Nazım Hikmet - Şeyh Bedreddin Destanı
Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı
Darülfünun ilahiyat fakültesi tarihi kelam müderrisi Mehemmed Şerefeddin efendinin 1925-1341 senesinde evkafı islâmiye matbaasında basılan «Simavne kadısı oğlu Bedreddin» isimli risalesini okuyordum. Risalenin altmış beşinci sayfasına gelmiştim. Cenevizlilere sır katip olarak hizmet eden dukas, tarihi kelam müderrisinin bu altmış beşinci sayfasında diyordu ki:
«o zamanlarda iyonyen körfezi medhalinde kâin ve avam lisanında stilaryum - karaburun tesmiye edilen dağlık bir memlekette âdi bir türk köylüsü meydana çıktı. Stilaryum sakız adası karşısında kâindir. Mezkûr köylü türklere vaiz ve nesayihte bulunuyor ve kadınlar müstesna olmak üzere erzak, melbûsat, mevaşi ve arâzi gibi şeylerin kâffesinin umumun mali müştereki addedilmesini tavsiye ediyor idi.»
Stilaryumdaki adi Türk köylüsüsün vaiz ve nasihatlarını bu kadar vuzuhla anlatan Cenevizlilerin sır katibi, siyah kadife elbisesi, sivri sakalı, sarı uzun merasimli yüzüyle gözümün önüne geldi. Simavne kadısı oğlu Bedreddin'in en büyük müridine, börklüce Mustafay’a «âdi» demesi, her iki manasında da, beni güldürdü. Sonra birdenbire risalenin müellifi Mehemmed Şerefeddin efendiyi düşündüm. Risalesinde Bedreddin’in gayesinden bahsederken, «erzak, mevâşi ve arazi gibi şeylerin umumî mali müşterek addedilmesini tavsiye eden börklücenin kadınları bundan istisna etmesi bizce efkârı umumiyyeye karşı ihtiyar etmiş olduğu bir takiyye ve tesettürdür. Zira vahdeti mevcûda kail olan şeyhinin Mustafay’a bunu istisna ettirecek bir dersi hususiyet vermediği muhakkaktır,» diyen bu tarihi kelâm müderrisini asırların üstüne remil atıp insanların zamirini keşfetmekte yedi tulâ sahibi buldum. Ve Marksla Engelsten iki cümle geldi aklıma: «burjuva için karısı alelâde bir istihsal âletidir. Burjuvazi, istihsal âletlerinin içtimaileştirileceğini duyunca tabiatiyle bundan içtimaileştirilmenin kadınlara da teşmil edileceği neticesini çıkarıyor.»
Burjuvazinin modern amele sosyalizmi için düşündüğünü, darülfünun ilâhiyat fakültesi müderrisi de Bedreddin’in kurunu vüstaî köylü sosyalizmi için neden düşünmesin? İlâhiyat bakımından kadın mal değil midir?
Risaleyi kapadım. Gözlerim yanıyordu amma uykum yoktu. Başucumdaki çiviye asılı şimendifer marka saata baktım. İkiye geliyor. Bir cıgara. Bir cıgara daha. Koğuşun sıcak, durgun, ağır kokulu bir su birikintisine benziyen havasında dolaşan sesleri dinliyorum. Benden başka yirmi sekiz insanı ve terli çimentosuyla koğuş uyuyor. Kulelerdeki jandarmalar yine bu gece düdüklerini daha sık, daha keskin öttürüyorlardı. Bu düdük sesleri ne zaman böyle deli bir sirayetle, belki de hiç sebepsiz, telaşlansalar ben kendimi karanlık bir gece batan bir gemide sanırım.
Üstümüzdeki koğuştan idamlık eşkıyaların zincir sesleri geliyordu. Evrakları temyizde. Yağmurlu bir akşam kararı giyip döndüklerinden beri hep böyle sabahlara kadar demirlerini şakırdatıp dolaşıyorlar.
Gündüzleri arka avluya çıkarıldığımız vakit kaç defa onların pencerelerine baktım. Üç insan. İkisi sağdaki pencerenin içinde oturur, birisi soldaki pencerede. İlk yakalanıp arkadaşlarını ele veren bu tek başına oturanmış. En çok cıgara içen de o.
