Nazım Hikmet

  • Konuyu başlatan Fırtına
  • Başlangıç tarihi

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Sen

2015-07-12_011659.jpg


Sen

Sen esirliğim ve hürriyetimsin,
Çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin,
Sen memleketimsin.

Sen ela gözlerinde yeşil hareler,
Sen büyük, güzel ve Muzaffer
Ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin...
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Sen

2015-07-12_012124.jpg

Sen

En güzel günlerimin
Üç mel'un adamı var:
Ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye
En güzel günlerimin bu üç mel'un adamını
Yer yer tırnaklarımla kazıdım
Hatıralarımın camını..
En güzel günlerimin
Üç mel'un adamı var:
Biri sensin,
Biri o,
Biri ötekisi..
Düşmanımdır ikisi..
Sana gelince...
Yazıyorsun..
Okuyorum..
Kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa,
İnsanın
Bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum..
Ne yazık!..
Ne kadar
Beraber geçmiş günlerimiz var;
Senin
Ve benim
En güzel günlerimiz..
Kalbimin kanıyla götüreceğim
Ebediyete
Ben o günleri..
Sana gelince, sen o günleri -
Kendi oğluyla yatan,
Kızlarının körpe etini satan
Bir ana gibi satıyorsun!.
Satıyorsun:
Günde on kaat,
Bir çift rugan pabuç,
Sıcak bir döşek
Ve üç yüz papellik rahat
İçin...
En güzel günlerimin
Üç mel'un adamı var:
Biri sensin,
Biri o,
Biri ötekisi...
Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi...
Sana gelince...
Ne ben Sezarım,
Ne de sen Brütüssün...
Ne ben sana kızarım
Ne de zatın zahmet edip bana küssün..
Artık seninle biz,
Düşman bile değiliz..

1933
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Ses

2015-07-12_005838.jpg

Ses

Çeneni avuçlarının içine alıp,
Duvara dalıp
Kalma!.
Çeneni avuçlarının içine alma!.
Kalk!
Pencereye gel!
Bak!
Dışarıda gece bir cenup denizi gibi güzel,
Çarpıyor pencerene dalgaları..
Gel!
Dinle havaları:
Havalar seslerin yoludur,
Havalar seslerle doludur:
Toprağın, suyun, yıldızların
Ve bizim seslerimizle...
Pencereye gel!
Havaları dinle bir:
Sesimiz yanındadır,
Sesimiz seninledir...
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Sesler Geliyor

2015-07-12_010156.jpg

Sesler Geliyor

Sesler geliyor gün batısından
Sesler....
Koynunda güneşin kaybolduğu zindan
Aydınlanacak mı?
Bekliyelim mi?
Bekliyebilir miyiz?
Biz
Gün doğusunun milyonlarla milyonu
Bekliyoruz bunu..
Sesler geliyor gün batısından
Sesler..
Biz
Çıplak ayaklı Hindistan’ ın açlığını
Esmer gözlerinde bir alev gibi taşıyanlar.
Biz
Sarı yüzlerinden gözleri bıçak yarası gibi bakan
Kavga meydanlarında kellesini koparıp
Kocaman kanlı sarı bir çiçek gibi bırakan
Çin seddinin kulileri....
Biz
Borneo, sumatra, cava köylüleri....
Biz...
Biz güneşin doğduğu yerden haykırıyoruz
Mavi gömlekli, mavi gözlü Almanya’ lılara...
Ve istiyoruz ki olsun naramızın aksisedası
Krup favrikalarından kopan:
Hurrra......

Kurtuluşun kırmızı eli
Dolaşıyor üstünde Almanya’ nın.
Dışarı fırlamak için tepiniyor
Amele mahallelerinde tanklar.
Berlin’ in caddeleri kulak asıyor yine
Spartaküslerin ayak sesine..
Göbeğinden çatlıyacak Avrupa.
Avrupa’nın çatlıyacak göbeği....
Çatlıyacak
Çatlıyor
Çatla...
Çabuk olun haydı...
Diyelim:
. .dı....
Diyelim milyonlarla milyon ağız birden:
Çatladı......

Söyle Berlin....
Söyle...
Elleri bombalı mavi gömleklilerin
Bekliyecek mi yine
Unter den linden caddesinde nöbet?
Alevden bayrakların üstünde
Yeniden can bulacak mı Karl liebknecht?
Avrupa bocalıyor..
Hava fırtınalı
Omurga delik
Serdümen sarhoş..
Kooooş....
Dümen başına.....
Sesler geliyor gün batısından
Sesler....
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Sevgilim

13 Bursa Cezaevi (Samiye Yaltırım Albümü).jpg

Sevgilim

Sevgilim,
Başlar önde, gözler alabildiğine açık,
Yanan şehirlerin kızıltısı,
Çiğnenen ekinler
Ve bitmez tükenmez ayak sesleri:
Gidiliyor.
Ve insanlar katlediliyor:
Ağaçlardan ve danalardan
Daha rahat
Daha kolay
Daha çok.

Sevgilim,
Bu ayak sesleri, bu katliamda
Hürriyetimi, ekmeğimi ve seni kaybettiğim oldu,
Fakat açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden
Güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan
Gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman...

(İstanbul Hapishanesi)
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Silahsız İnsanlar

30  Bir Aşk Masalının prömiyerinde başkoreograf Yuri Grigoryeviç, bestekar Arif Melikov, r.jpg

Silahsız İnsanlar

Beş kıtanın içinden başladı sefer
Gidildi kuzeye doğru, gidildi,
Ormanlar, kayalar, göller, denizler
Şehrine varıldı, şehir yeşildi.

Bu gelenler silâhsız adamlardı
Her birisi yüreğini çıkardı.
Her yürekte güzel bir şeyler vardı,
Hayata sevdalar ilân edildi.

Geceler beyazdı, gündüzler serin,
Sözleri dövdüler dan dan da din din,
Örsünde sıcacık yüreklerinin
Ölüm bu sözlerden güçlü değildi.

1956
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Sofra

21 (Samiye Yaltırım Albümü).jpg


Sofra

Şu Varna deli etti beni,
Divane etti.
Sofrada domates, yeşil biber, kalkan tavası,
Radyoda "Ha uşaklar!" Karadeniz havası,
Rakı kadehte aslan sütü, anason,
Uy anason kokusu!
Ahbapça, kardeşçe konuşulan dilim...
A be islah be, islah be halim...
Şu Varna deli etti beni
Divane etti...

6 Haziran 1957, Varna
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Stronsium 90

26 Asya-Afrika Halkları Konferansı.1958, Taşkent (A.Nesin Arşivi).jpg


Stronsium 90

Acayipleşti havalar,
Bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar.

Stronsium 90 yağıyormuş
Ota, süte, ete,
Umuda, hürriyete,
Kapısını çaldığımız büyük hasrete.

Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
Ya dünyamıza inecek ölüm.

(16 Mart 1958,Varşova - Şvider)
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Şair

8 Süleyman Rüstem (Azerbaycanlı halk ozanı) ile. 1928 Moskova (A. Nesin Arşivi).jpg

Şair

Şairim
Şimşek şekillerini şiirlerimin
Caddelerde ıslık çalarak
Kazırım
Duvarlara..
100 metreden
Çiftleşen iki sineği seçebilen iki gözüm,
Elbette gördü
İki ayaklıların
İkiye ayrıldığını..
Sen
Benim
Hangisinden olduğumu anlamak istiyorsan
Cebime sok
Kafanı:
Orda
Aydınlığı okuyan kara ekmek
Sana doğruyu söyler..
Şairim
Şiirden anlarım,
En sevdiğim gazel
Anti düringidir engelsin..

Şairim
Bir yıl yağan yağmur kadar şiir yazdım..
Fakat asıl
Şaheserime
Başlamak için
Hafızı kapital olmayı bekliyorum.

Futbolda eski kurdum.
Fenerbahçe’nin forvetleri
Mahallede kaydırak oynayan birer piç kurusuyken
Ben
En ağır hafbekleri yere vururdum.
Futbolda eski kurdum.
Santırdan alınca pası
Çakarım
Hooooooooooooooooooooooooop!
5 numro top
Açık ağzından girer golkipin karnına.
Bana mahsustur bu vuruş
Futbol potinlerim
Kurşun kalemimden öğrendi bu zanaatı!
O kurşun kalemim ki
9 deliğinizden vücudunuza her tıktığı mısra
İşkembenizde taş.
Şairiz be,
Şairiz dedik ya be arkadaş....


1923
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Şarkılarımız

5 Vâlâ ile Ankara yolunda.1921 Kastamonu (Samiye Yaltırım Albümü).jpg

Şarkılarımız

Şarkılarımız
Varoşlarda sokaklara çıkmalıdır.
Şarkılarımız
Evlerimizin önünde durmalı
Camlara vurmalı
Kapıların ellerini sıkmalıdır,
Sıkmalıdır
Acıtana kadar,
Kapılar
Bağlı kollarını açana kadar...

Biz anlamayız
Tek ağzın türküsünü.
Her matem gecesi
Her bayram günü,
Şarkılarımız
Bir gaz sandığını yere yıkarak
Sandığın üstüne çıkarak
Kocaman elleriyle tempo tutmalıdır.
Şarkılarımız
Çam ormanlarında rüzgar gibi bize kendini
Hep bir ağızdan okutmalıdır!!.

Şarkılarımız
Ön safta en önde saldırmalıdır düşmana.
Bizden önce boyanmalıdır
Şarkılarımızın yüzü kana..

Şarkılarımız
Varoşlarda sokaklara çıkmalıdır!
Şarkılarımız
Bir tek yüreğin
Perdeleri inik
Kapısı kilitli evinde oturamaz!.
Şarkılarımız
Rüzgara çıkmalıdır...
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Şehitler

4 Bahriye Mektebi Öğrencisi. 1915 (Samiye Yaltırım Albümü).jpg

Şehitler

Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
Mezardan çıkmanın vaktidir!
Şehitler, Kuvâyi milliye şehitleri,
Sakarya'da, İnönü’nde, Afyon' dakiler
Dumlupınar'dakiler de elbet
Ve de aydın'da, Antep’te vurulup düşenler,
Siz toprak altında ulu köklerimizsiniz
Yatarsınız al kanlar içinde.
Şehitler, Kuvâyi milliye şehitleri,
Siz toprak altında derin uykudayken
Düşmanı çağırdılar,
Satıldık, uyanın!
Biz toprak üstünde derin uykulardayız,
Kalkıp uyandırın bizi!
Uyandırın bizi!
Şehitler, Kuvâyi milliye şehitleri,
Mezardan çıkmanın vaktidir!


