Nazım Hikmet

  • Konuyu başlatan Fırtına
  • Başlangıç tarihi

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Kırkıncı Yılımız

30  Bir Aşk Masalının prömiyerinde başkoreograf Yuri Grigoryeviç, bestekar Arif Melikov, r.jpg

Kırkıncı Yılımız

Hepimiz kırk yıl önce doğduk,
Kırk yıl önce sabahleyin
Kırk yıl önce gün ışırken Bedreddin'in İznik Gölü’nde
Çamlı bellerinden birinde Köroğlu’nun
Ve Sibirya’dan, esirlikten dönen Bolşevik Osman
Pusuya düşürürken Urfa yolunda seher vakti Fransızı.

Hepimiz kırk yaşındayız
Yirmisine basanımız da
Altmışını geçenimiz de
Atılıp ölenimiz de İstanbul’da müdüriyet penceresinden.

Bu kırkıncı yılımızda
Ne bir ormanız
Ne şose boyunda tek tük kavak ağacı
Bir tarlayız tohumu saçılmış.

Hepimiz kırkına bastık bu sabah
Hapiste yatanımız,
İşyerindekilerimiz, muhacirimiz.
Hepimiz kırkına bastık bu sabah.
Yoldaşlar yeni yeni yıllara!

25 eylül 1960
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Kışlık Saray

26 Asya-Afrika Halkları Konferansı.1958, Taşkent (A.Nesin Arşivi).jpg

Kışlık Saray

Kışlık Saray'da Kerenski.
Smolni'de Sovyetler ve Lenin,
Sokakta o n l a r .
O n l a r biliyorlar ki, o :
"Dün erkendi, yarın geç.
Vakit tamam bugün," dedi.
O n l a r : "anladık, bildik," dediler.
Ve hiçbir zaman
Bildiklerini bu kadar müthiş ve mükemmel bilmediler...
İşte : cepheden dönen süngüleri,
Kamyonları, mitralyözleriyle,
Hasretleri, ümitleri, mukaddes iştihaları,
Rüzgârda karın üstünde savrulan sözleriyle
O n l a r yürüyorlar kışlık saraya...

Putilovski Zavot'tan Bolşevik Kitof :
"bugün büyük bir gündür, yoldaşlar, diyor, büyük bir gündür.
Ve ihtar ederim ki çapul yapmak isteyenlere
Artık kışlık saray ve bütün Rusya işçinin ve köylünündür."
Tesviyeci topal Sergey :
"hey gidi dünya, diyor, hey,
Ben 905' te on yaşımda geçtim bu yoldan :
En önde iri, mazlum gözlü azize tasvirleri,
Yalınayak çocuklar, kocakarılar
Ve uzun saçlı papaz gapon...
Karşıda, kırmızı pencerede, bütün Rusların çarı
Sapsarı bakıyordu bize.
Kadınlar ağlaşarak toprağa diz çöktüler.
Ben kaldırmıştım ki elimi istavroz çıkarmak için
Birdenbire dörtnala kazaklar geldi karşımıza.
Kazaklar şahlanmış bir at ve simsiyah bir kalpaktılar.
Biz çocuklar bağrışarak serçe kuşları gibi düştük.
Bir at nalı ezdi benim dizkapağımı..."
Ve topal Sergey bacağını sürüyerek
Yürüyor o n l a r l a kışlık Saray'a...
Rüzgârdır
Kardır
Ve insanlardır hakim olan manzaraya.

Lehistan cephesinden gelen köylü İvan Petroviç'in gözleri
Karanlıkta kedi gözleri gibi görüyor :
"ehhh, matuşka, diyor,
Yeşil başlı ördek gibi toprağı attık çantaya..."