Üçü de kollarını pencerelerin demirlerine doluyorlar. Oldukları yerden denizi, dağları çok iyi görebildikleri halde onlar hep aşağıya, avluya, bize, insanlara bakıyorlar.
Seslerini hiç işitmedim. Bütün hapishane içinde bir kerre olsun türkü söylemiyen sade onlardır. Ve hep böyle yalnız geceleri konuşan zincirleri birdenbire bir sabah karanlığında susarsa, hapishane bilecek ki, dışardaki şehrin en kalabalık meydanında göğüsleri yaftalı üç beyaz uzun gömlek sallanmıştır.
Bir aspirin olsa. Avuçlarımın içi yanıyor. Kafamda Bedreddin ve börklüce Mustafa. Kendimi biraz daha zorlayabilsem, başım böyle gözlerimi bulandıracak kadar ağrımasa, çok uzak yılların kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, kırbaç sesleri, kadın ve çocuk çığlıkları içinde iki ışıklı ümit sözü gibi Bedreddin’le Mustafa’nın yüzlerini görebileceğim.
Gözüme, demin kapatıp çimentoya bıraktığım risale ilişti. Yarısı güneşten solmuş vişne çürüğü bir kapağı var. Kapakta, üstünlü esreli sülüs bir yazıyla risalenin adı bir tuğra gibi yazılı. Kapağın içinden sararmış sayfa yapraklarının yırtık kenarları çıkıyor. Bu ilâhiyat fakültesi müderrisinin sülüs yazısından, kamış kaleminden, dividinden ve rıhından Bedreddin’imi kurtarmak lazım, diye düşünüyorum. Aklımda İbni arab şahtan, aşık paşazadeden, neşriden, İdrisi Bitlisiden, Dukastan ve hatta Şerefeddin efendiden okuya okuya ezberlediğim satırlar var:
«şeyh Bedreddin’in tevellüdü 770 etrafında olmak lâzım geleceğini kuvvetle tahmin etmek mümkündür.»
«tahsilini mısırda ikmal etmiş olan şeyh Bedreddin senelerce burada kalmış ve hiç şüphesiz bu muhitte büyük bir kuvveti ilmiyeye mazhar olmuş idi.»
«mısırdan Edirne’ye avdetinde ebeveynini burada berhayat bulmuş idi.»
«kendisinin buraya vürudu peder ve validesini ziyaret maksadile olabileceği gibi bu şehirde tasaltun etmiş olan Musa çelebinin daveti vakıa sile olmak ihtimali de vardır.»
«çelebi sultan Mehmet kardeşlerine galebe ile vaziyete hâkim olunca şeyh Bedreddin’i İznik’te ikamete memur eylemiş idi.»
«şeyh burada itmam etmiş olduğu teshil mukaddemesinde "...kalbimin içindeki ateş tutuşuyor. Ve günden güne artıyor, o surette ki kalbim demir de olsa selâbetine rağmen eriyecek..." demektedir.»
«şeyhi İznik’e serdiklerinde kethüdası börklüce Mustafa aydın eline vardı. Andan göçtü kara buruna vardı.»
«diyordu ki: "ben senin emlâkine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlâkime aynı suretle tasarruf edebilirsin." köylü avam halkı bu nevi sözlerle kendi tarafına celp ve cezb ettikten sonra Hıristiyanlar ile dostluk tesisine çalıştı. Çelebi sultan Mehmedin sarohan valisi sisman bu sahte rahibe karşı hareket ettiyse de stilaryumun dar geçitlerinden ileriye geçmeğe muvaffak olamadı.»
«Simavne kadısı oğlu işitti kim börklücenin hali terakki etti, o dahi İznik’ten kaçtı. İsfendiyar’a vardı. İsfendiyar dan bir gemiye binip eflak eline geçti. Andan gelip ağaç denizine girdi.
«bu esnada müşarünileyhin halifesi Mustafa’nın aydın elinde avazeyi huruç ve fesat ve ilhadı sultan Mehemmed'in kulağına vasıl oldu. Derhal rumiyei suğra ve amesye padişahı olan şehzade sultan muradın ismine hükmü hümayün sadır oldu ki anadolu askerlerini Cem ile mülhid Mustafan’ın def'ine kıyam eyliye. Ve mükemmel asker ve teçhizat ile aydın elinde anın başına ine...»