1959
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Şeyh Bedreddin Destanı

2015-07-12_011203.jpg

Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı

Darülfünun ilahiyat fakültesi tarihi kelam müderrisi Mehemmed Şerefeddin efendinin 1925-1341 senesinde evkafı islâmiye matbaasında basılan «Simavne kadısı oğlu Bedreddin» isimli risalesini okuyordum. Risalenin altmış beşinci sayfasına gelmiştim. Cenevizlilere sır katip olarak hizmet eden dukas, tarihi kelam müderrisinin bu altmış beşinci sayfasında diyordu ki:
«o zamanlarda iyonyen körfezi medhalinde kâin ve avam lisanında stilaryum - karaburun tesmiye edilen dağlık bir memlekette âdi bir türk köylüsü meydana çıktı. Stilaryum sakız adası karşısında kâindir. Mezkûr köylü türklere vaiz ve nesayihte bulunuyor ve kadınlar müstesna olmak üzere erzak, melbûsat, mevaşi ve arâzi gibi şeylerin kâffesinin umumun mali müştereki addedilmesini tavsiye ediyor idi.»
Stilaryumdaki adi Türk köylüsüsün vaiz ve nasihatlarını bu kadar vuzuhla anlatan Cenevizlilerin sır katibi, siyah kadife elbisesi, sivri sakalı, sarı uzun merasimli yüzüyle gözümün önüne geldi. Simavne kadısı oğlu Bedreddin'in en büyük müridine, börklüce Mustafay’a «âdi» demesi, her iki manasında da, beni güldürdü. Sonra birdenbire risalenin müellifi Mehemmed Şerefeddin efendiyi düşündüm. Risalesinde Bedreddin’in gayesinden bahsederken, «erzak, mevâşi ve arazi gibi şeylerin umumî mali müşterek addedilmesini tavsiye eden börklücenin kadınları bundan istisna etmesi bizce efkârı umumiyyeye karşı ihtiyar etmiş olduğu bir takiyye ve tesettürdür. Zira vahdeti mevcûda kail olan şeyhinin Mustafay’a bunu istisna ettirecek bir dersi hususiyet vermediği muhakkaktır,» diyen bu tarihi kelâm müderrisini asırların üstüne remil atıp insanların zamirini keşfetmekte yedi tulâ sahibi buldum. Ve Marksla Engelsten iki cümle geldi aklıma: «burjuva için karısı alelâde bir istihsal âletidir. Burjuvazi, istihsal âletlerinin içtimaileştirileceğini duyunca tabiatiyle bundan içtimaileştirilmenin kadınlara da teşmil edileceği neticesini çıkarıyor.»
Burjuvazinin modern amele sosyalizmi için düşündüğünü, darülfünun ilâhiyat fakültesi müderrisi de Bedreddin’in kurunu vüstaî köylü sosyalizmi için neden düşünmesin? İlâhiyat bakımından kadın mal değil midir?
Risaleyi kapadım. Gözlerim yanıyordu amma uykum yoktu. Başucumdaki çiviye asılı şimendifer marka saata baktım. İkiye geliyor. Bir cıgara. Bir cıgara daha. Koğuşun sıcak, durgun, ağır kokulu bir su birikintisine benziyen havasında dolaşan sesleri dinliyorum. Benden başka yirmi sekiz insanı ve terli çimentosuyla koğuş uyuyor. Kulelerdeki jandarmalar yine bu gece düdüklerini daha sık, daha keskin öttürüyorlardı. Bu düdük sesleri ne zaman böyle deli bir sirayetle, belki de hiç sebepsiz, telaşlansalar ben kendimi karanlık bir gece batan bir gemide sanırım.
Üstümüzdeki koğuştan idamlık eşkıyaların zincir sesleri geliyordu. Evrakları temyizde. Yağmurlu bir akşam kararı giyip döndüklerinden beri hep böyle sabahlara kadar demirlerini şakırdatıp dolaşıyorlar.
Gündüzleri arka avluya çıkarıldığımız vakit kaç defa onların pencerelerine baktım. Üç insan. İkisi sağdaki pencerenin içinde oturur, birisi soldaki pencerede. İlk yakalanıp arkadaşlarını ele veren bu tek başına oturanmış. En çok cıgara içen de o.
Üçü de kollarını pencerelerin demirlerine doluyorlar. Oldukları yerden denizi, dağları çok iyi görebildikleri halde onlar hep aşağıya, avluya, bize, insanlara bakıyorlar.
Seslerini hiç işitmedim. Bütün hapishane içinde bir kerre olsun türkü söylemiyen sade onlardır. Ve hep böyle yalnız geceleri konuşan zincirleri birdenbire bir sabah karanlığında susarsa, hapishane bilecek ki, dışardaki şehrin en kalabalık meydanında göğüsleri yaftalı üç beyaz uzun gömlek sallanmıştır.
Bir aspirin olsa. Avuçlarımın içi yanıyor. Kafamda Bedreddin ve börklüce Mustafa. Kendimi biraz daha zorlayabilsem, başım böyle gözlerimi bulandıracak kadar ağrımasa, çok uzak yılların kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, kırbaç sesleri, kadın ve çocuk çığlıkları içinde iki ışıklı ümit sözü gibi Bedreddin’le Mustafa’nın yüzlerini görebileceğim.
Gözüme, demin kapatıp çimentoya bıraktığım risale ilişti. Yarısı güneşten solmuş vişne çürüğü bir kapağı var. Kapakta, üstünlü esreli sülüs bir yazıyla risalenin adı bir tuğra gibi yazılı. Kapağın içinden sararmış sayfa yapraklarının yırtık kenarları çıkıyor. Bu ilâhiyat fakültesi müderrisinin sülüs yazısından, kamış kaleminden, dividinden ve rıhından Bedreddin’imi kurtarmak lazım, diye düşünüyorum. Aklımda İbni arab şahtan, aşık paşazadeden, neşriden, İdrisi Bitlisiden, Dukastan ve hatta Şerefeddin efendiden okuya okuya ezberlediğim satırlar var:
«şeyh Bedreddin’in tevellüdü 770 etrafında olmak lâzım geleceğini kuvvetle tahmin etmek mümkündür.»
«tahsilini mısırda ikmal etmiş olan şeyh Bedreddin senelerce burada kalmış ve hiç şüphesiz bu muhitte büyük bir kuvveti ilmiyeye mazhar olmuş idi.»
«mısırdan Edirne’ye avdetinde ebeveynini burada berhayat bulmuş idi.»
«kendisinin buraya vürudu peder ve validesini ziyaret maksadile olabileceği gibi bu şehirde tasaltun etmiş olan Musa çelebinin daveti vakıa sile olmak ihtimali de vardır.»
«çelebi sultan Mehmet kardeşlerine galebe ile vaziyete hâkim olunca şeyh Bedreddin’i İznik’te ikamete memur eylemiş idi.»
«şeyh burada itmam etmiş olduğu teshil mukaddemesinde "...kalbimin içindeki ateş tutuşuyor. Ve günden güne artıyor, o surette ki kalbim demir de olsa selâbetine rağmen eriyecek..." demektedir.»
«şeyhi İznik’e serdiklerinde kethüdası börklüce Mustafa aydın eline vardı. Andan göçtü kara buruna vardı.»
«diyordu ki: "ben senin emlâkine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlâkime aynı suretle tasarruf edebilirsin." köylü avam halkı bu nevi sözlerle kendi tarafına celp ve cezb ettikten sonra Hıristiyanlar ile dostluk tesisine çalıştı. Çelebi sultan Mehmedin sarohan valisi sisman bu sahte rahibe karşı hareket ettiyse de stilaryumun dar geçitlerinden ileriye geçmeğe muvaffak olamadı.»
«Simavne kadısı oğlu işitti kim börklücenin hali terakki etti, o dahi İznik’ten kaçtı. İsfendiyar’a vardı. İsfendiyar dan bir gemiye binip eflak eline geçti. Andan gelip ağaç denizine girdi.
«bu esnada müşarünileyhin halifesi Mustafa’nın aydın elinde avazeyi huruç ve fesat ve ilhadı sultan Mehemmed'in kulağına vasıl oldu. Derhal rumiyei suğra ve amesye padişahı olan şehzade sultan muradın ismine hükmü hümayün sadır oldu ki anadolu askerlerini Cem ile mülhid Mustafan’ın def'ine kıyam eyliye. Ve mükemmel asker ve teçhizat ile aydın elinde anın başına ine...»
«Mustafa, on bine yakın müfsit ve mülhid müritlerinden olan asker ile şehzadeye mükabeleye kıyam eylediler.»
«mübalega cenk olundu.»
«bir çok kan döküldükten sonra tevfiki ilâhi ile o leşkeri ilhad mağlub oldu.»
«sağ kalanlar ayasluğa getirildiler. Börklüceye tatbik olunan en müthiş işkenceler bile onu fikri sabitinden çeviremedi. Mustafa bir deve üzerinde çarmıha gerildi. Kolları yekdiğerinden ayrı olarak bir tahta üzerine çivilendikten sonra büyük bir alay ile şehirde gezdirildi. Kendisine sadık kalan mahremanı Mustafan’ın gözü önünde katledildi. Bunlar "dede sultan iriş" nidalarile mütevekkilâne ölüme tevdii nefs ettiler.»
«ahir börklüceyi paraladılar ve on vilâyeti teftiş ettiler, gideceklerin giderdiler bey kullarına timar verdiler. Bayezid paşa yine manisaya geldi torlak kemali anda buldu. Anı dahi anda astı.»
«bu esnada ağaç denizindeki Bedreddin’in hali terakkide idi. Her taraftan birçok halk yanına toplandılar. Bilumum halkın kendisiyle birleşmesine remak kalmış idi. Bundan dolayı sultan Mehemmedin bizzat hareketi icab etti.
«ve Bayezid paşanın teklifiyle bazı kimseler kadı Bedreddin’in silki mütabaatına ve müritliğine dahil oldular. Ve birkaç tedbir ile orman içinde derdest edip bağladılar...
«sirozda sultan Mehemmede getirdiler. Acemden henüz gelmiş bir danişmend var idi. Mevlâna hayder derlerdi. Sultan Mehemmed yanında olurdu. Mevlana hayder etti "şeran bunun katli helâl amma mali haramdır."
«andan simavne kadısı oğlunu pazara iletip bir dükkân önünde berdar ettiler. Bir nice günden sonra cünüb müritlerinden birkaçı gelip anı andan aldılar. Şimdi dahi ol diyarda müritleri vardır.»
Başım çatlıyacak gibi. Saate baktım. Durmuş. Yukardakilerin zincir şakırtıları biraz yavaşladı. Yalnız birisi dolaşıyor. Herhalde o tek başına soldaki pencerede oturandır.
İçimde bir anadolu türküsü dinlemek ihtiyacı var. Bana öyle geliyor ki, şimdi yolparacılar koğuşundan yine o yayla türküsünü söylemeğe başlasalar başımın ağrısı bir anda dini verecektir.
Bir cıgara daha yaktım. Eğildim. Çimentonun üstünden Mehemmed Şerefeddin efendinin risalesini aldım. Dışarda rüzgâr çıktı. Penceremizin altındaki deniz, zincir ve düdük seslerini kapatarak homurdanıyor. Penceremizin altı kayalık olacak.

Üçü de kollarını pencerelerin demirlerine doluyorlar. Oldukları yerden denizi, dağları çok iyi görebildikleri halde onlar hep aşağıya, avluya, bize, insanlara bakıyorlar

Kaç defa oraya, denizle duvarımızın birleştiği yere bakmak istedik. Fakat imkanı yok. Pencerenin demir çubukları çok dar. İnsan başını dışarı çıkaramıyor. Ve biz burada denizi ancak ufuk halinde görebiliyoruz.
Benim yatağımın yanında tornacı şefiğin yatağı vardı. Şefik bir şeyler mırıldanarak uykusunda döndü. Karısının gönderdiği gelinlik yorganı kaydı. Örttüm.
İlâhiyat fakültesi tarihi kelâm müderrisinin altmış beşinci sayfasını açtım yine.. Cenevizlilerin sırkâtibinden bir iki satır ancak okumuştum ki başımın ağrıları içinde kulağıma bir ses geldi. Bu ses:
Gürültü etmeksizin denizin dalgalarını aşarak senin yanında bulunuyorum, diyordu.
Döndüm. Denizin üstündeki pencerenin arkasında birisi var. Konuşan o:
« Cenevizlilerin sırkâtibi dukasın yazdıklarını unuttun mu? Sakız adasında turlut tesmiye olunan manastırda ikamet eden giritli bir keşişten bahsettiğini hatırlamıyor musun? Ben, yani börklüce Mustafa’nın "dervişlerinden biri" bu Giritli keşişe de böyle baş açık, ayaklarım çıplak ve yekpare bir libasa bürünmüş olarak denizin dalgalarını aşıp gelmez miydim?»
Pencerenin demirleri dışında hiçbir yere tutunmasına imkân olmadan böyle boylu boyunca durup bu sözleri söyleyene baktım. Gerçekten de dediği gibiydi. Yekpare libası aktı.
Şimdi, yıllarca sonra, ben bu satırları yazarken ilâhiyat fakültesi müderrisini düşünüyorum. Şerefeddin efendi öldü mü, sağ mı, bilmiyorum. Fakat eğer sağsa ve bu yazdıklarımı okursa benim için: «gidi hain, diyecektir, hem maddiyundan olduğunu iddia eder, hem de Giritli keşiş gibi, üstüne üstlük aradan asırlar geçmiş iken, börklücenin denizleri sessizce aşan müridiyle konuştuğundan dem vurur.»
Tarihi kelam üstadının bu sözleri söyledikten sonra atacağı ilâhi kahkahayı da duyar gibi oluyorum.
Fakat zarar yok. Hazret kahkahasını atadursun. Ben maceramı anlatayım.
Başımın ağrısı birdenbire dindi. Yataktan çıktım. Penceredekine doğru yürüdüm. Elimden tuttu. Benden başka yirmi sekiz insanı ve terli çimentosuyla uyuyan koğuşu bıraktık. Birdenbire kendimi o bir türlü göremediğimiz, denizle duvarımızın birleştiği yerde, kayaların üstünde buldum. Börklücenin müridiyle yan yana karanlık denizin dalgalarını sessizce aşarak yılların arkasına, asırlarca geriye, sultan Gıyaseddin Ebülfeth Mehemmed bin ibni yezidülkirişçi, yahut sadece çelebi sultan Mehmet devrine gittik.
Ve işte size anlatmak istediğim macera bu yolculuktur. Bu yolculukta gördüğüm ses, renk, hareket, şekil manzaralarını parça parça ve çoğunu eski bir itiyat yüzünden bir çeşit uzunlu kısalı satırlar ve ara sıra kafiyelerle tespit etmeğe çalışacağım. Şöyle ki:

1.

Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
Duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
Gümüş ibriklerde şarap,
Bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musa’yı ok kirişiyle boğup
Yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak
Çelebi sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi.
Çelebi hünkâr idi amma
Âl Osman ülkesinde esen
Bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi.
Köylünün göz nuru zeamet
Alın teri timar idi.
Kırık testiler susuz
Su başarında bıyık buran sipahiler var idi.
Yolcu, yollarda topraksız insanın
Ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar
Köpüklü atlar kişner iken
Çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi tarumar idi.
Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi, ahüzar idi.

2.

Bu göl İznik gölüdür.
Durgundur.
Karanlıktır.
Derindir.
Bir kuyu suyu gibi
İçindedir dağların.

Bizim burada göller
Dumanlıdırlar.
Balıklarının eti yavan olur,
Sazlıklarından ısıtma gelir,
Ve göl insanı
Sakalına ak düşmeden ölür.

Bu göl İznik gölüdür.
Yanında İznik kasabası.
İznik kasabasında
Kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü.
Çocuklar açtır.
Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
Ve delikanlılar türkü söylemez.

Bu kasaba İznik kasabası.
Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.
Bu evde
Bir ihtiyar vardır Bedreddin adında.
Boyu küçük sakalı büyük sakalı ak.
Çekik çocuk gözleri kurnaz
Ve sarı parmakları saz gibi.

Bedreddin
Ak bir koyun postu üstüne
Oturmuş.
Hattı talik ile yazıyor «teshil»i.
Karşısında diz çökmüşler
Ve karşıdan
Bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona.
Bakıyor:
Başı tıraşlı
Kalın kaşlı
İnce uzun boylu börklüce Mustafa.
Bakıyor:
Kartal gagalı torlak Kemal..
Bakmaktan bıkıp usanmayıp
Bakmağa doymıyarak
İznik sürgünü Bedreddin'e bakıyorlar..

3.

Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.
Ve gölde ipi kopmuş
Boş bir balıkçı kayığı
Bir kuş ölüsü gibi
Suyun üstünde yüzüyor.
Gidiyor suyun götürdüğü yere,
Gidiyor parçalanmak için karşı dağlara.

İznik gölünde akşam oldu.
Dağ başlarının kalın sesli sipahileri
Güneşin boynunu vurup
Kanını göle akıttılar.

Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır,
Bir sazan balığı yüzünden
Kaleye zincirlenen balıkçının kadını.

İznik gölünde akşam oldu.
Bedreddin eğildi suya
Avuçlayıp doğruldu.

Ve sular
Parmaklarından dökülüp
Tekrar göle dönerken dedi kendi kendine:
O ateş ki kalbimin içindedir
Tutuşmuştur
Günden güne artıyor.
Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
Eriyecek yüreğim...

Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim!
Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.
Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip
Biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını
İptal edeceğiz...»