Sütunların arkasından ateş açtı kışlık saray,
Ateş açtı yüzü güzel yunkersler
Ve şişman orospular.
Tesviyeci topal Sergey :
"hey gidi dünya, dedi, hey, kerenski kalmış kimlere..."
Ve topal bacağının üstünden
Düştü yere...
Köylü İvan Petroviç,
Yağlı, semiz toprağı avucunun içinde görüp
Ve kırmızı sakalına tükürüp
Bir Ukrayna şarkısı gibi işletiyor mitralyözü...

Gecenin ortasında kırmızı tuğladan kışlık saray
Ve limanda üç bacalı avrora...

Bolşevik Kitof haykırdı yoldaşlara :
Yoldaşlar, dedi,
Tarih
Yani işçi ve köylü sınıfları,
Yani kızıl asker,
Yani, bir meşale yakıyoruz, dedi,
Hücuma kalkıyoruz, dedi...

Ve neva nehrinde buzlar kızarırken
O n l a r bir çocuk gibi iştihalı
Ve rüzgâr gibi cesur,
Kışlık Saray'a girdiler.

Demir, kömür ve şeker,
Ve kırmızı bakır,
Ve mensucat,
Ve sevda ve zulüm ve hayat,
Ve bilcümle sanayi kollarının,
Ve küçük ve büyük ve beyaz Rusya ve Kafkasya, Sibirya ve Türkistan,
Ve kederli Volga yollarının
Ve şehirlerin bahtı
Bir şafak vakti değişmiş oldu.

Bir şafak vakti karanlığın kenarından
Karlı çizmelerini o n l a r
Mermer merdivenlere bastıkları zaman...

1939 İstanbul tevkifhanesi
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Kıyıdaki İhtiyar

28 Moskova (F.Melda Kalyoncu'dan).jpg


Kıyıdaki İhtiyar

Derin dağlar kat kat sıralanmıştı
Çamlık iniyordu denize kadar
Kıyıda iri yarı bir ihtiyar
Çakıllara sırtüstü uzanmıştı

Ve bu olgun güneşli eylül günü
Uzak haberi batmış gemilerin
Poyraz yeli mavi masmavi serin
Okşuyordu ihtiyarın yüzünü

Ve karnının üstündeydi elleri
İki yengeç gibi inatçı yorgun
Zamandan kuvvetli bir yolculuğun
Sert kabuklu merhametsiz zaferi

Ve göz kapakları tuzlu kırışık
Kapanıvermişlerdi yumuşacık
Bu karanlıkta altın pırıltılar
Dinliyordu uğultuyu ihtiyar

Denizi uzun dişli balıkları
Ve tanyerlerinin alevlerini
Dipte çiçek açan kayalıkları
Ağları ve balıkçı evlerini

Ama belkide bulutlara yakın
Çamların tepesiydi uğuldayan
Biliyordu başı döner adamın
Onlara aşağıdan baktığı zaman

Derin dağlar kat kat sıralanmıştı
Çamlık iniyordu denize kadar
Kıyıda iri yarı bir ihtiyar
Çakıllara sırtüstü uzanmıştı
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Kız Çocuğu

2015-07-12_010833.jpg


Kız Çocuğu

Kapıları çalan benim
Kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
Göze görünmez ölüler.

Hiroşima' da öleli
Oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
Büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
Gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
Külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
Hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
Kâat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı,
Teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
Şeker de yiyebilsinler.

(1956)
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Diyet

2015-07-12_005743.jpg

Kore'de ölen bir yedek subayımızın Menderes'e söyledikleri

Diyet

Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan bey,
İki gözünüzle bakarsınız,
İki kurnaz,
İki hayın,
Ve zeytini yağlı iki gözünüzle
Bakarsınız kürsüden meclis'e kibirli kibirli
Ve topraklarına çiftliklerinizin
Ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan bey,
İki elinizle okşarsınız,
İki tombul,
İki ak,
Vıcık vıcık terli iki elinizle
Okşarsınız pomadalı saçlarınızı,
Dövizlerinizi,
Ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan bey,
İki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
İki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower’ın,
Ve bütün kaygınız
İki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
Halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, üniversiteli yedek subayı,
Kore'de harcadınız, Adnan bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
Vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
Ve ben al kan içinde ölürken
Çığlığımı duymamanız için
Kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan bey,
Ölüler otomobilden hızlı gider,
Kör gözlerim,
Kopuk ellerim,
Kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum, Adnan bey,
Göze göz,
Ele el,
Bacağa bacak,
Diyetimi istiyorum,
Alacağım da.