«Mustafa, on bine yakın müfsit ve mülhid müritlerinden olan asker ile şehzadeye mükabeleye kıyam eylediler.»
«mübalega cenk olundu.»
«bir çok kan döküldükten sonra tevfiki ilâhi ile o leşkeri ilhad mağlub oldu.»
«sağ kalanlar ayasluğa getirildiler. Börklüceye tatbik olunan en müthiş işkenceler bile onu fikri sabitinden çeviremedi. Mustafa bir deve üzerinde çarmıha gerildi. Kolları yekdiğerinden ayrı olarak bir tahta üzerine çivilendikten sonra büyük bir alay ile şehirde gezdirildi. Kendisine sadık kalan mahremanı Mustafan’ın gözü önünde katledildi. Bunlar "dede sultan iriş" nidalarile mütevekkilâne ölüme tevdii nefs ettiler.»
«ahir börklüceyi paraladılar ve on vilâyeti teftiş ettiler, gideceklerin giderdiler bey kullarına timar verdiler. Bayezid paşa yine manisaya geldi torlak kemali anda buldu. Anı dahi anda astı.»
«bu esnada ağaç denizindeki Bedreddin’in hali terakkide idi. Her taraftan birçok halk yanına toplandılar. Bilumum halkın kendisiyle birleşmesine remak kalmış idi. Bundan dolayı sultan Mehemmedin bizzat hareketi icab etti.
«ve Bayezid paşanın teklifiyle bazı kimseler kadı Bedreddin’in silki mütabaatına ve müritliğine dahil oldular. Ve birkaç tedbir ile orman içinde derdest edip bağladılar...
«sirozda sultan Mehemmede getirdiler. Acemden henüz gelmiş bir danişmend var idi. Mevlâna hayder derlerdi. Sultan Mehemmed yanında olurdu. Mevlana hayder etti "şeran bunun katli helâl amma mali haramdır."
«andan simavne kadısı oğlunu pazara iletip bir dükkân önünde berdar ettiler. Bir nice günden sonra cünüb müritlerinden birkaçı gelip anı andan aldılar. Şimdi dahi ol diyarda müritleri vardır.»
Başım çatlıyacak gibi. Saate baktım. Durmuş. Yukardakilerin zincir şakırtıları biraz yavaşladı. Yalnız birisi dolaşıyor. Herhalde o tek başına soldaki pencerede oturandır.
İçimde bir anadolu türküsü dinlemek ihtiyacı var. Bana öyle geliyor ki, şimdi yolparacılar koğuşundan yine o yayla türküsünü söylemeğe başlasalar başımın ağrısı bir anda dini verecektir.
Bir cıgara daha yaktım. Eğildim. Çimentonun üstünden Mehemmed Şerefeddin efendinin risalesini aldım. Dışarda rüzgâr çıktı. Penceremizin altındaki deniz, zincir ve düdük seslerini kapatarak homurdanıyor. Penceremizin altı kayalık olacak.
Üçü de kollarını pencerelerin demirlerine doluyorlar. Oldukları yerden denizi, dağları çok iyi görebildikleri halde onlar hep aşağıya, avluya, bize, insanlara bakıyorlar
Kaç defa oraya, denizle duvarımızın birleştiği yere bakmak istedik. Fakat imkanı yok. Pencerenin demir çubukları çok dar. İnsan başını dışarı çıkaramıyor. Ve biz burada denizi ancak ufuk halinde görebiliyoruz.
Benim yatağımın yanında tornacı şefiğin yatağı vardı. Şefik bir şeyler mırıldanarak uykusunda döndü. Karısının gönderdiği gelinlik yorganı kaydı. Örttüm.
İlâhiyat fakültesi tarihi kelâm müderrisinin altmış beşinci sayfasını açtım yine.. Cenevizlilerin sırkâtibinden bir iki satır ancak okumuştum ki başımın ağrıları içinde kulağıma bir ses geldi. Bu ses:
Gürültü etmeksizin denizin dalgalarını aşarak senin yanında bulunuyorum, diyordu.