Ertesi gün
Gölde kayık parçalanır
Kalede bir baş kesilir
Kıyıda bir kadın ağlar
Ve yazarken
Simavneli «teshil»ini
Torlak Kemal’le Mustafa
Öptüler
Şeyhlerinin elini.
Al atların kolanını sıktılar.
Ve İznik kapısından
Dizlerinde çırılçıplak bir kılıç
Heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar...

Kitaplarının adı:
«varidat»dı.

4.

Börklüce Mustafa ile torlak Kemal, Bedreddin’in elini öpüp atlarına binerek biri aydın, biri Manisa taraflarına gittikten sonra ben de rehberimle Konya ellerine doğru yola çıktım ve bir gün haymana ovasına ulaştığımızda

Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
Aydın elinde kara burunda.
Bedreddin’in kelâmını söylemiş
Köylünün huzurunda.

Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup
Piri pak olsun diye,
On beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti,
Ağalar topyekun kılıçtan geçirilip
Verilmiş ortaya hünkâr beylerinin timarı zeameti.»

Duyduk ki...
Bu işler duyulur da durmak olur mu?
Bir sabah erken,
Haymana ovasında bir garip kuş öterken,
Sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik.
Varalım, dedik.
Görelim, dedik.
Yapışıp sapanın sapına
Şol kardeş toprağını biz de bir yol sürelim, dedik.»
Düştük dağlara dağlara,
Aştık dağları dağları...

Dostlar,
Ben yolculuk etmem bir başıma.
Bir ikindi vakti can yoldaşıma dedim ki: geldik.
Dedim ki: bak
Başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
Bir adım geride ağlayan toprak.
Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,
Kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.
Saz sepetlerde oynayan balıkları gör:
Islak derileri pul pul, ışıl ışıldır
Ve körpe kuzu eti gibi aktır
Yumuşaktır etleri.
Dedim ki bak,
Burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi bereketli.
Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak..

5.

Arkamızda hünkârın ve hünkâr beylerinin timar ve zeametli topraklarını bırakıp börklücenin diyarına girdiğimizde bizi ilk karşılayan üç delikanlı oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpâre ak libaslıydılar. Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı. Vaktiyle Musa’nın dinindenmiş. Şimdi börklüce yiğitlerinden.
İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. Sakızlı rum bir gemiciymiş. O da börklüce müritlerinden.
Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu. Şimdi düşünüyorum da, onu, yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyliyen hüseyine benzetiyorum. Yalnız hüseyin erzurumluydu. Bu Aydınlıymış.
İlk sözü söyliyen aydınlı oldu:
Dost musunuz düşman mı? Dedi. Dost iseniz hoş geldiniz. Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir.
Dostuz, dedik.
Ve o zaman öğrendik ki, sarohan valisi şişmanın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkâr beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler Kara burunun dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir.
Yine, o yol paracılar koğuşunda yatan Hüseyin’e benzeyeni dedi ki:
Buradan ta Kara burunun dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da ondandır.
Müjde büyüktü. Rehberim:
Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddin’e iletelim, dedi.
Yanımıza sakızlı Rum gemici Anastası da alıp ve ancak eşiğine bastığımız kardeş toprağını bırakarak tekrar âl Osman oğullarının karanlığına daldık.
Bedreddini İznik’te, göl kıyısında bulduk. Vakit sabahtı. Hava ıslak ve kederliydi.
Bedreddin.
Nöbet bizimdir. Rumeli’ne geçek, dedi.
Gece iznikten çıktık. Peşimizi atlılar kovalıyordu. Karanlık, onlarla aramızda duvar gibiydi. Ve bu duvarın arkasından nal seslerini duyuyorduk. Rehberim önden gidiyor, Bedreddin’in atı benim al atımla Anastasınki arasındaydı. Biz üç anaydık. Bedreddin çocuğumuz ona bir kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. Biz üç çocuktuk. Bedreddin babamız. Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri yaklaşır gibi oldukça bedreddine sokuluyorduk.
Gün ışığında gizlenip, geceleri yol alarak İsfendiyara ulaştık. Oradan bir gemiye bindik.

6.

Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar ve bir yelkenli vardı.
Bir gece bir denizde bir yelkenli yapyalnızdı yıldızlarla.
Yıldızlar sayısızdı.
Yelkenler sönüktü.
Su karanlıktı ve göz alabildiğine dümdüzdü.

Sarı Anastasla adalı Bekir hamladaydılar.
Koç Salih’le ben pruvada.
Ve Bedreddin parmakları sakalına gömülü
Dinliyordu küreklerin şıpırtısını.

Ben:
Ya! Bedreddin! Dedim, uyuklıyan yelkenlerin tepesinde
Yıldızlardan başka bir şey görmüyoruz.
Fısıltılar dolaşmıyor havalarda.
Ve denizin içinden
Gürültüler duymuyoruz.
Sade bir dilsiz, karanlık su,
Sade onun uykusu.
Ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar güldü, dedi:
Sen bakma havanın durgunluğuna
Derya dediğin uyur uyur uyanır.

Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar ve bir yelkenli vardı.
Bir gece bir yelkenli geçip Karadeniz'i gidiyordu deli ormana ağaç denizine...

7.

Bu orman ki deli ormandır gelip durmuşuz
Demek ağaç denizinde çadır kurmuşuz.
«malûm niçin geldik,
Malûm derdi derunumuz» diye
Her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz.

Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş.
Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp
Reaya zinciri bırakıp gelmiş.
Yani Rumeli’nde bizden ne varsa tekmil
Kol kol ağaç denizine akıp gelmiş...

Bir kızılca kıyamet!
Karışmış birbirine
At, insan, mızrak, demir, yaprak, deri,
Gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri.
Ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır,
Ne böyle bir uğultu duymuşluğu var
Deliorman deli olalı beri....

8.

Anastası deli ormanda Bedreddin’in ordugâhında bırakıp ben ve rehberim Gelibolu’ya indik. Bizden önce buradan denizi yüzerek geçen olmuş. Galiba bir dildâde yüzünden. Biz de denizi yüzerek karşı kıyıya vardık. Lâkin bizi bir balık gibi çevik yapan şey bir kadın yüzünü ay ışığında seyretmek ihtirası değil, İzmir yoluyla Karaburun’a, bu sefer şeyhinden Mustafa’ya haber ulaştırmak işiydi.
İzmir’e yakın bir kervansaraya vardığımızda, padişahın on iki yaşındaki oğlunun elinden tutan Bayezid paşanın Anadolu askerlerini topladığını duyduk.
İzmir’de çok oyalanmadık. Şehirden çıkıp aydın yolunu tutmuştuk ki bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmış dinlenen ve sohbet eden dört çelebiye rastladık. Her birinin üstünde başka çeşit libas vardı. Üçü kavukluydu, birisi fesli. Selâm verdiler. Selâm aldık. Kavuklulardan birisi neşrî imiş. Dedi ki:
— halkı ibahet mezhebine davet eden börklücenin üzerine sultan Mehemmed bayezid paşa'yı gönderir.
Kavuklulardan ikincisi Şükrüllah bin şihâbiddin imiş. Dedi ki:
— bu sofinin başına birçok kimseler toplandı. Ve bunların dahi şer'i Muhammediye muhalif nice işleri âşikâr oldu.
Kavuklulardan üçüncüsü âşık paşazade imiş. Dedi ki:
- sual: ahir börklüce paralanırsa imanla mı gidecek, imansız mı?
- cevap: Allah bilir anın çünkim biz anın mevti halini bilmezüz..
Fesli olan çelebi ilâhiyat fakültesi tarihi kelâm müderrisiydi. Yüzümüze baktı. Gözlerini kırpıştırarak kurnaz kurnaz gülümsedi. Bir şey demedi.
Biz hemen atlarımızı mahmuzladık. Ve bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya saldıkları karpuzları serinletip sohbet edenleri nallarımızın tozları arkasında bırakarak aydına, Karaburun’a, börklücenin yanına vardık.

9.

Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı sıcak.

Sıcaktı.
Bulutlar doluydular,
Bulutlar boşanacak boşanacaktı.
O, kımıldanmadan baktı,
Kayalardan iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.
Orda en yumuşak, en sert
En tutumlu, en cömert,
En seven,
En büyük, en güzel kadın:
Toprak
Nerdeyse doğuracak doğuracaktı.

Sıcaktı.
Baktı Karaburun dağlarından o
Baktı bu toprağın sonundaki ufka
Çatarak kaşlarını :
Kırlarda çocuk başlarını
Kanlı gelincikler gibi koparıp
Çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
Beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.

Bu gelen şehzade murattı.
Hükmü hümayun sâdır olmuştu ki şehzade muradın ismine
Aydın eline varıp
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa’nın başına ine.

Sıcaktı.
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
Baktı köylü Mustafa.
Baktı korkmadan kızmadan gülmeden.
Baktı dimdik dosdoğru.
Baktı o.
En yumuşak, en sert
En tutumlu, en cömert,
En seven,
En büyük, en güzel kadın :
Toprak
Nerdeyse doğuracak doğuracaktı.

Baktı.
Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.
Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
Fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.
Oysaki onlar bu toprağı,
Bu kayalardan bakanlar, onu,
Üzümü, inciri, narı,
Tüyleri baldan sarı,
Sütleri baldan koyu davarları,
İnce belli, aslan yeleli atlarıyla
Duvarsız ve sınırsız
Bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.

Sıcaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri baktılar ufka...

En yumuşak, en sert,
En tutumlu, en cömert,
En seven,
En büyük, en güzel kadın :
Toprak
Nerdeyse doğuracak doğuracaktı.

Sıcaktı.
Bulutlar doluydular.
Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.
Birden bire
Kayalardan dökülür gökten yağar
Yerden biter gibi,
Bu toprağın verdiği en son eser gibi
Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına çıktılar.
Dikişsiz ak libaslı baş açık yalnayak ve yalın kılıçtılar.

Mübalağa cenk olundu.

Aydının Türk köylüleri,
Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnafları,
On bin mülhid yoldaşı börklüce Mustafa’ nın
Düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
Bayrakları al, yeşil,
Kalkanları kakma, tolgası tunç saflar
Pare pare edildi ama,
Boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
On binler iki bin kaldı.

Hep bir ağızdan türkü söyleyip
Hep beraber sulardan çekmek ağı,
Demiri oya gibi işleyip hep beraber,
Hep beraber sürebilmek toprağı,
Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
Yarin yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber! Diyebilmek için
On binler verdi sekiz binini..

Yenildiler.

Yenenler, yenilenlerin
Dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
Kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
Hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların eşildi nallarıyla.

Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi bu! Deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
O, bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
Hey gidi kahbe devran hey,» der.
Ve teker teker,
Bir an içinde,
Omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
Yüzleri kan içinde
Geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
Geçer aydın ellerinden Karaburun mağlupları..

Şimdi ben bu satırları yazarken, «vay, kafasıyla yüreğini ayırıyor; vay, tarihsel, sosyal, ekonomik şartları kafam kabul eder amma, yüreğim yine yanar, diyor. Vay, vay, Marksiste bakın...» gibi laflar edecek olan bazı "sol" geçinen delikanlıları düşünüyorum. Tıpkı yazımın ta başında tarihi kelam müderrisini düşünüp kahkahasını duyduğum gibi.
Ve şimdi eğer böyle bir istidrad yapıyorsam bu o çeşit delikanlılar için değil, Marksizmi yeni okumaya başlamış, sol züppeliğinden uzak olanlar içindir.
Bir doktorun verem bir çocuğu olsa, doktor, çocuğunun öleceğini bilse, bunu fizyolojik, biyolojik, bilmemne-lojik bir zaruret olarak kabul etse ve çocuk ölse, bu ölümün zaruretini çok iyi bilen doktor, çocuğunun arkasından bir damlacık gözyaşı dökmez mi ?
Paris komunasının devrileceğini, bu devrilişin bütün tarihi, sosyal, ekonomik şartlarını önceden bilen Marksın yüreğinden komunanın büyük ölüleri «bir ıstırap şarkısı» gibi geçmemişler midir? Ve komuna öldü, yaşasın komuna! Diye bağıranların sesinde bir damla olsun acılık yok muydu?
Marksist, bir «makine - adam», bir robota değil, etiyle, kanıyla sinir ve kafası ve yüreğiyle tarihi, sosyal, konkre bir insandır.

10.

Karanlıkta durdular.
Sözü o aldı, dedi:
«Ayasluğ, şehrinde pazar kurdular.
Yine kimin dostlar yine kimin boynun vurdular?»

Yağmur yağıyordu boyuna.
Sözü onlar alıp dediler ona:
«daha pazar kurulmadı kurulacak.
Esen rüzgar durulmadı durulacak.
Boynu daha vurulmadı vurulacak.»

Karanlık ıslanırken perde perde
Belirdim onların olduğu yerde
Sözü ben aldım, dedim :
«Ayasluğ şehrinin kapısı nerde? Göster geçeyim!
Kalesi var mı?
Söyle yıkayım.
Baç alırlar mı?
De ki vermeyim!»

Sözü o aldı, dedi:
«Ayasluğ şehrinin kapısı dardır.
Girip çıkılmaz.
Kalesi vardır, kolay yıkılmaz.
Var git al atlı yiğit var git işine!..»

Dedim: «— girip çıkarım!»
Dedim: «-—yakıp yıkarım!»
Dedi: «—yağış kesildi gün ağarıyor.
Cellat Ali, Mustafa’yı çağırıyor!
Var git al atlı yiğit var git işine!..»

Dedim: «— dostlar
Bırakın beni
Bırakın beni.
Dostlar
Göreyim onu
Göreyim onu!
Sanmayınız
Dayanamam.
Sanmayınız
Yandığımı
El aleme belli etmeden yanamam!

Dostlar
"olmaz!" demeyin,
"olmaz!" demeyin boşuna.
Sapından kopacak armut değil bu armut değil bu,
Yaralı olsa da düşmez dalından;
Bu yürek
Bu yürek benzemez serçe kuşuna
Serçe kuşuna!