25 Haziran 1959
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Kuvayi Milliye

2015-07-12_011203.jpg

Kuvayi Milliye

Başlangıç
Birinci bap
İkinci bap
Üçüncü bap
Dördüncü bap


Başlangıç


Onlar

Onlar ki toprakta karınca,
Suda balık, havada kuş kadar çokturlar;
Korkak, cesur, cahil, hakîm ve çocukturlar
Ve kahreden yaratan ki onlardır,
Destanımızda yalnız onların maceraları vardır.

Onlar ki uyup hainin iğvasına
Sancaklarını elden yere düşürürler
Ve düşmanı meydanda koyup
Kaçarlar evlerine
Ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
Ve yeşil bir ağaç gibi gülen
Ve merasimsiz ağlayan
Ve ana avrat küfreden ki onlardır,
Destanımızda yalnız onların maceraları vardır.

Demir, kömür ve şeker
Ve kırmızı bakır
Ve mensucat
Ve sevda ve zulüm ve hayat
Ve bilcümle sanayi kollarının
Ve gökyüzü ve sahra ve mavi okyanus
Ve kederli nehir yollarının,
Sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
Bir şafak vakti değişmiş olur,
Bir şafak vakti karanlığın kenarından
Onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman.

En bilgin aynalara
En renkli şekilleri aksettiren onlardır.
Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
Ve onlar için :
Zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, denildi.

Birinci bap


Yıl 1918-1919

Ve

Karayılan hikâyesi


Ateşi ve ihaneti gördük
Ve yanan gözlerimizle durduk
Bu dünyanın üzerinde.
İstanbul 918 teşrinlerinde,
İzmir 919 mayısında
Ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar :
Mayıs ortalarından
Haziran ortalarına kadar
Yani tütün kırma mevsimi,
Yani, arpalar biçilip buğdaya başlanırken yuvarlandılar...
Adana, Antep, Urfa, Maraş :
Düşmüş dövüşüyordu...

Ateşi ve ihaneti gördük.
Ve kanlı bankerler pazarında
Memleketi Alaman'a satanlar,
Yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
Düştüler can kaygusuna
Ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
Karanlığa karışarak basıp gittiler.
Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
En azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
Dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
İki kat soyulmamak için.

Ateşi ve ihaneti gördük.
Murat nehri, canik dağları ve Fırat,
Yeşilırmak, Kızılırmak,
Gültepe, Tilbeşar ovası,
Gördü uzun dişli İngiliz’i.
Ve aksu'yla köpsu,
Karagöl'le söğüt gölü
Ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
Büyük, âşık ölü,
Şapkası horoz tüylü İtalyan’ı gördü.
Ve Çukurova,
Kıyasıya düzlük,
Uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya
Ve Seyhan ve Ceyhan
Ve kara gözlü yürük kızı,
Gördü mavi üniformalı Fransız’ı.
Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu
Ve ağalar :
Bağdasar ağa'dan
Kellesi büyük Mehmet ağa'ya kadar,
Düşmanla birlik oldular.
Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,
Gelinlerin ırzına geçip,
Çocukları öldürüp ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,
Dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
Ve çığ gibi çoğaldı çeteler
Ve köylülerden paşalar görüldü,
Kara donlu köylülerden.
Ve bizim tarafa geçenler oldu
Tunuslu ve Hintli kölelerden.
Ve Türkistanlı hacı Ahmet,
Kısık gözleri, seyrek sakalı, hafif makineli tüfeğiyle
Dağlarda bir başına dolaştı.
Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
Ve ay ışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
Ne zaman sıkışsa bizimkiler,
Peyda oluverdi, yerden biter gibi o
Ve ateş etti ve düşmanı dağıttı ve kayboldu dağlarda yine.