Döndüm. Denizin üstündeki pencerenin arkasında birisi var. Konuşan o:
« Cenevizlilerin sırkâtibi dukasın yazdıklarını unuttun mu? Sakız adasında turlut tesmiye olunan manastırda ikamet eden giritli bir keşişten bahsettiğini hatırlamıyor musun? Ben, yani börklüce Mustafa’nın "dervişlerinden biri" bu Giritli keşişe de böyle baş açık, ayaklarım çıplak ve yekpare bir libasa bürünmüş olarak denizin dalgalarını aşıp gelmez miydim?»
Pencerenin demirleri dışında hiçbir yere tutunmasına imkân olmadan böyle boylu boyunca durup bu sözleri söyleyene baktım. Gerçekten de dediği gibiydi. Yekpare libası aktı.
Şimdi, yıllarca sonra, ben bu satırları yazarken ilâhiyat fakültesi müderrisini düşünüyorum. Şerefeddin efendi öldü mü, sağ mı, bilmiyorum. Fakat eğer sağsa ve bu yazdıklarımı okursa benim için: «gidi hain, diyecektir, hem maddiyundan olduğunu iddia eder, hem de Giritli keşiş gibi, üstüne üstlük aradan asırlar geçmiş iken, börklücenin denizleri sessizce aşan müridiyle konuştuğundan dem vurur.»
Tarihi kelam üstadının bu sözleri söyledikten sonra atacağı ilâhi kahkahayı da duyar gibi oluyorum.
Fakat zarar yok. Hazret kahkahasını atadursun. Ben maceramı anlatayım.
Başımın ağrısı birdenbire dindi. Yataktan çıktım. Penceredekine doğru yürüdüm. Elimden tuttu. Benden başka yirmi sekiz insanı ve terli çimentosuyla uyuyan koğuşu bıraktık. Birdenbire kendimi o bir türlü göremediğimiz, denizle duvarımızın birleştiği yerde, kayaların üstünde buldum. Börklücenin müridiyle yan yana karanlık denizin dalgalarını sessizce aşarak yılların arkasına, asırlarca geriye, sultan Gıyaseddin Ebülfeth Mehemmed bin ibni yezidülkirişçi, yahut sadece çelebi sultan Mehmet devrine gittik.
Ve işte size anlatmak istediğim macera bu yolculuktur. Bu yolculukta gördüğüm ses, renk, hareket, şekil manzaralarını parça parça ve çoğunu eski bir itiyat yüzünden bir çeşit uzunlu kısalı satırlar ve ara sıra kafiyelerle tespit etmeğe çalışacağım. Şöyle ki:
1.
Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
Duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
Gümüş ibriklerde şarap,
Bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musa’yı ok kirişiyle boğup
Yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak
Çelebi sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi.
Çelebi hünkâr idi amma
Âl Osman ülkesinde esen
Bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi.
Köylünün göz nuru zeamet
Alın teri timar idi.
Kırık testiler susuz
Su başarında bıyık buran sipahiler var idi.
Yolcu, yollarda topraksız insanın
Ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar
Köpüklü atlar kişner iken
Çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi tarumar idi.
Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi, ahüzar idi.
2.
Bu göl İznik gölüdür.
Durgundur.
Karanlıktır.
Derindir.
Bir kuyu suyu gibi
İçindedir dağların.
Bizim burada göller
Dumanlıdırlar.
Balıklarının eti yavan olur,
Sazlıklarından ısıtma gelir,
Ve göl insanı
Sakalına ak düşmeden ölür.
Bu göl İznik gölüdür.
Yanında İznik kasabası.
İznik kasabasında
Kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü.
Çocuklar açtır.
Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
Ve delikanlılar türkü söylemez.
Bu kasaba İznik kasabası.
Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.
Bu evde
Bir ihtiyar vardır Bedreddin adında.
Boyu küçük sakalı büyük sakalı ak.
Çekik çocuk gözleri kurnaz
Ve sarı parmakları saz gibi.
Bedreddin
Ak bir koyun postu üstüne
Oturmuş.
Hattı talik ile yazıyor «teshil»i.