Dostlar
Biliyorum!
Dostlar
Biliyorum nerde, ne haldedir o!
Biliyorum
Gitti gelmez bir daha!
Biliyorum
Bir deve hörgücünde
Kanayan bir çarmıha
Çırılçıplak bedeni
Mıhlıdır kollarından.
Dostlar
Bırakın beni,
Bırakın beni.
Dostlar
Bir varayım göreyim
Göreyim
Bedreddin kullarından
Börklüce Mustafa’ yı
Mustafa’yı.

Boynu vurulacak iki bin adam,
Mustafa ve çarmıhı
Cellat, kütük ve satır
Her şey hazır her şey tamam.

Kızıl sırma işlemeli bir haşa
Altın üzengiler
Kır bir at.
Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk
Amasya padişahı Şehzade Sultan Murat.
Ve yanında onun
Bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid paşa!

Satırı çaldı cellat.
Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,
Yeşil bir daldan düşen elmalar gibi
Birbiri ardına düştü başlar.
Ve her baş düşerken yere
Çarmıhından Mustafa
Baktı son defa.
Ve her yere düşen başın kılı depremedi:
İriş
Dede sultanım iriş!
Dedi bir, başka bir söz demedi..
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Şeyh Bedreddin Destanı

2015-07-12_011203.jpg

Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı

11.

Bayezid paşa Manisa’ya gelmiş, torlak Kemal’i anda bulup anı dahi anda asmış, on vilâyet teftiş edilerek gidecekler giderilmiş ve on vilâyet betekrar bey kullarına timar verilmişti.
Rehberimle ben, bu on vilâyetten geçtik. Tepemizde akbabalar dolaşıyor ve zaman zaman acayip çığlıklar atarak karanlık derelerin içine süzülüyorlar, henüz kanları kurumamış körpe kadın ve çocuk ölülerinin üstüne iniyorlardı. Yollarda, güneşin altında, genç, ihtiyar erkek cesetleri serili olduğu halde, kuşların yalnız kadın ve çocuk etini tercih etmeleri karınlarının ne kadar tok olduğunu gösteriyordu.
Yollarda hünkâr beylerinin alaylarına rastlıyorduk.
Hünkârın bey kulları; çürümüş bir bağ havası gibi ağır ve büyük bir güçlükle kımıldanabilen rüzgârların içinden ve parçalanmış toprağın üstünden geçerek, rengârenk tuğları, davullarıyla ve çengü çigane ile timarlarına dönüp yerleşirlerken biz on vilâyeti arkada bıraktık. Gelibolu karşıdan göründü. Rehberime:
Takatim kalmadı gayrı, dedim, denizi yüzerek geçmem mümkün değil.
Bir kayık bulduk.
Deniz dalgalıydı. Kayıkçıya baktım. Bir almanca kitabın iç kapağından koparıp koğuşta başucuma astığım resme benziyor. Kalın bıyığı abanoz gibi siyah, sakalı geniş ve bembeyaz. Ömrümde böyle açık, böyle konuşan bir alın görmemişimdir.
Boğazın orta yerine gelmiştik, deniz durmamacasına akıyor, kurşun boyalı havanın içinde sular köpüklenerek kayığımızın altından kayıyordu ki koğuştaki resme benziyen kayıkçımız:
Serbest insan ve esir, patriçi ve pleb, derebeyi ve toprak kölesi, usta ve çırak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz bir zıddıyette birbirine karşı göğüs gererek bazen el altından, bazen açıktan açığa fasılasız bir mücadeleyi devam ettirdiler; dedi.

12.

Rumeli’ne ayak bastığımızda çelebi sultan Mehemmedin Selanik kalesindeki muhasarayı kaldırarak sereze geldiğini duyduk. Bir an önce Deliorman ulaşmak için gece gündüz yol almağa başladık.
Bir gece yol kenarında oturmuş dinleniyorduk ki, karşıdan deliorman taraflarından gelip serez şehrine doğru giden üç atlı, doludizgin önümüzden geçti. Atlılardan birinin terkisinde bir heybe gibi bağlanmış, insana benzer bir karaltı görmüştüm. Tüylerim diken diken oldu. Rehberime dedim ki:

Ben tanırım bu nal seslerini.
Bu köpükleri kanlı simsiyah atlar
Karanlık yolun üstünden dörtnala geçip
Hep böyle terkilerinde bağlı esirler götürdüler.

Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar bir sabah
Çadırlarımıza bir dost türküsü gibi gelmişlerdir.
Bölüşmüşüzdür ekmeğimizi onlarla.
Hava öyle güzeldir,
Yürek öyle umutlu,
Göz çocuklaşmış
Ve hakîm dostumuz şüphe uykuda...

Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar bir gece
Çadırlarımızdan doludizgin uzaklaşırlar.
Nöbetçiyi sırtından bıçaklamışlardır
Ve terkilerinde en değerlimizin
Arkadan bağlanmış kolları vardır.

Ben tanırım bu nal seslerini
Onları Deliorman da tanır..

Filhakika bu nal seslerini deli ormanın da tanıdığını çok geçmeden öğrendik. Çünkü ormanımızın eteklerine ilk adımımızı atmıştık ki, bayezid paşanın diğer tedbiratı saibe ile ormana adamlar bıraktığını, bunların karargâha kadar sokulup Bedreddin’in müritliğine dahil olduklarını ve bir gece şeyhimizi çadırında uykuda bastırıp kaçırdıklarını duyduk. Yani yol kenarında rastladığımız üç atlı Osmanlı tarihindeki provokatörlerin ağababası idiler ve terkilerinde götürdükleri esir de Bedreddin’di.

13.

Rumeli, serez
Ve bir eski terkibi izafi:
huzûru hümayun.

Ortada
Yere saplı bir kılıç gibi dimdik bizim ihtiyar.
Karşıda hünkâr.
Bakıştılar.

Hünkâr istedi ki:
Bu müşahhas küfrü yere sermeden önce,
Son sözü ipe vermeden önce,
Biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner
Âdâb ü erkâniyle halledilsin iş.

Hazır bilmeclis
Mevlâna hayder derler
Mülkü acemden henüz gelmiş
Bir ulu danişmend kişi
Kınalı sakalını ilhamı ilâhiye eğip,
«Malı haramdır amma bunun
Kanı helâldir» deyip halletti işi...

Dönüldü Bedreddin’e.
Denildi: «sen de konuş.»
Denildi: «ver hesabını ilhadının.»

Bedreddin
Baktı kemerlerden dışarı.
Dışarda güneş var.
Yeşermiş avluda bir ağacın dalları
Ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar.
Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin, dedi:
— mademki bu kerre mağlubuz
Netsek, neylesek zaid.
Gayrı uzatman sözü.
Mademki fetva bize aid
Verin ki basak bağrına mührümüzü..

14.

Yağmur çiseliyor, korkarak
Yavaş sesle bir ihanet konuşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
Beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
Islak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
Bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddin’im bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
Yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.

Yağmur çiseliyor.

Tornacı Şefiğin gömleği

Yağmur çiseliyordu. Dışarda, demir parmaklıkların arkasındaki deniz ufkunda ve bu ufkun üstündeki bulutlu gökte sabah olmuştu. Bugün bile gayet iyi hatırlıyorum. İlkönce omuzumda bir elin dokunuşunu duymuştum. Dönüp baktım. Tornacı şefik. İçleri ışıl ışıl, kapkara gözlerini yüzüme dikmiş:
Bu gece uyumadın galiba, diyor.
Artık yukardan eşkıyaların zincir sesleri gelmiyordu. Ortalık ağarınca onlar uykuya varmış olmalılar. Gün ışığında nöbetçilerin düdük sesleri de manalarını kaybediyor. Boyaları siliniyor ve ancak karanlıkta belli olan sert çizgileri yumuşuyor.
Koğuşun kapısı dışardan açıldı. İçerde çocuklar teker teker uyanıyorlar.
Şefik soruyor:
Ne oldun, bir tuhaf halin var senin?
Şefiğe geceki maceramı anlatıyorum:
Fakat diyorum, hani gözümle gördüm. Nah şu pencerenin arkasına geldi. Yekpare ak bir gömleği vardı. Elimden tuttu. Bütün bir yolculuğu yan yana, daha doğrusu onun rehberliğiyle yaptım..
Tornacı şefik gülüyor. Bana pencereyi göstererek:
Sen, diyor, yolculuğu Mustafa’nın müridiyle değil, benim gömleğimle yapmışsın. Bak, dün gece asmıştım. Halâ pencerede..
Ben de gülüyorum. Simavne kadısı oğlu Bedreddin hareketinde bana rehberlik eden tornacı şefiğin gömleğini demirlerin üstünden alıyorum. Şefik gömleğini sırtına geçiriyor. Bütün koğuş arkadaşları «yolculuğumu» öğrendiler. Ahmed:
Bunu yaz işte, diyor. Bir «Bedreddin destanı» isteriz. Hem sana ben de bir hikâye anlatayım onu da kitabın sonuna koyarsın...
Ahmed’in anlattığı hikâyeyi işte kitabımın sonuna koyuyorum.

Ahmed’in hikâyesi

Balkan harbinden önceydi. Dokuz yaşındaydım. Dedemle, Rumeli’nde, bir köylüye misafir olduk. Köylü mavi gözlü ve bakır sakallıydı. Bol kırmızı biberli tarhana içtik. Kıştı, Rumelilin kuru, çok bilenmiş bir bıçak gibi keskin kışlarından biri.
Köyün adını hatırlayamıyorum. Yalnız, yola kadar bizimle gelen jandarma, bu köyün insanlarını dünyanın en inatçı, en vergi vermez, en dik kafalı köylüleri diye anlattıydı.
Jandarmaya göre bunlar, ne Müslüman, ne gâvurdular. Belki kızıl baştılar. Ama, tam da kızılbaş değil.
Köye girişimiz halâ aklımdadır. Güneş battı batacak. Yol don tutmuş. Yolda cam parçaları gibi pırıldıyan kaskatı su birikintilerinde kızıltılar.
Köyün karanlığa karışmıya başlıyan ilk çitlerinde bizi bir köpek karşıladı. İri, alacakaranlık içinde kendi kendinden daha kocaman görünen bir köpek. Havlıyordu.
Arabacımız dizginleri kastı. Köpek atların göğüslerine doğru sıçrayıp saldırıyor.
Ben, «ne oluyoruz?» diye başımı arabacının arkasından dışarı uzattım. Arabacının kırbacı tutan kolu dirseğiyle yüzüme çarparak kalktı ve yılan ıslığı gibi ince bir şaklamayla köpeğin başına indi. Tam bu sırada kalın bir ses duydum:
Hey. Vurduğunu köylü, kendini kaymakam mı sandın?
Dedem arabadan indi. Köpeğin kalın sesli sahibine «merhaba» dedi. Konuştular. Sonra köpeğin bakır sakallı, mavi gözlü sahibi bizi evinde konuk etti.
Kulağımda çocukluğumdan kalan birçok konuşmalar vardır. Bunlardan çoğunun manasını büyüdükçe anlamış, kimisine şaşmış, kimisine gülmüş, kimisine kızmışımdır. Fakat çocukken yanımda büyüklerin yaptığı hiçbir konuşma mavi gözlü köylüyle dedemin o geceki konuşmaları gibi bütün hayatımın boyunca müessir olmamıştır.
Dedemin yumuşak, çelebice bir sesi vardı. Ötekisi kalın, hırçın ve inanmış bir sesle konuşuyordu.
Onun kalın sesi diyordu ki:
Hünkârın iradesi ve İranlı molla Haydar'ın fetvasıyla serezde, çarşıda, yapraksız bir ağaç dalına asılan Bedreddin’in çırılçıplak ölüsü iki yana ağır ağır sallanıyordu. Geceydi. Çarşının köşesinden üç adam belirdi. Birisinin yedeğinde kır bir at vardı. Eğersiz bir at. Bedreddin’in asıldığı ağacın altına geldiler. Soldaki pabuçlarını çıkardı. Ağaca tırmandı. Aşağıda kalanlar kollarını açıp beklediler. Ağaca çıkan adam Bedreddin’in uzun ak sakalı altından ince boynuna bir yılan çevikliğiyle sarılmış olan ıslak, sabunlu ipin düğümünü kesmeğe başladı. Bıçağın ucu birdenbire ipten kaydı ve ölünün uzamış boynuna saplandı. Kan çıkmadı. İpi kesmekte olan delikanlı sapsarı oldu. Sonra eğildi, yarayı öptü, doğruldu. Bıçağı attı ve yarısından çoğu kesilen düğümü elleriyle açarak uyuyan oğlunu anasının kollarına bırakan bir baba gibi Bedreddin’in ölüsünü aşağıda bekleyenlerin kollarına teslim etti. Onlar çıplak ölüyü çıplak atın üstüne koydular. Ağaca çıkan aşağı indi. En gençleri oydu. Çıplak ölüyü taşıyan çıplak atı yedeğinde çekerek bizim köye geldi. Ölüyü yamacın tepesinde karaağacın altına gömdü. Ama sonra hünkâr atlıları köyü bastılar. Atlılar gidince delikanlı, ölüyü kara ağacın altından çıkardı. Hani belki bir daha köyü basarlar da cesedi bulurlar diye. Bir daha da dönmedi.
Dedem soruyor:
Bunun böyle olduğuna emin misin?
Elbette. Bunu bana anamın babası anlattı. Ona da dedesi söylemiş. Onun dedesine de dedesi. Bu böyle gider...
Odada bizden başka sekiz on köylü daha var. Ocağın kızıla boyadığı alaca aydınlık dairenin kıyılarında oturuyorlar. Ara sıra bir ikisi kımıldanıyor ve bu alaca aydınlık dairenin içine giren elleri, yüzlerinin bir parçası, omuzlarından bir tanesi kırmızılaşıyor.
Bakır sakallının sesini duyuyorum:
O gelecek yine. Çırılçıplak ağaca asılan çırılçıplak gelecek yine.
Dedem gülüyor:
Sizin bu itikadınız, diyor, Hıristiyanların itikadına benziyor. Onlar da, İsa peygamber tekrar dünyaya gelecektir, derler. Hattâ Müslümanların içinde bile İsa peygamberin günün birinde şamı şerifte gözükeceğine inananlar vardır.
Dedemin bu sözlerine, o, birden karşılık vermiyor. Kalın parmaklı elleriyle dizlerini tuta tuta, doğruluyor. Şimdi bütün gövdesiyle kırmızı dairenin içindedir. Yüzünü yandan görüyorum. Büyük düz bir burnu var. Kavga eder gibi konuşuyor:
İsa peygamberin ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır. Bedreddinin ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte.. Biz Bedreddin’in kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız ki, dağılan, fena bulan bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz.
Sustu. Yerine oturdu. Dedem, Bedreddinin geleceğine inandı mı, inanmadı mı, bilmiyorum. Ben, dokuz yaşımda buna inandım, otuz bu kadar yaşımda yine inanıyorum.