Ateşi ve ihaneti gördük.
Dayandık,
Dayandık her yanda,
Dayandık İzmir’de, aydın'da,
Adana'da dayandık,
Dayandık, Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te.

Antepliler silâhşor olur,
Uçan turnayı gözünden
Kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
Ve Arap kısrağının üstünde
Taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.

Antep sıcak,
Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.

Karayılan
Karayılan olmazdan önce
Antep köylüklerinde ırgattı.
Belki rahatsızdı, belki rahattı,
Bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,
Yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
Ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,
Onun atı, silâhı, toprağı yoktu.
Boynu yine böyle çöp gibi ince
Ve böyle kocaman kafalıydı karayılan
Karayılan olmazdan önce.

Düşman Antep’e girince
Antepliler onu korkusunu saklayan
Bir fıstık ağacından alıp indirdiler.

Altına bir at çekip eline bir mavzer verdiler.
Antep çetin yerdir.
Kırmızı kayalarda yeşil kertenkeleler.
Sıcak bulutlar dolaşır havada ileri geri...

Düşman tutmuştu tepeleri,
Düşmanın topu vardı.
Antepliler düz ovada sıkışmışlardı.
Düşman şarapnel döküyordu,
Toprağı kökünden söküyordu.
Düşman tutmuştu tepeleri.
Akan : Antep’in kanıydı.

Düz ovada bir gül fidanıydı
Karayılan'ın
Karayılan olmazdan önceki siperi.
Bu fidan öyle küçük,
Korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,
Namlıya tek fişek sürmeden
Yatıyordu yüzükoyun.

Antep sıcak, antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.
Fakat düşmanın topu vardı.
Ve ne çare, kader, düz ovayı Antepliler düşmana bırakacaklardı.

«Karayılan» olmazdan önce
Umurunda değildi karayılan'ın
Kıyamete dek düşmana verseler antep'i.
Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.
Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,
Korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.

Siperi bir gül fidanıydı onun,
Gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun
Ak bir taşın ardından
Kara bir yılan çıkardı kafasını.
Derisi ışıl ışıl,
Gözleri ateşten al, dili çataldı.
Birden bir kurşun gelip
Kafasını aldı.
Hayvan devrildi kaldı.

Karayılan
Karayılan olmazdan önce
Kara yılanın encamını görünce
Haykırdı avaz avaz
Ömrünün ilk düşüncesini.
«ibret al, deli gönlüm,
Demir sandıkta saklansan bulur seni,
Ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»

Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
Bir tarla sıçanı kadar korkak olan,
Fırlayıp atlayınca ileri
Bir dehşet aldı Anteplileri,
Seğirttiler peşince.
Düşmanı tepelerde yediler.
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
Bir tarla sıçanı kadar korkak olana :
Karayılan dediler.

«karayılan der ki : harbe oturak,
Kilis yollarından kelle getirek,
Nerde düşman varsa orda biterek,
Vurun ha yiğitler namus günüdür...»

Ve biz de bunu böylece duyduk
Ve çetesinin başında yıllarca namı yürüyen
Karayılan'ı ve Anteplileri ve Antep’i
Aynen duyup işittiğimiz gibi
Destanımızın birinci babına koyduk.