Karşısında diz çökmüşler
Ve karşıdan
Bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona.
Bakıyor:
Başı tıraşlı
Kalın kaşlı
İnce uzun boylu börklüce Mustafa.
Bakıyor:
Kartal gagalı torlak Kemal..
Bakmaktan bıkıp usanmayıp
Bakmağa doymıyarak
İznik sürgünü Bedreddin'e bakıyorlar..
3.
Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.
Ve gölde ipi kopmuş
Boş bir balıkçı kayığı
Bir kuş ölüsü gibi
Suyun üstünde yüzüyor.
Gidiyor suyun götürdüğü yere,
Gidiyor parçalanmak için karşı dağlara.
İznik gölünde akşam oldu.
Dağ başlarının kalın sesli sipahileri
Güneşin boynunu vurup
Kanını göle akıttılar.
Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır,
Bir sazan balığı yüzünden
Kaleye zincirlenen balıkçının kadını.
İznik gölünde akşam oldu.
Bedreddin eğildi suya
Avuçlayıp doğruldu.
Ve sular
Parmaklarından dökülüp
Tekrar göle dönerken dedi kendi kendine:
O ateş ki kalbimin içindedir
Tutuşmuştur
Günden güne artıyor.
Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
Eriyecek yüreğim...
Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim!
Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.
Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip
Biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını
İptal edeceğiz...»
Ertesi gün
Gölde kayık parçalanır
Kalede bir baş kesilir
Kıyıda bir kadın ağlar
Ve yazarken
Simavneli «teshil»ini
Torlak Kemal’le Mustafa
Öptüler
Şeyhlerinin elini.
Al atların kolanını sıktılar.
Ve İznik kapısından
Dizlerinde çırılçıplak bir kılıç
Heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar...
Kitaplarının adı:
«varidat»dı.
4.
Börklüce Mustafa ile torlak Kemal, Bedreddin’in elini öpüp atlarına binerek biri aydın, biri Manisa taraflarına gittikten sonra ben de rehberimle Konya ellerine doğru yola çıktım ve bir gün haymana ovasına ulaştığımızda
Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
Aydın elinde kara burunda.
Bedreddin’in kelâmını söylemiş
Köylünün huzurunda.
Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup
Piri pak olsun diye,
On beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti,
Ağalar topyekun kılıçtan geçirilip
Verilmiş ortaya hünkâr beylerinin timarı zeameti.»
Duyduk ki...
Bu işler duyulur da durmak olur mu?
Bir sabah erken,
Haymana ovasında bir garip kuş öterken,
Sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik.
Varalım, dedik.
Görelim, dedik.
Yapışıp sapanın sapına
Şol kardeş toprağını biz de bir yol sürelim, dedik.»
Düştük dağlara dağlara,
Aştık dağları dağları...
Dostlar,
Ben yolculuk etmem bir başıma.
Bir ikindi vakti can yoldaşıma dedim ki: geldik.
Dedim ki: bak
Başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
Bir adım geride ağlayan toprak.
Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,
Kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.
Saz sepetlerde oynayan balıkları gör:
Islak derileri pul pul, ışıl ışıldır
Ve körpe kuzu eti gibi aktır
Yumuşaktır etleri.
Dedim ki bak,
Burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi bereketli.
Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak..
5.
Arkamızda hünkârın ve hünkâr beylerinin timar ve zeametli topraklarını bırakıp börklücenin diyarına girdiğimizde bizi ilk karşılayan üç delikanlı oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpâre ak libaslıydılar. Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı. Vaktiyle Musa’nın dinindenmiş. Şimdi börklüce yiğitlerinden.
İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. Sakızlı rum bir gemiciymiş. O da börklüce müritlerinden.
Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu. Şimdi düşünüyorum da, onu, yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyliyen hüseyine benzetiyorum. Yalnız hüseyin erzurumluydu. Bu Aydınlıymış.
İlk sözü söyliyen aydınlı oldu:
Dost musunuz düşman mı? Dedi. Dost iseniz hoş geldiniz. Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir.
Dostuz, dedik.
Ve o zaman öğrendik ki, sarohan valisi şişmanın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkâr beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler Kara burunun dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir.