Simavne kadısı oğlu

Şeyh Bedreddin Destanı’na zeyl

Milli gurur


«Simavne kadısı oğlu Bedreddin destanı» risalemin dördüncü formasının makine tashihlerini sabahleyin matbaada yaptıktan sonra eve gelmiş, bu destanı yazmak için kullandığım notları, bir hapishanede geceleri doldurulmuş hatıra defterimi gözden geçiriyordum.
Artık son forması da baskı makinası altında gidip gelmeğe başlıyan risaleme bir kelime bile ilâve edemiyeceğimi biliyordum. Fakat bana bir şeyler unuttum gibi geliyordu. Bana öyle geliyordu ki, tek bir satır yazı yazdım; fakat bu satırın sonuna nokta koymasını unuttum.
Vakit öğleye yakındı. Şafakla beraber çalkalanmağa başlıyan lodos, ağır bulutların üstüne boşanmasıyla durulmuştu. Çok geçmeden yağmur da dindi. Gökyüzünün karanlığı yol yol yarıldı. Ağır perdeleri birdenbire düşen bir pencere gibi hava açıldı.
Ve ben, hapishane gecelerinde doldurulmuş bir hatıra defterinde «destan»ımın sonuna koymasını unuttuğum noktayı arayıp dururken Süleymaniye’yi gördüm.
Açılan öğle güneşinin altında Sinan’ın Süleymaniye’si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.
Evimin penceresiyle Süleymaniye’nin arası en aşağı bir saattir. Fakat ben onu elimi uzatsam dokunacakmışım gibi yakın görüyordum. Bu, belki, Süleymaniye’yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar ezbere, gözüm kapalı bile görebilmeğe alıştığım içindir.
Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü, «çarşambayı sel aldı» türküsü, bir yağlığın kenarındaki «oya», bütün bunlar nasıl, ne kadar bir cami değilse, bütün bunların cami olmakla ne kadar alakaları yoksa, bence Süleymaniye de öyle ve o kadar cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye’nin de camilikle o kadar alakası yoktur.
Süleymaniye, benim için, türk halk dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesabla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan'ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir. Ben ne zaman Sinan’ın Süleymaniye’sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi feraha çıkmış hissederim.
İşte bu sefer de, büyük bir Türk halk hareketi için yazdığım bir risalede unuttuğumu sandığım son noktayı ararken Süleymaniye'mizi, biraz önce yağan yağmurla yıkanmış, açan güneşin altında pırıl pırıl görünce aradığımı birdenbire buldum. Ferahladım. Bulduğumu hatıra defterimin son sayfalarında okudum. Ve anladım ki «simavne kadısı oğlu şeyh Bedreddin destanı» isimli risaleme; belki on satırlık, belki on sayfalık bir zeyl yazmak mecburiyetindeyim.

Mevzuu bahis risalemin sonunda «Ahmed'in hikâyesi» diye bir fasıl vardır. Bulduğum ve hatıra defterimde okuduğum ve risaleme zeyl olarak yazmak mecburiyetini duyduğum «nokta» bana Ahmed bu hikâyeyi anlattıktan sonra onunla yapmış olduğum bir konuşmadır.
Bu konuşmayı olduğu gibi aşağı geçiriyorum:
«dışarıda çiseleyen yağmura, koğuşun terli çimentosuna ve yirmi sekiz insanına Ahmed hikâyesini anlatıp bitirmişti. Ben:
Ahmed, demiştim, bana öyle geliyor ki sen Bedreddin hareketinden biraz da millî bir gurur duyuyorsun.
Sesime tuhaf bir eda vererek söylediğim bu cümlenin içinde, Ahmed, «millî gurur» terkibini birdenbire bir kamçı gibi eline almış, onu suratımda şaklatmış ve demişti ki:
Evet, biraz da millî bir gurur duyuyorum. Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyliyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan millî bir gurur duyar. Evet, Bedreddin hareketi aynı zamanda benim millî gururumdur. Millî gurur! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelişi seni korkutmasın. Lenin'i hatırla. Hangimiz lenin kadar beynelmilelci olduğumuzu iddia edebiliriz? Lenin, yirminci asırda beynelmilel proletaryanın, dünya emekçi kitlelerinin, beynelmilel proleter demokrasisinin en büyük beynelmilelci rehberi, 1914 senesinde «sosyal demokrat»ın 35'inci numarasında ne yazmıştı?
Eğer Ahmed, «Lenin filânca mesele hakkında ne yazmıştı?» demiş olsaydı, herhalde aramızda böyle bir sorgunun cevabını verenler bulunurdu. Fakat «sosyal-demokrat»ın 35'inci numarası diye konulan mesele hepimizi şaşırttı. Ve hiçbirimiz 35'inci numarada neler yazılmış olduğunu hatırlayamadık. Ahmed bu şaşkınlığımız karşısında gülümsedi. — zaten o en derin acıdan en büyük sevince kadar bütün duygularını hep bu meşhur gülümseyişiyle ifade eder ve aşağı yukarı bütün Lenin külliyatının ana fikirlerini sayfaları ve satırlarıyla taşıyan hafızasından bize şu cümleleri okudu:

«... Biz şuurlu Rus proleterleri millî şuur duygusuna yabancı mıyız? Elbette hayır! Biz dilimizi ve yurdumuzu severiz, onun emekçi kütlelerini (yani nüfusunun 9/10'unu) şuurlu bir demokrat ve sosyalist yaşayışına yükseltebilmek için herkesten çok çalışan biziz. Çar cellâtlarının, asilzadelerin ve kapitalistlerin bizim güzel yurdumuzu nasıl ezdiklerini, onu nasıl sefil kıldıklarını görmek herkesten çok bize ıstırap verir. Ve bu zulümlere bizim muhitimizde, Rusların muhitinde de karşı konulmuş olması; bu muhitin radişçev'i, dekabristleri, 70 senelerinin inkılâpçılarını ortaya çıkarmış bulunması; Rus amelesinin 1905 senesinde muazzam bir kitle fırkası yaratması; aynı zamanda Rus mujiğinin demokratlaşarak büyük toprak sahiplerini ve papazları defetmeğe başlaması bizim göğsümüzü kabartır...
«... Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz. Çünkü Rus milleti de inkikâpçı bir sınıf yaratabildi. Rus milleti, de beşeriyete yalnız büyük katliamların, sıra sıra darağaçlarının, sürgünlerin, büyük açlıkların, çarlara, pomeşçiklere, kapitalistlere zilletle boyun eğişlerinin numunelerini göstermekle kalmadı; hürriyet ve sosyalizm uğrunda büyük kavgalara girişebilmek istidadında olduğunu da ispat etti.
«biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı kendi esir mazimizden nefret ediyoruz. Bizim esir mazimizde pomeşçiklerle asilzadeler Macaristan’ın, Lehistan’ın, İran’ın, Çin’in hürriyetini boğmak için mujikleri muharebeye sürüklemişlerdi. Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı bugünkü esir halimizden; aynı pomeşçiklerin kapitalistlerle uyuşarak Lehistan ve Ukrayna’yı ezmek, iran'da ve çin'deki demokratik hareketi boğmak, millî haysiyetimizi berbat eden romanof'lar, bogrinski'ler, purişkeviç'ler çetesini kuvvetlendirmek için bizi harbe sürüklemek istemelerinden nefret ediyoruz. Hiç kimse esir doğmuş olduğundan dolayı kabahatli değildir. Fakat esaretini haklı bulan, onu yaldızlayan (meselâ Lehistan’ın, Ukrayna’nın v.s.'nin ezilmesine Rusların «vatan müdafaası» adını veren) esir, yeryüzünün en aşağılık mahlûkudur.»*

Lenin'den bu satırları bir solukta okuduktan sonra ahmed birdenbire susmuş, nefes almış ve yine o meşhur gülümseyişiyle:

Evet, demişti, bizim muhitimiz de Bedreddin'i, börklüce mustafa'yı, torlak kemal’i, onların bayrağı altında dövüşen aydınlı ve Deliormanlı köylüleri yaratabildiği için, ben şuurlu türk proleteri, millî bir gurur duyuyorum. Millî bir gurur duyuyorum, çünkü derebeylik tarihinde bile bu milletin emekçi kütleleri (yani nüfusunun 9/10'u) sakızlı Rum gemiciyi ve Yahudi esnafını kardeş bilen bir hareket doğurabilmiştir. Çünkü unutmayın ki «başka milletleri ezen bir millet hür olamaz.»
«Simavne kadısı oğlu Bedreddin destanı» isimli risaleme bir önsöz yazmak istemiştim. Bedreddin hareketinin doğuş ve ölüşündeki sosyal-ekonomik şartlar ve sebepleri tetkik edeyim, Bedreddin'in materyalizmiyle Spinoza'nın materyalizmi arasında bir mukayese yapayım, demiştim. Olmadı. Buna karşılık risalemin zeyline kısa bir «sonsöz» yazdım. Şöyle ki:
Bana Ahmed:
Senden bir «Bedreddin destanı» isteriz, demişti.
Ben, benden istenenin ancak bir karalamasını becerebildim. Daha iyisini de yapmağa çalışacağım. Fakat tıpkı benim gibi Ahmed'in dostu, arkadaşı, kardeşi olduğunu söyliyenler, benden istenen sizden de istenendir.
Ahmed'e, Bedreddin hareketini bütün azametiyle tetkik eden kalın ilim kitapları, Karaburun ve deli orman yiğitlerini, etleri, kemikleri, kafaları ve yürekleriyle oldukları gibi diriltecek romanlar,

Ne ah edin dostlar, ne ağlayın!
Dünü bugüne
Bugünü yarına bağlayın!

Diyen şiirler, boyaları kahraman tablolar lazım.


Lenin külliyatı, baskı 1935, cild 18, sayfa 80, 81, 82, 83'de (Rusların millî gururu) isimli makaleyle — ki bu makale 1914 senesinde «sosyal demokrat»ın 35'inci numarasında çıkmıştır — Ahmed'in o gün bize hafızasından okuyup derhal tercüme ettiği satırları bilâhara karşılaştırdım. Ahmed ezbere okuyup tercüme ettiği parçaların yalnız cümle kuruluşlarında bazı değişiklikler yapmış. Fikirde hiçbir hata olmadığı için ben Ahmed'in tercümesini aynen aldım.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Tahir’le Zühre Meselesi

2015-07-12_010307.jpg

Tahir’le Zühre Meselesi

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
Bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte
Yani yürekte.

Mesela bir barikatta dövüşerek
Mesela kuzey kutbunu keşfe giderken
Mesela denerken damarlarında bir serumu
Ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin
Ama o bunun farkında değildir
Ayrılmak istemezsin dünyadan
Ama o senden ayrılacak
Yani sen elmayı seviyorsun diye
Elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık
Yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Taranta - Babu'ya Mektuplar

2015-07-12_011203.jpg

Taranta - Babu'ya Mektuplar

Bu kitap Henri Barbusse'ün hatırasına...

Kendi ülkesinde kendi dilini istediği
Gibi kullanamadığı için, Asya ve Afrika
Dillerine merak saran bir İtalyan arkadaştan, geçenlerde bir paketle bir mektup aldım.
Arkadaşın adını yazmak istemiyorum. Başı belaya girer. Fakat mektubunu olduğu gibi aşağıya geçiriyorum.

