkiye Gençlik Birliği
Dünyalılar

Kadın Mücadelesinin Öncülerinden Nezihe Muhiddin - Dünyalılar - Bağımsız, değer katan, gerçek haber…

nezihe_muhiddin.jpg

nezihe_muhiddin2.jpg

fft64_mf1232392.jpeg
 
Tekerlekli Sandalye
Üst