Yine, o yol paracılar koğuşunda yatan Hüseyin’e benzeyeni dedi ki:
Buradan ta Kara burunun dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da ondandır.
Müjde büyüktü. Rehberim:
Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddin’e iletelim, dedi.
Yanımıza sakızlı Rum gemici Anastası da alıp ve ancak eşiğine bastığımız kardeş toprağını bırakarak tekrar âl Osman oğullarının karanlığına daldık.
Bedreddini İznik’te, göl kıyısında bulduk. Vakit sabahtı. Hava ıslak ve kederliydi.
Bedreddin.
Nöbet bizimdir. Rumeli’ne geçek, dedi.
Gece iznikten çıktık. Peşimizi atlılar kovalıyordu. Karanlık, onlarla aramızda duvar gibiydi. Ve bu duvarın arkasından nal seslerini duyuyorduk. Rehberim önden gidiyor, Bedreddin’in atı benim al atımla Anastasınki arasındaydı. Biz üç anaydık. Bedreddin çocuğumuz ona bir kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. Biz üç çocuktuk. Bedreddin babamız. Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri yaklaşır gibi oldukça bedreddine sokuluyorduk.
Gün ışığında gizlenip, geceleri yol alarak İsfendiyara ulaştık. Oradan bir gemiye bindik.
6.
Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar ve bir yelkenli vardı.
Bir gece bir denizde bir yelkenli yapyalnızdı yıldızlarla.
Yıldızlar sayısızdı.
Yelkenler sönüktü.
Su karanlıktı ve göz alabildiğine dümdüzdü.
Sarı Anastasla adalı Bekir hamladaydılar.
Koç Salih’le ben pruvada.
Ve Bedreddin parmakları sakalına gömülü
Dinliyordu küreklerin şıpırtısını.
Ben:
Ya! Bedreddin! Dedim, uyuklıyan yelkenlerin tepesinde
Yıldızlardan başka bir şey görmüyoruz.
Fısıltılar dolaşmıyor havalarda.
Ve denizin içinden
Gürültüler duymuyoruz.
Sade bir dilsiz, karanlık su,
Sade onun uykusu.
Ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar güldü, dedi:
Sen bakma havanın durgunluğuna
Derya dediğin uyur uyur uyanır.
Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar ve bir yelkenli vardı.
Bir gece bir yelkenli geçip Karadeniz'i gidiyordu deli ormana ağaç denizine...
7.
Bu orman ki deli ormandır gelip durmuşuz
Demek ağaç denizinde çadır kurmuşuz.
«malûm niçin geldik,
Malûm derdi derunumuz» diye
Her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz.
Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş.
Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp
Reaya zinciri bırakıp gelmiş.
Yani Rumeli’nde bizden ne varsa tekmil
Kol kol ağaç denizine akıp gelmiş...
Bir kızılca kıyamet!
Karışmış birbirine
At, insan, mızrak, demir, yaprak, deri,
Gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri.
Ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır,
Ne böyle bir uğultu duymuşluğu var
Deliorman deli olalı beri....
8.
Anastası deli ormanda Bedreddin’in ordugâhında bırakıp ben ve rehberim Gelibolu’ya indik. Bizden önce buradan denizi yüzerek geçen olmuş. Galiba bir dildâde yüzünden. Biz de denizi yüzerek karşı kıyıya vardık. Lâkin bizi bir balık gibi çevik yapan şey bir kadın yüzünü ay ışığında seyretmek ihtirası değil, İzmir yoluyla Karaburun’a, bu sefer şeyhinden Mustafa’ya haber ulaştırmak işiydi.
İzmir’e yakın bir kervansaraya vardığımızda, padişahın on iki yaşındaki oğlunun elinden tutan Bayezid paşanın Anadolu askerlerini topladığını duyduk.
İzmir’de çok oyalanmadık. Şehirden çıkıp aydın yolunu tutmuştuk ki bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmış dinlenen ve sohbet eden dört çelebiye rastladık. Her birinin üstünde başka çeşit libas vardı. Üçü kavukluydu, birisi fesli. Selâm verdiler. Selâm aldık. Kavuklulardan birisi neşrî imiş. Dedi ki:
— halkı ibahet mezhebine davet eden börklücenin üzerine sultan Mehemmed bayezid paşa'yı gönderir.