Roma, 5 Ağustos 1935


Kardeş,
Sen Roma'yı kartpostallardan, tarih ve coğrafya kitaplarına basılan fotoğraflardan tanırsın. Taşları Sezar'ların ve lejyon'ların kabartmalarıyla oymalı üç gözlü kapılar; kıyılarının yarısını fareler yemiş kocaman bir eleğe benziyen koliseum; batrus resul kilisesi meydanı ve güvercinler; palazzo venezia sarayı, balkonu ve bu balkonda ağzı bir karış açık, sağ eli kalçasında, sol eli havada, öylece donakalmış Mussolini.
Fakat bu kartpostallar Roma’sına benzemiyen bir roma daha vardır. Onun ne fotoğraflarını çekerler, ne kartpostallarını satarlar. Bu ikinci roma'nın adı: cartieri popolari - halk mahalleleridir... Burada evler, Amerika’ya göç edemiyen bir italyan işsizinin umutsuzluğuna benzer. Buranın karanlığı terlidir, yapışkandır ve kokusu ağırdır. Bu mahalleler, boyalı kartpostalların parlaklıklarında bile ışık bulamadıkları için ne coğrafya kitaplarına girerler, ne de güzel, tarihî manzaralar meraklısı yolcuların koleksiyonlarına...
Kızını, İtalya’nın en zengin, en rahat delikanlısı kont ciano ile evlendiren ve kendisi prens torlonya'nın armağanı villa torlonya'da oturan büyük idealist sinyor Mussolini, İtalyan Ansiklopedisinin «f» harfinde faşizmin ne demek olduğunu anlatırken der ki:
«faşist, rahat hayata hor bakar... Yeryüzünde saadetin mümkün olacağına inanmaz.»
Faşizmin bu «rahat hayata hor bakmak ve yeryüzünde saadete kavuşmamak» nazariyesi, büyük bir ciddiyet ve samimiyetle «cartieri popolari - halk mahallelerinde» gerçeklendirilmiştir.
Banka Komerçiale'de direktörlük ve İtalyan finansına Sezar'lık eden lehli töplitz'in en yakın dostu il Duçe Benito Mussolini, yine «f» harfinde faşizmin tarifini yaparken şöyle der:
«faşizm için her şey devletin içindedir. Devletin dışında manevi veya insani hiçbir şey yoktur, her şey değersizdir.»
Bu derin, bu erişilmez faşist görüşünün nasıl gerçekleştiğini anlamak için, Bertolino splandit otel'in İtalyan güneşlerinden daha ışıklı salonlarında toplananlara yükselmek değil, «cartieri popolari - halk mahallelerinde» oturanlara inmek gerektir. Bu mahallelerin oturucuları, gerçekten de büyük bir enerjiyle, devletin hapishaneleri, vergi daireleri ve polis karakolları içine alınmışlar, onlara devletin dışında her şeyin değersiz olduğu, gerçekten de anlatılmıştır...
Yine İtalyan Ansiklopedisindeki «f» harfine faşizmin tarifini yaparak ün veren ve böylelikle büyük ansiklopedilerin nasıl birer bitaraf bilgi eserleri olduklarını ispat eden İtalyan kurtarıcısına göre:
«faşizmin anladığı hayat ciddi, Ulvi ve dinidir..»
Bu, gerçekten de böyledir. Gerçekten de, yalnız Roma’nın cartieri popolari'sinden değil, bütün İtalya şehir ve köylerinin halk mahallelerinden, karınları kaburgalarına yapışmış on binlerce aç orospu yetişmekte ve bunlar böylelikle faşizmin anladığı ciddi, Ulvi ve dini hayata kavuşturulmaktadırlar.
Fakat, sana şunu söylemeliyim ki, cartieri popolari oturucularının birçoğu, ne yazık ki, ansiklopedi'de yapılan bu tarifleri anlamamakta ve çok daha az ciddi, Ulvi ve dini de olsa, kendilerine göre faşizmi şöyle incelemektedirler:
«bazı muayyen şartlar altında burjuva emperyalist, irtica saldırışının ilerlemesi faşizm biçimini alır. Faşizm, finans kapitalinin en mürteci, en şovenist ve en emperyalist unsurlarının açık, terörist diktaturasıdır. Faşizmi doğuran muayyen, tarihî şartların başlıcaları şunlardır:
«kapitalist münasebetlerinin kararsızlığı, deklase olmuş sosyal unsurların çokluğu, şehir ve köy küçük burjuvazisinin ve geniş bir münevverlik yığınının yoksulluğa düşmesi, proletaryanın uyandırdığı dehşetli korku.»
İşte ben, bundan iki hafta önce, faşizmin böyle bir kuru, böyle bir şiirden uzak tarifini yapan Roma’nın halk mahallelerinden garbatella'da üç katlı bir evin kapısını çaldım.
Burası, fakir talebelere, faşizmin ulviyetini anlamamış bilginlere ve artistlere, bekâr işçilere teker teker oda kiralıyan evlerden biriydi.
Kapıcı kadına, kiralık bir oda istediğimi söyledim. Beni ikinci kata çıkardı. Gösterdiği odayı beğendim.
Kiralık odalar, kiralık elbiselere benzerler. Her ikisinde de aklıma ilk gelen şey: «bunu benden önce kim giydi? Burada benden önce kim oturdu?» olur.
Karyolanın kıyısına iliştim:
— benden önceki kiracınız kimdi? Diye sordum kapıcı kadına.
Kadın, kaba etine iğne batırılmış gibi silkindi birdenbire. Sonra kuşkulu gözlerle yüzüme baktı. Ve daha sonra:
Size haber vermediler galiba, dedi. İki gün önce onu tevkif edip götürdüler.
Kadının bu cevabından hiçbir şey anlamadım. Fakat kısa bir karşılıklı şaşalamanın sonunda iş anlaşıldı. Beni, roma emniyet memurlarından biri sanmıştı. İki gün önce, yine emniyet memurlarınca tevkif edilip götürülen adam ise Habeşli bir delikanlıydı.
Kapıcı kadının anlattığına göre, bu delikanlı Habeşistan'ın galla boyundan putperest bir zenciymiş. Bir yıl önce bu odayı kiralamış. İtalya'ya resim öğrenmek için geldiğini söylermiş.
Bütün bunları öğrendikten sonra benim artık odayı kiralamaktan vazgeçeceğimi sanan kapıcı kadın basbayağı üzüldü. Zencinin arkasından odayı iyice silip süpürdüğünü uzun uzadıya anlattı. Hattâ karyolanın demirlerini bile lizollamış.
Odayı tutmaktan vazgeçmediğimi söyledim. Ve akşamüstü tekrar bavulum ve kitaplarımla döndüğüm vakit, baskına uğrayıp içinden bir adam götürülmüş bir odada yaşamaktan korkmadığım için, kapıcı kadının gözünde yarı kahraman kesildiğimi anladım.
Odanın ortasında ilk yalnız kaldığım an, ilk yaptığım şey orta yerde kımıldanmadan öylece durmak oldu. Sonra adeta koşarak, gittim kendimi karyolanın üstüne bıraktım.
Düşünüyorum:
Şimdi benim sırtüstü yattığım karyolada o gallalı delikanlı bir yıl yatmış. Gözüm tavan tahtasında bir budağa ilişti. Onun gözleri de bu budağa ilişmiş. Yastığın üstünde, benim saçsız, yarı dazlak kafamın yanında onun kara kıvırcık saçlı başını görüyordum. Yukardan aşağı lizollandığını öğrendiğim karyolanın demirlerinde, onun koyu pembe, yumuşak avuç içlerinin yeri duruyor... Kalktım oturdum. Ve anladım ki odada yalnız değilim.
Belki dün gece kurşuna dizilen, belki bu gece kurşuna dizilecek olan bir adamın bir yıl soluk aldığı, kımıldandığı, düşündüğü, şarkı söylediği bir odada insan kendisini yalnız hissedemiyor.
Onun buradan çıkarılıp ölüme götürülmesi, onu bu dört duvar içinde, bu duvarlar yıkılana kadar yaşatacak.
Onu sevdim birdenbire. Ona sınırsız bir saygı duydum. Yıllarca beraber düşünmüş, yan yana dövüşmüş, bir ağızdan şarkı söylemiş gibiydim onunla.
Odanın ortasında bir masa vardı. Onun oturduğu iskemleyi çektim, onun abanoz dirseklerini dayadığı masaya dirseklerimi dayadım.
Habeşistan bir yarı müstemleke. O, bu yarı müstemlekenin müstemlekesi galla'dan bir zenci. Ben, kara gömlek giymiş bir emperyalizmin ak derili yerli kölesi.
Anamın yüzünü görmedim. Beni doğururken ölmüş. Bu zenci delikanlının yüzünü bilmiyorum. O bu kapıdan ölüme götürülmüş. Ben bu kapıdan içeri girdim. Birdenbire anladım ki o, bana anam kadar yakındır.
Yakınlık duygusu öyle bir nesne ki, insan kendine yakın bulduğu insandan kalmış elle tutulur, gözle görülür bir hatırayı elle tutmak, gözle görmek istiyor.
Şimdi bu kadar yakınımda, böyle yanı başımda görünmez ellerinin havada görünmez yapraklar gibi kımıldandığını duyduğum adamdan, gözle görülür, elle tutulur bir şeyler kalmış olacaktır diye düşündüm. Karyolanın başucunda bir küçük komodin vardı. Kalktım, alt kapağını açtım: boş. Üst gözünü açtım, çekmecenin içi eski gazete kâatlarıyla döşeli. En açıkgöz baskınlarda, araştırmalarda bile, en umulmadık yerlerde, en çok ele geçirilmek istenen bir şey kalır.
Çekmeceye döşenmiş gazeteleri kaldırdım. En açıkgöz baskınlarda, en umulmadık yerde unutulan şeyi buldum. Bu, habeş diliyle yazılmış bir karalamalar tomarıydı. Gallalı zenci delikanlının karısına yazdığı, fakat gönderdiğini sanmadığım, mektupların karalamaları.
Önümde, gallalı zencinin, Taranta - Babu adındaki karısına yazdığı mektupları, dirseğim onun abanoz dirseklerinin dayandığı masaya dayalı, okuyorum. Mektuplardan bazıları eksik. Ara yerden kâatlar kaybolmuş.
Son mektubu bitirdiğim vakit dışarda gün ağarıyordu. Tepemde sallanan elektrik ampulünün yaldızlı ışığı, kanı çekilmiş gibi boyasını kaybetti. Lambayı söndürdüm. Üç gün üç gece durup dinlenmeksizin yol yürümüş gibi yorgundum. Yatağa, onun yatağı üstüne attım kendimi. Ellerimde onun Taranta - Babu'ya yazıp göndermediği mektupların karalamaları, dazlak kafam onun kıvırcık kara saçlı başının yanında, uyudum.
Mektubum bitiyor. Sana gönderdiğim pakette Taranta - Babu'ya yazılan mektup karalamalarının kendileriyle, benim yaptığım çevirmeler var. Bunları burada basmak, yaymak mümkün değil. Sen orada neşredersin. Bunların matbaa harfleriyle basılmış, biçime sokulmuş, kitaplaştırılmış örneklerinden bir tanesini olsun, ne o, ne Taranta - Babu görecek, ne de ben göreceğim. O, kurşuna dizildi. Taranta - Babu'nun olduğu yere, gökte kanlı bir haç gibi uçan ölüm kuşları gidebilir, fakat posta uğramaz. Bana gelince, ben yeryüzünün dört bucağına, akla gelen bütün yollarla bağlanmış bir ülkede yaşıyorum. Fakat hiçbir İtalyan posta vapuru, bir tek İtalyan posta tayyaresi ve hiçbir Avrupa treni Taranta - Babu'ya yazılan mektupları bir daha İtalya’ya sokamazlar.

Kendi ülkesinde kendi dilini istediği gibi kullanamadığı için, Asya ve Afrika dillerine merak saran İtalyalı arkadaştan aldığım mektup bu kadardır. Paketten, Taranta - Babu'ya yazılan mektuplar çıktı. Asılları bendedir. Çevrimlerini, İtalyan arkadaşın yaptığı bazı notlarla beraber oldukları gibi neşrediyorum.


Taranta - Babu'ya birinci mektup


Babasının yirmi beşinci kızı
Benim üçüncü karım,
Gözlerim, dudaklarım
Taranta - Babu.
Sana bu mektubu
İçine yüreğimden başka bir şey komadan
Yolluyorum
Roma'dan.
Bana darılma sakın
Şehirlerin şehrinden sana gönderecek
Kendi yüreğimden daha akla yakın
Bir hediye bulamadım diye.

Taranta - Babu'ya;
Onuncu gecemdir ki bu
Başımı gümüş yaldızlı kitaplara sokuyorum
Okuyorum doğuşunu
Roma'nın.
Önde sıska dişi bir kurt
Arkada tombul ve çıplak
Remüs'le Romilüs
Dolaşıyorlar içinde odamın.

Ağlama Taranta - Babu..
Bu Romilüs
Ual - ual çarşısında
Güpegündüz
Senin o incir memeli kız kardeşini
Altına alan
Mavi boncuk tüccarı sinyor Romilüs
Değil
İlk Romalı, kral Romilüs...

Not:
Birinci mektubun burasında bir
Atlayış var. Belki ara yerden bir
Kâat kaybolmuş. Fakat aşağıdaki
Satırlarla ilk romalı kral Romilüs'ü
Taranta - Babu'ya anlatmak istediği belli :

Dalgalar
Birbirlerini devire devire,
Dalgalar
Döverdi korsika kıyılarını
Haykırdıkça açık denizlere
Antium yamaçlarından, o...
Ve yıldırımları tutup saçlarından, o,
Çalardı yere
Ne zaman
Göğe kaldırsa elini.
Sanki babası boksör Karnera'ydı,
Anası başbakan Mussolini.

Not:
Mektubun buradan aşağısı yine
Eksik. Fakat anlaşılıyor ki, romilüs'ün tarifinden sonra taranta -
Babu'ya Roma’nın kuruluş efsanesi anlatılıyor.


Remüs ve Romilüs...
İkizleri Silvia'nın...
Venüs'ünün torunları...
Bakılmadan
Gözlerinin
Yaşına,
Karanlık bir gece, bir dağ başına
Fırlatıp
Attılar onları..
Ne
Alınlarında defne,
Ne bacaklarında donları...
Ve daha o zaman
Habeşistan'a yeşil boya
Vurulmadığı için
Ve banka di roma
Daha kurulmadığı için,
Romilüs'le remüs
Bir sabah erken
Dağda düşünürlerken:
«şimdi biz ne haltederiz,diye, burada?»

Rastladılar yavrulu bir dişi kurda.
Yavruları vurdular.
Ana kurdun sütüyle
Karınlarını bir temiz doyurdular.
Sonra gidip
Roma'yı kurdular.
Kurdular ama
İki adama
Dar geldi roma.
Ve bir akşam
Bilmeden geçti diye
Şehrin sınır taşını,
Çekince kopardı romilüs
Kardeşi Remüs'ün başını...

İşte böyle Taranta - Babu..
Gümüş yaldızlı kitaplarda yazılı bu:
Temelinde roma'nın
Dişi kurt sütüyle dolu kovalar
Ve bir avuç kardeş kanı var...

Taranta - Babu'ya ikinci mektup


Boynunda mavi maymun dişinden
Üç dizi gerdanlık taşıyan,
Kırmızı tüylü bir kuş gibi göğün altında
Ve bir akarsu gibi yerin üstünde yaşıyan,
Sözleri sözlerimin
Gözleri gözlerimin bakır aynası,
Üçüncü kızımın
Ve beşinci oğlumun anası
Taranta - babu!..
Aylardır
Kalmadı çalmadığım kapı.
Sokak sokak
Yapı yapı
Adım adım
Roma'da
Roma'yı aradım!..
Burda artık
Büyük ustalar mermeri ipekli bir kumaş gibi
Kesmiyor;
Floransa'dan rüzgâr esmiyor!.
Ne dante aligeri'den şarkılar,
Ne beatriçi'nin nakışlı yüzü var,
Ne leonardo da vinçi'nin öpülesi eli!..
Mikel ancelo
Müzelerde prangalı bir kürek mahkûmudur.
Ve sapsarı boynundan
Bir katedral duvarına asmışlar rafael'i!.
Roma'nın büyük
Roma'nın geniş caddelerinde bugün;
Dayamış sırtını beton-arme bankalara,
Çifte başlı bir balta gibi duran
Yalnız bir kara
Yalnız bir kanlı gölge var:
Her adımında bir
Esir başı vuran,
Her adımında bir mezar
Açıp geçen sezar!..