İkinci bap


Yıl yine 1919

Ve

İstanbul'un hâli

Ve

Erzurum ve Sivas kongreleri

Ve

Kambur Kerim'in hikayesi


Biz ki İstanbul şehriyiz,
Seferberliği görmüşüz :
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
Vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
Bir de ittihatçılar, bir de uzun konçlu alman çizmesi
914'ten 18'e kadar yedi bitirdi bizi.
Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
Erimiş altın pahasında gazyağı
Ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular
Sidiklerini yaktılar 5 numara lambalarında.
Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa ve süpürge tohumu
Ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.
Ve lakin Tarabya' da, Pötişan'da ve ada'da kulüp'te
Aktı ren şarapları su gibi
Ve şekerin sahibi
Kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıkları.
Miloviç de beyaz at gibi bir karı.
Bir de sakalı Halife'nin,
Bir de vilhelm'in bıyıkları.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
Güzelizdir,
Dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
Öfkeli, büyük bir şair :
«ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
Demiş bize ve bir başkası,
Yekpare Acem mülkünü feda etti bir sengimize.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
İşte, arz ederiz halimizi
Türk halkının yüce katına.
Mevsim yazdır,
919'dur.
Ve teşrinlerinde geçen yılın
Dört düvele teslim ettiler bizi,
Gözü kanlı dört düvele
Anadan doğma çırılçıplak.
Ve kurumuştu ve kan içindeydi memelerimiz.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan bir de yunan,
Bir de zavallı Afrika zencileri
Yer bitirir bizi bir yandan,
Bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
Vahdettin sultan, ve damadı Ferit
Ve İngiliz muhipleri ve mandacılar.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
Yüce Türk halkı,
Malûmun olsun çektiğimiz acılar...

919 Temmuzunun 23'üncü günü
Pek mütevazı bir mektep salonunda
İn'ikad etti Erzurum kongresi.

Erzurum'un kışı zorludur balam,
Tandırında tezek yakar Erzurum,
Buz tutar yiğitlerinin bıyığı
Ve geceleyin karlı ovada
Kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

Erzurum'da kavaklar, balam,
Erzurum'da kavaklar tane tane,
Kavaklarda tane tane yapraklar.
Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
Erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.

Erzurum'un düzdür, topraktır damı.
Erzurum güzelleri giyer, balam, incecik ak yünden ehramı.
Yürek boynun büker, balam, Erzurumlu türkülere.
Halim selimdir Erzurum’un adamı ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...

Erzurum'da on dört gün sürdü kongre :
Orda, mazlum milletlerden bahsedildi
Bütün mazlum milletlerden
Ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.

Orda, bir şûrayı millî'den bahsedildi,
İradei Milliyeye müstenit bir şûrayı millî'den.
Buna rağmen,
«asi gelmeyelim» diyenler vardı,
«makamı hilâfet ve saltanata.»
Hattâ casuslar vardı içerde.

Buna rağmen,
«bütün aksamı vatan bir küldür» denildi.
«kabul olunmaz,» denildi,
«manda ve himaye...»

Buna rağmen,
İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
Türk halkından kesmişlerdi umudu.
Yağdırıldı telgraflar Erzurum’a :
«Amerikan mandası altına girelim,» diye.
«istiklâl, diyorlardı, şayanı arzu ve tercihtir, amma
Bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
Birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,
Şu halde, diyorlardı, şu halde,
Memâliki Osmaniye’nin cümlesine Şamil
Amerikan mandaterliğini talep etmeği
Memleketimiz için en nâfi
Bir şekli hal kabul ediyoruz.»

Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu.
Erzurum'un kışı zorludur balam,
Buz tutar yiğitlerin bıyığı.
Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam,
Kabullenmez yılgınlığı...

İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar,
Tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
Çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
Ve biçare telgraf telleri
Devretmek için Amerika’ya Anadolu’yu
Şöyle diyorlardı Erzurum’dakilere :
«bizi bir başımıza bıraksalar,
Tarafgirlik, cehalet ve çok konuşmaktan başka müspet bir hayat kuramayız.
İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.
Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika.
Ne olacak,
Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
Sonra yeni dünya'nın sayesinde
İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan
Bir Türkiye vücuda geliverir.
Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
Nasıl bir idare kurduğunu Avrupa’ya göstermek ister.
Hem artık işi uzatmağa gelmez.
Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
Sergüzeşt ve cidal devri geçmiştir :
Türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»