Kavuklulardan ikincisi Şükrüllah bin şihâbiddin imiş. Dedi ki:
— bu sofinin başına birçok kimseler toplandı. Ve bunların dahi şer'i Muhammediye muhalif nice işleri âşikâr oldu.
Kavuklulardan üçüncüsü âşık paşazade imiş. Dedi ki:
- sual: ahir börklüce paralanırsa imanla mı gidecek, imansız mı?
- cevap: Allah bilir anın çünkim biz anın mevti halini bilmezüz..
Fesli olan çelebi ilâhiyat fakültesi tarihi kelâm müderrisiydi. Yüzümüze baktı. Gözlerini kırpıştırarak kurnaz kurnaz gülümsedi. Bir şey demedi.
Biz hemen atlarımızı mahmuzladık. Ve bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya saldıkları karpuzları serinletip sohbet edenleri nallarımızın tozları arkasında bırakarak aydına, Karaburun’a, börklücenin yanına vardık.
9.
Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı sıcak.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular,
Bulutlar boşanacak boşanacaktı.
O, kımıldanmadan baktı,
Kayalardan iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.
Orda en yumuşak, en sert
En tutumlu, en cömert,
En seven,
En büyük, en güzel kadın:
Toprak
Nerdeyse doğuracak doğuracaktı.
Sıcaktı.
Baktı Karaburun dağlarından o
Baktı bu toprağın sonundaki ufka
Çatarak kaşlarını :
Kırlarda çocuk başlarını
Kanlı gelincikler gibi koparıp
Çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
Beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.
Bu gelen şehzade murattı.
Hükmü hümayun sâdır olmuştu ki şehzade muradın ismine
Aydın eline varıp
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa’nın başına ine.
Sıcaktı.
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
Baktı köylü Mustafa.
Baktı korkmadan kızmadan gülmeden.
Baktı dimdik dosdoğru.
Baktı o.
En yumuşak, en sert
En tutumlu, en cömert,
En seven,
En büyük, en güzel kadın :
Toprak
Nerdeyse doğuracak doğuracaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.
Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
Fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.
Oysaki onlar bu toprağı,
Bu kayalardan bakanlar, onu,
Üzümü, inciri, narı,
Tüyleri baldan sarı,
Sütleri baldan koyu davarları,
İnce belli, aslan yeleli atlarıyla
Duvarsız ve sınırsız
Bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.
Sıcaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri baktılar ufka...
En yumuşak, en sert,
En tutumlu, en cömert,
En seven,
En büyük, en güzel kadın :
Toprak
Nerdeyse doğuracak doğuracaktı.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular.
Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.
Birden bire
Kayalardan dökülür gökten yağar
Yerden biter gibi,
Bu toprağın verdiği en son eser gibi
Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına çıktılar.
Dikişsiz ak libaslı baş açık yalnayak ve yalın kılıçtılar.
Mübalağa cenk olundu.
Aydının Türk köylüleri,
Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnafları,
On bin mülhid yoldaşı börklüce Mustafa’ nın
Düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
Bayrakları al, yeşil,
Kalkanları kakma, tolgası tunç saflar
Pare pare edildi ama,
Boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
On binler iki bin kaldı.
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
Hep beraber sulardan çekmek ağı,
Demiri oya gibi işleyip hep beraber,
Hep beraber sürebilmek toprağı,
Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
Yarin yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber! Diyebilmek için
On binler verdi sekiz binini..
Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin
Dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
Kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
Hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların eşildi nallarıyla.
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi bu! Deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
O, bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
Hey gidi kahbe devran hey,» der.
Ve teker teker,
Bir an içinde,
Omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
Yüzleri kan içinde
Geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
Geçer aydın ellerinden Karaburun mağlupları..
Şimdi ben bu satırları yazarken, «vay, kafasıyla yüreğini ayırıyor; vay, tarihsel, sosyal, ekonomik şartları kafam kabul eder amma, yüreğim yine yanar, diyor. Vay, vay, Marksiste bakın...» gibi laflar edecek olan bazı "sol" geçinen delikanlıları düşünüyorum. Tıpkı yazımın ta başında tarihi kelam müderrisini düşünüp kahkahasını duyduğum gibi.