Roma!
Kovadis roma?
Diye sorma!
Bizim oraların güneşi gibi aydın
Ve ortada bu!
Sus Taranta - Babu!
Sevgiyle
Saygıyla,
Gülerek
Haykırarak
Sus!..
Dinle bak:
Zincirlerini kırıyor
Roma'nın varoşlarında Spartakus!..

Taranta - Babu'ya üçüncü mektup


Papa xı'inci pi'yi gördüm Taranta - Babu;
Bizim kabilenin
Büyük sihirbazı neyse
Burada o da, bu..
Yalnız,
Bizim sihirbaz,
Üç başlı mavi şeytanı
Harar dağları ardına kovmak için
Para almaz.
Kurbanlık yaban eşekleriyle
Yılda iki yük fildişi yığını
Kapatır onun
Bütçe açığını.
Oysaki, sa sentete
Papa
Bütçesini yaban eşekleriyle kapatamaz..
Adamcağızın
Kara cübbeleri altın işleme haçlı elçileri
Ve kısa donları ponponlu askerleri var.
O, onların
Onlar onun
Eline bakıyorlar.

Papa xı'inci pi'yi gördüm Taranta - Babu!
Korporatif bir heyecanla dudaklarını satan
Ve yarım lirete yarım saat yatan
Cennet italya'nın hür vatandaşlarından bir kadın,
Papa bağışlasın diye günahını etin
Yarısını verip yarım liretin
Satın almış da bir resmini hazretin
Başucunda asmıştı bir yere.
Baktım:
Ne azizlerden jorj'a benziyor
Ne sen piyer'e.
Onların altın gözlükleri yok
Taranmamış
Yağlı uzun sakalları vardı...
Bunun
Taranmamış yağlı uzun
Sakalı yok,
Fakat altın gözlükleri var.

Papa xı'inci pi'yi gördüm Taranta - Babu!
Xı'inci pi
Yumuşak tüylü kara koyunlar otlatan
Bir çoban
Gibi
Taçlı ve taçsız kralların otlağında
Ruhları otlatıyor.
Xı'inci pi
Ki
Bir ahırda babasız doğanın vekilidir,
Meryem'e yakın olmak için
Nefsi nefisine edip işkence
Her gece
Mermer sütunlu bir sarayda yatıyor.

Taranta - Babu'ya dördüncü mektup


İtalya'nın
Nakışlarında güneşler oynaşan ipekli şalları,
Pompei yollarında kara katırlarının nalları,
Boyalı kutusunda verdi'nin yüreği atan
Laternası
Ve âlâ düdük makarnası
Kadar
Faşizmi de meşhuuurdur
Taranta - Babu.
İtalya'da faşizm
Emilialı büyük toprak kontlarının asâlarından
Ve romalı bankerlerin demir kasalarından
Geçip
İl duçe'nin dazlak kafasında dank demiş
Bir nuuurdur
Taranta - Babu..
Bu nur yarın inecektir üstüne
Habeş ovalarında mezarların.

Taranta - Babu'ya beşinci mektup


Görmek
İşitmek
Duymak
Düşünmek
Ve konuşmak
Koşmak alabildiğine
Başı dolu
Başı boş
Koşmak...
Hehehey Taranta - Babu
Hehehey
Yaşamak ne güzel şey
Anasını sattığımın
Yaşamak ne güzel şey..
Düşün beni
Kollarım, senin üç çocuk doğurmuş
Geniş kalçalarındayken...
Düşün sıcak...
Düşün kara bir taşa damlıyan
Çırılçıplak
Bir su sesini...
İstediğin yemişin
Rengini, etini, adını düşün...
Gözdeki tadını düşün
Kıpkırmızı güneşin
Yemyeşil otun
Ve koskocaman
Masmavi bir çiçek gibi açan
Ay ışığının...
Düşün Taranta - Babu!
İnsanoğlunun yüreği
Kafası
Kolu
Yedi kat yerin altından
Çekip çıkarıp
Öyle ateş gözlü çelik Allahlar yaratmış ki
Kara toprağı bir yumrukta yere serebilir,
Yılda bir veren nar
Bin verebilir.
Ve dünya öyle büyük,
Öyle güzel
Öyle sonsuz ki deniz kıyıları
Her gece hepimiz
Yan yana uzanıp yaldızlı kumlara
Yıldızlı suların
Türküsünü dinleyebiliriz...

Yaşamak ne güzel şey
Taranta - Babu
Yaşamak ne güzel şey...
Anlıyarak bir usta kitap gibi
Bir sevda şarkısı gibi duyup
Bir çocuk gibi şaşarak
Yaşamak...
Yaşamak:
Birer birer
Ve hep beraber
İpekli bir kumaş dokur gibi...
Hep bir ağızdan
Sevinçli bir destan
Okur gibi
Yaşamak..

Yaşamak..
Ne acayip iştir ki
Bu ne mene gidiştir ki Taranta - Babu
Bugün bu
«bu inanılmıyacak kadar güzel»
Bu anlatılamıyacak kadar sevinçli şey:
Böyle zor
Bu kadar
Dar
Böyle kanlı
Bu denlü kepaze...
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Taranta - Babu'ya Mektuplar

2015-07-12_011203.jpg

Taranta - Babu'ya Mektuplar

Bu kitap Henri Barbusse'ün hatırasına...

Kendi ülkesinde kendi dilini istediği
Gibi kullanamadığı için, Asya ve Afrika
Dillerine merak saran bir İtalyan arkadaştan, geçenlerde bir paketle bir mektup aldım.
Arkadaşın adını yazmak istemiyorum. Başı belaya girer. Fakat mektubunu olduğu gibi aşağıya geçiriyorum.

Roma, 5 ağustos 1935


Taranta - Babu'ya altıncı mektup

Buranın yazıcıları üçe bölünmüş Taranta - Babu.
Bir çeşitleri var: yalnız iç gömleğine değil, ipekli bir mendile benziyen yüreğinin kenarına da altı dişli taç işleten Danunçio gibi; zıpır Marinetti ve dinamitçi nobel'in mükafatıyla il duçe'nin yumruğundan gayrı her şeyden kuşkulanan Pirandello gibi.
Bunlar, faşist edebiyatının dâhileri soyundan Taranta - Babu.
Bunlar, Allahlar gibi konuşur, anlaşılmıyacak kadar karanlıklarla dolu, ulaşılamıyacak kadar yüksek ve dibi bulunamıyacak kadar derin yazarlar. Fakat yine bunların senin gibi karınları ağrır. Benim gibi karınları acıkır. Yaşayışları, ya milanolu bir yünlü kumaşlar fabrikatörününki gibidir, ya geniş topraklarında traktör işleten eski bir prens hanedanının reisi gibi.
Bunlar, faşist edebiyatının dahileri soyundandırlar Taranta - Babu.
Ve bunlar, bizim oralardaki altın külçelerinin kara toprağın altından güneş parçalar gibi çıkartılıp banka komerçiale'nin çelik depolarına getirilmesi için; harbin yaratıcı dinamik bir kuvvet; sapsarı bir çölde boynunun damarı kesilerek ölmenin, italya'nın akdeniz suyu gibi masmavi göğünün altında ebediyen yaşamak demek olduğunu edebiyatlaştırmışlardır.
Ben, üç nehirle ayrılmış üç toprak parçası gibi üçe bölünen italyan yazıcılarının bu dâhiler soyuyla yalnız kitaplarının satırlarında konuştum ve yüzlerini, yalnız gazetelere basılan rötuşlu fotoğraflarından tanırım.
İtalyan yazıcılar dünyasının ikinci çeşidine gelince, bunlardan bir iki örnekle karşılıklı oturup konuşmuşumdur. Ve benim afrika gecesinin ılıklığını taşıyan ellerim, onların, pırıltısı yaldızlı meryem ana tasvirleri önüne dikilen ince mumlar gibi sarı ve soğuk parmaklarına dokundu. Hele içlerinde bir tanesi vardı ki, Taranta - Babu, gözleri, bir yaz günü güneşin ışığına ve sıcaklığına dayanamayıp kudurduktan sonra, sıra dağlardaki küçük mağaranın ıslak karanlığında ölen köpeğin, gözlerine benzerdi.
Bu, bir şairdi, bir romancıydı, bir mütefekkirdi taranta - babu. Fakat her şeyden önce, zavallı bir kokainmandı. Onunla arkadaşlarına yarı lokanta ve yarı meyhanemsi bir yerde rastlıyordum. Bağıra çağıra konuşurlardı. Kavga ederlerdi. Hattâ bir gece, «isa mı daha mistiktir? Konfüçyüs mu daha mistik?» diye aralarında çıkan bir yüksek, bir derin, bir ilmî münakaşada, bir genç, benimkinin kafasında bir şarap şişesi kırdıydı.
Faşist miydi? Tam değil. Demokrat mıydı? Tam değil. Tam değil. Kafası da, kokainle harap olmuş uzviyeti gibi yarımdı. Onda tam olan bir şey vardı Taranta - Babu, şaşkın zavallı ve kökü kurumuş bir ağaç gibi, mütereddî bir insan soyunun örneği olması. Faşizme düşman geçinmiş. Sonra günün birinde el altından mahalle faşyosuna istida vermek istediği duyuldu.
Bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum. Fakat kendini dünyanın mihveri sanan bir deli her şey yapabilir. Ve o böyle bir deliydi.
İtalyan faşizminin bu ikinci çeşit yazıcılarının ne yazdıklarını sana anlatabilmek için, onun bir şiirini buraya geçiriyorum.
Bu şiir, o yarı lokanta yarı meyhanemsi yerdeki toplantılardan birinde okundu. O gece hepsi ordaydılar. Yaşlı bir romancının şerefine bir ziyafet veriliyordu. Benimki birdenbire ayağa kalktı. Sarhoştu. Ağzının açılıp kapanışlarını bile kullanamıyordu. Ortaya doğru bir iki adım attı:
Size, dedi, son kitabımdan, aklıma şöyle geliveren bir yazımı okuyacağım.
Ve elleriyle havada geniş çizgiler çizerek şu şiiri okumağa başladı:

Kör olmak..

Kör olmak ne iyi şeydir,
Ne güzeldir sevmek karanlığı.
Ne yalın bir kılıç gibi bir ışık
Ne renklerin ağırlığı
Ve ne şekillerin kalabalığı..
Ne güzeldir sevmek karanlığı..

Kör olmak ne iyi şeydir.
Kapalı gözleriniz
Çevrili içinize,
Kıyısında oturup bakarsınız
İçinizde dalgalanan denize.
Kapalı gözleriniz çevrili içinize..

Kör olmak ne iyi şeydir.
Körlerdir ki yalnız
Kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.
Ne kimseye kendi gözlerinden verirler
Ne kimsenin gözlerinden alırlar.
Körlerdir ki yalnız
Kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.

Ne güzeldir sevmek karanlığı.
Karanlık Allah gibidir ve tek başınadır.
Karanlık ölüm gibidir
Rengi yok
Ahengi yok
Dengi yoktur karanlığın.

Dağıtın yanınızdan sopalarınızla
Karanlığın peygamberleri, körler,
Kalabalığı..
Kör olmak ne iyi şeydir
Ve ne güzeldir sevmek karanlığı..

Şiir bitti. Alkışladılar. O, saatlerce çalışıp beyaz bir duvarı renkli resimlerle doldurmuş bir nakkaş yorgunluğuyla, sallanarak yerine döndü. Tam benim yanımdaki masada, şerefine ziyafet verilen yaşlı romancıyla modellerini baştan çıkarmaktan resim yapmağa vakit bulamıyan bir ressam oturuyordu. Ressam, şiir biter bitmez, romancının kulağına eğildi, alaycı bir sesle:
Nasıl buldunuz? Dedi. Onun, bu şiiri bir Fransız şairinden aşırdığını söylüyorlar.
Romancı birdenbire cevap vermedi, düşündü. Sonra:
Bu şiiri okuyan delikanlı sizin en yakın dostunuzmuş, diye duydum, dedi.
Ressam güldü:
Dostluk, diye cevap verdi, kabzasına birbirine düşman iki elin yapıştığı bir bıçağa benzer.
Ne yalan söyliyeyim, taranta - babu, ben, bu dostluk tarifini anlamadım. Bu, yalnız faşist İtalya'da mı böyledir, yoksa bütün Avrupa...

Not:
Altıncı mektuptan elime geçen
Karalamalar burada bitiyor.
Mektubun yarım kaldığı belli.
Habeş delikanlının, üçüncü
Çeşit italyan yazıcılarını nasıl
Tarif ettiğini anlamak için
İtalyancayı baştan başa unutup
Yeniden öğrenmeğe razıydım.

Taranta - Babu'ya yedinci mektup

Bilirim
Beş altıyı geçmez
Senin kafanın raflarında dizili
Kapalı şişeler gibi sorgular...
Sen ki kapkara cahilsin
Herhangi bir
Hukuku düvel profesörü kadar..
Buna rağmen sana sorsam desem ki ben:
«keçilerimizin kıvırcık uzun tüyleri dökülüp, iki başlı memelerinden iki kol ışık gibi akan sütleri kesilirse; ve portakallarımız, sönen birer güneş yavrusu gibi dallarında kuruyup, kemik ayaklarıyla kıtlık, yerli bir kral gibi geçerse toprağımızdan, sen ne yaparsın?»
Bana dersin ki sen:
«ilk ışıklarla ağarmağa başlıyan yıldızlı bir gece gibi damla damla kaybederim boyamı, damla damla solarım...»
Bana dersin ki sen:
«bir Afrika kadınına bu sorulur mu hiç? Kıtlık ölümdür bizim için bolluk sevinç...»

Fakat ne hikmettir ki Taranta - Babu
Büsbütün tersine burda bu!.
Bir öyle şaşılası
Dünya ki burası,
Bollukla ölüyor,
Kıtlıkla yaşıyor.
Varoşlarda hasta, aç kurtlar gibi
İnsanlar dolaşıyor
Ambarlar kilitli
Ambarlar buğdayla dolu..
Tezgâhlar
İpekli kumaşla dokuyabilir
Topraktan güneşe kadar giden yolu.
İnsanlar yalnayak
İnsanlar çıplak...
Bir öyle şaşılası
Dünya ki burası,
Balıklar kahve içerken
Çocuklar süt bulamıyor.
İnsanları sözle besliyorlar,
Domuzları patatesle...

Taranta - Babu'ya sekizinci mektup

Mussolini çok konuşuyor Taranta - Babu!
Tek başına
Yapayalnız
Karanlıklara
Bırakılmış bir çocuk gibi
Bağıra bağıra
Kendi sesiyle uyanarak,
Korkuyla tutuşup
Korkuyla yanarak
Durup dinlenmeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor Taranta - Babu
Çok korktuğu için
Çok konuşuyor!.

Taranta - Babu'ya dokuzuncu mektup

Not:
Bu dokuzuncu mektubun başında
Bir radyo makinasının fotoğrafı
Vardı.

Bugün aklıma
Yazısız ve çizgisiz
Bir resim geldi, Taranta - Babu!
Ve benim, birdenbire
Yüzünü değil,
Gözünü değil,
Senin sesini göresim geldi, Taranta - Babu;
«mavi nil» gibi serin,
Yaralı bir kaplan gözü gibi derin
Sesini senin!

Not:
Bu dokuzuncu mektubun burasına
Bir gazeteden kesilmiş şöyle bir
Haber iliştirilmişti:

Markoni, il duçe'nin
Sadık neferi...
Markoni, gazetecilere. «ben şefim Mussolini'nin
Emrine amadeyim,» demiştir. Markoni, ilk tecrübeleri
Muvaffakiyetle neticelenen, habeşistan'da
Tatbik edilecek olan bir ölüm ışığı
Bulmuştur. Bu ışık....

Havalara sesleri
Başı boş
Mavi kanatlı kuşlar gibi salan
Ve havalardan en güzel şarkıları
Olgun yemişler gibi toplıyan elleri, onun,
Yaparak
Kulluğunu kara gömlekli benito'nun,
Boyanacak dirseklerine kadar
Kardeşlerimin kanıyla.
Ve habeş ovalarında öldürecek
Büyük bilgin Markoni'yi,
Banka komerçiale'de aksiyoner
Mülti milyoner
Kont Markoni.

Taranta - Babu'ya onuncu mektup

Not:
Bu onuncu mektubun başına,
Yine gazetelerden kesilmiş
Şöyle bir telgraf haberi iliş-
Tirilmişti.

......İtalyan kuvvetlerinin Habeşistan'da
Harekete geçmeleri için yağmur mevsiminin
Bitmesi ve baharın gelmesi bekleniyor...

Ne tuhaf şey Taranta - Babu;
Bizi kendi topraklarımızda öldürmek için
Kendi topraklarımızın
Baharını bekliyorlar.
Ne tuhaf şey Taranta - Babu;
Belki bu yıl afrika'da
Yağmurların dinişi,
Renklerin, kokuların
Gökten yere bir şarkı gibi inişi
Ve güneşin altında ıslak toprağımızın
Derisi tunç yaldızlı gallalı bir kadın gibi gerinişi,
Bize senin memelerin
Gibi tatlı yemişlerle beraber
Ölümü getirecek.
Ne tuhaf şey Taranta - Babu!
Kapımızdan içeri ölüm
Kolonyal şapkasına
Bir bahar çiçeği takıp girecek...

Taranta - Babu'ya on birinci mektup

Bu gece
İl duçe
Binerek bir kır ata
Aedromda söyledi söylev
500 pilota..
Söylevi bitti.
Onlar yarın
Afrika'ya gidecekler;
O bu gece
Sarayında salçalı makarna yemeğe gitti..

Taranta - Babu'ya on ikinci mektup

Geliyorlar Taranta - Babu,
Seni öldürmeğe geliyorlar.
Karnını deşip
Barsaklarının
Kumun üstünde aç yılanlar gibi kıvrandıklarını
Görmeğe geliyorlar.
Seni öldürmeğe geliyorlar taranta - babu,
Seni ve keçilerini.
Oysaki, ne onlar seni tanır
Ne onları sen..
Ve ne keçilerin atlamıştır
Onların çitlerinden.

Geliyorlar Taranta - Babu.
Kimi napoli'den
Tirol'den kimi.
Kimi doyulmamış bir bakıştan
Yumuşak
Ve sıcak
Bir elden kimi...
Onları ordu ordu
Tabur tabur
Bölük bölük
Fakat teker teker
Düğüne götürür gibi
Üç denizden aşırıp
Ölüme getirdi gemiler..

Geliyorlar Taranta - Babu,
Geliyorlar içinden bir yangın alevinin.
Ve bayraklarını dikip
Samandan damına
Senin toprak evinin,
Gelenler
Geri dönseler bile eğer,
Kanlı kesik sağ kolunu somali'de bırakan
Torinolu tornacı artık
Çelik çubukları ipek gibi öremeyecek...
Ve kör gözleriyle bir daha
Sicilyalı balıkçı
Denizlerin ışığını göremeyecek.

Geliyorlar Taranta - Babu.
Bu ölmeğe ve öldürmeğe gönderilenler
Kanlı sargılarına birer birer
Teneke haçlar takıp döndükleri gün,
Büyük ve âdil roma'da
Hisse senetleriyle aksiyonlar yükselecek,
Ve gidenlerin ardından
Yeni efendilerimiz
Ölülerimizi soymağa gelecek..

Taranta - Babu'ya son mektup

Taranta - Babu'm!
Bu belki sana son mektubumdur. Belki birbirimizi bir daha görmiyeceğiz. Belki ilkönce beni kurşuna dizen namlular, sonra gelip senin memelerinde kırmızı delikler açacak.
Sana bu son mektubumda italya gazetelerinden kestiğim bir iki yazıyla, bir avrupa gazetesinden çıkardığım iki istatistiği yolluyorum. Birbiri ardına dizilmiş sözlerle, alt alta konmuş sayıların kavgasını göstermek istedim sana.
Sayılar mektubumun sonundadır, sözlerden başlıyorum işte:

Danunçio'nun şövalye claudio

Pozzi'ye yazdığı mektuptan:

Mio caro amico,
O ender incelikleri aldım. Dehşetli bir nevraljiden muztaribim, fakat seni pak yortusundan önce göreceğimi sanıyorum.. Her vakitki gibi, gayet hafif mendilleri tercih etmekteyim, sen beni baştan çıkarıyorsun. Sana pembe trikoları geri gönderiyorum, bu tiksindiğim bir pederast renktir. Benim için her vakit kurşunî, fildişi beyazı, bellisiz mavi..

Muharebenin kosmik zarureti
..... 26 yıldan beri muharebenin décongestionante, sıhhî ve tahrik edici değerini ilan etmekteyiz. Muharebe kosmik bir zarurettir ve insanın bedenini gençleştirir, ruhunu tasfiye eder.

Marinetti'nin beyannamesinden

Geçen muharebede kör olanlar
Geçen muharebede kör olanlar bile bugün işe yarıyabilirler. Aeroplanlara karşı kurulacak olan bataryaların dinleyici postalarında körlerin karanlıklara gömülü gözleri, kulaklarının duygusuyla ışığa kavuşmuş olacaktır.
Corriere della sera'dan

Geri dönemeyiz
Artık dönemeyiz. Afrika'daki 200.000 italyan tüfeği kendiliğinden ateş edecektir.
Duçe'nin daily mail gazetesi muharririne verdiği mülâkattan

Kara gömleklilerin evamiri aşeresi
Muharebeye giden kara gömleklilere şu yeni evamiri aşere büyük bir törenle tebliğ edilmiştir:

1 — Vatan sınırlarının ötesinde silâhlı kara gömleklilerin ilerleyişi, beşerî adaletin yerine getirilmesi ve medeniyetin zaferi demektir.
2 — Kim ki, adaletin ve medeniyetin yolunda yürümek ister, hayatını fedaya hazır olmalıdır.
3 — Harbin tehlikesi içinde bu fedakârlık, düşmanın tam ezilişine imana bağlıdır.
4 — Muharebede değer ortaya çıkar, fakat bu kâfi değildir, bu değerin bekleyişin azabında da tezahür etmesi gerektir.
5 — İnan, itaat et, dövüş.. İnan; çünkü bilirsin ki, duçe daima haklıdır; itaat et; çünkü bilirsin ki, her emir ondan gelir; dövüş; çünkü bilirsin ki, onun kumandası altındaki her kavga bir zaferdir.
6 — Hiçbir düşman sizi gafil avlıyamaz, çünkü kara gömleklilerin karanlıkları gören gözleri vardır.
7 — Hiçbir düşman kara gömleklilerin maddî sıkıntılarından istifadeye kalkışamaz, çünkü onların, maddeyi yenen demirden ruhları vardır.
8 — Kim ki, silâhlarına karşı kıskanç bir itina göstermez, kim ki, kurşunlarını kaybeder, kim ki, susuzluğun ilk işaretiyle matarasına sarılır, bir kara gömlekli değil, hayata uyamıyan bir zavallıdır.
9 — Eğer bir kıt'a muharebe esnasında ana kuvvetlerle bağını kaybederse, emir beklememelidir, emir «ileri, daima ileri»dir.
10 — Silâhların ilk patlayışında, kara gömlekliler önlerinde duçe'nin koskocaman şeklini göreceklerdir. Onu, düşmanın gerisinde gökyüzüne çizilmiş görecekler: bir kahramanlık rüyasında bir dev hayaleti gibi..

ıl popola d'ıtalia'dan

İtalya'da yövmiye
Bir ingiliz işçisinin aldığı orta yövmiye 100 olarak ele alınırsa :

Amerika'da ......................................... 120
Kanada'da ......................................... 100
İngiltere'de .......................................... 100
İrlanda'da .......................................... 80
Hollanda'da .......................................... 72
Lehistan'da .......................................... 50
İspanya'da .......................................... 30
İtalya'da .......................................... 29...


İtalya'da işsizlik ve iflaslar
1929 yılında 300.786 işsiz 1.204 iflas
1930 yılında 425.437 işsiz 1.297 iflas
1931 yılında 731.437 işsiz 1.786 iflas
1932 yılında 932.291 işsiz 1.820 iflas


Bu sayılar on yıllık faşizmin bilançosudur, Taranta - Babu. Ondan sonraki yıllarda ne oldu? Bunun karşılığını, bizim topraklarda ölecek olan İtalyan delikanlıları verecek.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Teftiş

2015-07-12_005932.jpg

Teftiş

Sayfada saygıyla göze çarpsın diye
Komuşlar fotoğrafı baş köşeye.
İzmir'de, kordon'da, Memet’leri teftiş.
Vakit öğle, hava sıcak, gün uzun belli.
Önde amerikan paşası kafayı dikmiş
Ve sırmalı şapkasında eli
Kasap bıçağı gibi parlıyor keskin, geniş
Ve küfredip sesini duyuyorum
Toprağıma tokat gibi inen adımlarının.
Türk paşası on beş adım geride.
Yüzünü göremiyorum, gölgeli.
Belki alışmış,
Belki utanıyor, belki öfkeli.
Memet’lere bakıyorum :
Dişleri kenetli, gözleri karanlık,
Gözleri dikilmiş yere.
Sanıyorum yakındır, bir daha çıkmayacaklar
İzmir'de, kordonboyu'nda böyle teftişlere...


1962
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Trafik Memurları

2015-07-12_005743.jpg

Trafik Memurları

Trafik memurları dikilmiş durur
El kol kımıldar kaşlar çatık
Sopalarının ucunda hürriyetimiz
Trafik memurları dikilip duracak
Sokaktakiler birbirlerini sevmeği öğreninceye kadar.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Türk Köylüsü

2015-07-12_010414.jpg


Türk Köylüsü

O topraktan öğrenip
Kitapsız bilendir.
Hoca Nasreddin gibi ağlayan
Bayburtlu Zihni gibi gülendir.
Ferhad’dır
Kerem’dir
Ve Keloğlan’dır.
Yol görünür onun garip serine,
Analar, babalar umudu keser,
Kahbe felek eder ona oyunu.
Çarşambayı sel alır,
Bir yar sever
El alır,
Kanadı kırılır
Çöllerde kalır,
Ölmeden mezara koyarlar onu.
O “Yunusu biçaredir
Baştan ayağa yaredir”,
Ağu içer su yerine.
Fakat bir kere bir dert anlayan düşmeyegörsün önlerine
Ve bir kere vakt erişip
Gayrık yeter!..
Demesinler.
Bunu bir dediler mi,
“İsrafil surunu urur,
Mahlukat yerinden durur”
Toprağın nabzı başlar
Onun nabızlarında atmağa.
Ne kendi nefsini korur,
Ne düşmanı kayırır,
“Dağları yırtıp ayırır,
Kayaları kesip yol eyler abıhayat akıtmağa”
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Türkiye İşçi Sınıfına Selam

2015-07-12_011433.jpg

Türkiye İşçi Sınıfına Selam

Türkiye işçi sınıfına selam!
Selam yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selam!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
Haklı günler, büyük günler,
Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
Ekmek, gül ve hürriyet günleri.

Türkiye işçi sınıfına selam!
Meydanlarda hasretimizi haykıranlara,
Toprağa, kitaba, işe hasretimizi,
Hasretimizi, ay yıldızı esir bayrağımıza.

Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selam!
Paranın padişahlığını,
Karanlığını yobazın
Ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selam!

Türkiye işçi sınıfına selam!
Selam yaratana!

12 ağustos 1962
 
Tekerlekli Sandalye
Üst