Ve şimdi eğer böyle bir istidrad yapıyorsam bu o çeşit delikanlılar için değil, Marksizmi yeni okumaya başlamış, sol züppeliğinden uzak olanlar içindir.
Bir doktorun verem bir çocuğu olsa, doktor, çocuğunun öleceğini bilse, bunu fizyolojik, biyolojik, bilmemne-lojik bir zaruret olarak kabul etse ve çocuk ölse, bu ölümün zaruretini çok iyi bilen doktor, çocuğunun arkasından bir damlacık gözyaşı dökmez mi ?
Paris komunasının devrileceğini, bu devrilişin bütün tarihi, sosyal, ekonomik şartlarını önceden bilen Marksın yüreğinden komunanın büyük ölüleri «bir ıstırap şarkısı» gibi geçmemişler midir? Ve komuna öldü, yaşasın komuna! Diye bağıranların sesinde bir damla olsun acılık yok muydu?
Marksist, bir «makine - adam», bir robota değil, etiyle, kanıyla sinir ve kafası ve yüreğiyle tarihi, sosyal, konkre bir insandır.
10.
Karanlıkta durdular.
Sözü o aldı, dedi:
«Ayasluğ, şehrinde pazar kurdular.
Yine kimin dostlar yine kimin boynun vurdular?»
Yağmur yağıyordu boyuna.
Sözü onlar alıp dediler ona:
«daha pazar kurulmadı kurulacak.
Esen rüzgar durulmadı durulacak.
Boynu daha vurulmadı vurulacak.»
Karanlık ıslanırken perde perde
Belirdim onların olduğu yerde
Sözü ben aldım, dedim :
«Ayasluğ şehrinin kapısı nerde? Göster geçeyim!
Kalesi var mı?
Söyle yıkayım.
Baç alırlar mı?
De ki vermeyim!»
Sözü o aldı, dedi:
«Ayasluğ şehrinin kapısı dardır.
Girip çıkılmaz.
Kalesi vardır, kolay yıkılmaz.
Var git al atlı yiğit var git işine!..»
Dedim: «— girip çıkarım!»
Dedim: «-—yakıp yıkarım!»
Dedi: «—yağış kesildi gün ağarıyor.
Cellat Ali, Mustafa’yı çağırıyor!
Var git al atlı yiğit var git işine!..»
Dedim: «— dostlar
Bırakın beni
Bırakın beni.
Dostlar
Göreyim onu
Göreyim onu!
Sanmayınız
Dayanamam.
Sanmayınız
Yandığımı
El aleme belli etmeden yanamam!
Dostlar
"olmaz!" demeyin,
"olmaz!" demeyin boşuna.
Sapından kopacak armut değil bu armut değil bu,
Yaralı olsa da düşmez dalından;
Bu yürek
Bu yürek benzemez serçe kuşuna
Serçe kuşuna!
Dostlar
Biliyorum!
Dostlar
Biliyorum nerde, ne haldedir o!
Biliyorum
Gitti gelmez bir daha!
Biliyorum
Bir deve hörgücünde
Kanayan bir çarmıha
Çırılçıplak bedeni
Mıhlıdır kollarından.
Dostlar
Bırakın beni,
Bırakın beni.
Dostlar
Bir varayım göreyim
Göreyim
Bedreddin kullarından
Börklüce Mustafa’ yı
Mustafa’yı.
Boynu vurulacak iki bin adam,
Mustafa ve çarmıhı
Cellat, kütük ve satır
Her şey hazır her şey tamam.
Kızıl sırma işlemeli bir haşa
Altın üzengiler
Kır bir at.
Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk
Amasya padişahı Şehzade Sultan Murat.
Ve yanında onun
Bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid paşa!
Satırı çaldı cellat.
Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,
Yeşil bir daldan düşen elmalar gibi
Birbiri ardına düştü başlar.
Ve her baş düşerken yere
Çarmıhından Mustafa
Baktı son defa.
Ve her yere düşen başın kılı depremedi:
İriş
Dede sultanım iriş!
Dedi bir, başka bir söz demedi..