4 Eylül 919'da toplandı Sivas kongresi,
Ve 8 eylülde kongrede bu sefer
Yine ortaya çıktı Amerikan mandası.
Ak koyunla kara koyunun
Geçitte belli olduğu günlerdi o günler.
Ve İstanbul’dan gelen bazı zevat,
Sapsarı yılgınlıklarıyla beraber
Ve ihanetleriyle birlikte
Bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler.
Ve Erzurumlulardan ve Sivaslılardan ve Türk milletinden çok
İşbu mister Bravn'a güveniyorlardı.
Bu zevata :
«istiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!» denildi.
Fakat ayak diredi efendiler :
«mandanın, istiklâli ihlâl etmeyeceği muhakkak iken,» dediler,
«herhalde bir müzaherete muhtacız diyorum ben,» dediler,
«hem zaten,» dediler,
«birbirine mani şeyler değildir istiklâl ile manda. Ve esasen,» dediler,
«müstakil kalamayız böyle bir zamanda. Memleket harap, toprak çorak,
Borcumuz 500 milyon, varidat ise 15 milyon ancak.
Ve Allah muhafaza buyursun
İzmir kalsa Yunanistan’da ve harbetsek,
Düşmanımız vapurla asker getirir.
Biz Erzurum’dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz?
Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,» dediler.
«onlar dretnot yapıyor, biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz.
Hem, İstanbul’daki Amerikan dostlarımız :
Mandamız korkunç değildir, diyorlar,
Cemiyeti akvam nizamnamesine dahildir, diyorlar.»

Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul’dan gelen zevat.
Sivas, mandayı kabul etmedi fakat,
«hey gidi deli gönlüm,» dedi,
«akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm, ya istiklal, ya ölüm!» dedi.

Kambur kerim de böyle dedi aynen.
Adapazarılıydı kambur kerim.
Seferberlikte ölen babası marangozdu.
Seferberlik denince aklına kerim'in :
Çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
Fahri bey çiftliğinde patates toplayıp
Kaz gütmek, mektep kitapları ve bir de saçları altın gibi sarı
Fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.
335'te kerim Eskişehir’e gitti,
Mektebe, teyzelerine ve dayısına.
Dayısı şimendiferde makinistti.
Düşman elindeydi Eskişehir.
Kerim on dört yaşındaydı,
Kamburu yoktu.
Dümdüzdü fidan gibi ve dünyaya meraklı bir çocuktu.
Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi
Kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri
(çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)
Hintli askerlerle dost oldu kerim.
Bunlar (şaşılacak şey) Türkçe bilmeyen
Ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak,
Avuçlarının üstü esmer, içi ak
Ve tel örgülerin üzerinden
Kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı.
Kocaman bir ambarları vardı,
Kerim içinde oynardı.
Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm,
(şaşılacak şey, katırların yemesi için)
Ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar.
Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim'e :
«ambardan silah çalıp bana getir,
Gavura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.»
Ve ambardan silah çaldı kerim :
Bir, bir tane daha beş, on.
Aldattı Hindistanlı dostlarını
Zeybekleri daha çok sevdiğinden.
Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti,
Kerim geçirdi onları istasyona kadar.
Ertesi gün lefke köprüsünü atıp
Zeybekler gelince Eskişehir’e
Dayısı kerim'i elinden tutup verdi onlara.
Ve işte o günden sonra bugüne kadar
Kahraman bir türküdür ömrü kerim'in.
Eskişehir'den alıp onu
«Kocaeli grubu» paşasına götürdüler.
Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.

Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi,
Sığırtmaç olmayı
-zaten bilgisi vardı bunda-
Kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,
Gizlenmeyi ormanda.
Ve bütün bu marifetleriyle kerim
Kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak
Ve «geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak
Düşman içinden geçip getirdi haber götürdü haber.
Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler,
Bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o.
Ve bir fidan gibi düz bir fidan gibi cesur
Bir fidan gibi vaat eden bir çocuğun
Sevinçle oynadığı bu müthiş oyun sürdü 1337'ye kadar...

Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir :
Yüksek kalın.
Gökyüzü gözükmez.
Durgun bir geceydi.
Hafif yağmur yağmıştı biraz önce.
Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar
Karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri kerim'in.
Solda ilerde tepenin eteğinde ateş yanıyordu :
«tekneciler» diye anılan gavur çetelerinin olmalı.
Dallardan damlalar düşüyordu kerim'in yüzüne.
Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor.
İpsiz recep'in yanından dönüyordu kerim.
Kâatlar götürmüş kâatlar getiriyor.
Birdenbire durdu beygir,
Heykel gibi,
-teknecilerin ateşini görmüş olacak-
Sonra birdenbire dörtnala kalktı.
Şaşırdı kerim.
Dizginleri bıraktı.
Sarıldı beygirin boynuna.
Deli gibi gidiyordu hayvan.
Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar.
Meşeleri ve gürgenleriyle orman
Karanlık bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.
Kim bilir kaç saat böyle gidildi.
Orman bitti birdenbire.
-ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı-
Ve kerim aynı hızla geldiği zaman
Armaşa'nın altında başdeğirmenler'e
Beygir ansızın kapaklandı yere, tekerlendi Kerim.
Doğruldu.
Ve aklına ilk gelen şey
Saatine bakmak oldu.
Kırılmıştı camı.
Bindi beygire tekrar.
Hayvan topallıyordu biraz.
Uslu uslu yola koyuldular.
Sol kulağı kanıyordu kerim'in,
Kirezce'ye geldiler
(Sapanca’yla Arifiye arası),
Kerim durdu,
Biraz zor nefes alıyordu.
Geyve'ye girdi ertesi akşam.
Beli o kadar ağrıyordu ki
İnemedi beygirden indirdiler.
Kerim'i bir yaylıya bindirdiler.
Adapazarı.
Sonra belki on gün, belki on beş,
Kağnılar, mekkâre arabaları,
Sonra, gitgide daralan nefesi,
Yahşihan, Konya, sile nahiyesi
(burada malûl gaziler için takma kol ve bacak yapılıyordu),
Ve nihayet hatçehan köyünden çıkıkçı şerif usta.
Hâlâ rüyalarında görür Kerim
İncecik bir yoldan eşekle gelip
Üzerine doğru eğilen
Bu çiçek bozuğu insan yüzünü.
Usta, ovdu Kerim'i bayıltıncaya kadar.
Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini.
Yirmi gün geçti aradan.
Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden
Kerim'i kambur çıkardılar.


Üçüncü bap


Yıl 1920

Ve

Arhaveli İsmail’in hikâyesi


Ateşi ve ihaneti gördük.

Düşman ordusu yine başladı yürümeğe.
Akhisar, Karacabey,
Bursa ve Bursa’nın doğusunda aksu, çarpışarak çekildik...
920'nin 29 Ağustos'u :
Uşak düştü.
Yaralı ve dehşetli kızgın fakat toprağımızdan emin,
Dumlupınar sırtlarındayız.
Nazilli düştü.

Ateşi ve ihaneti gördük.
Dayandık dayanmaktayız.

1920 şubat, nisan, mayıs,
Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı :
İçimizde hilafet ordusu, anzavur isyanları.
Ve aynı sıradan,
3 Ekim Konya.
Sabah.
500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla delibaş girdi şehre.
Alâeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.
Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp ölümlerine giderken
Terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.

Ve 29 aralık Kütahya :
4 top ve 1800 atlı bir ihanet yani Çerkez Ethem, bir gece vakti
Kilim ve halı yüklü katırları,
Koyun ve sığır sürülerini önüne katıp düşmana geçti.
Yürekleri karanlık,
Kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü,
Atları ve kendileri semizdiler...

Ateşi ve ihaneti gördük.
Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil.
Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil,
İnanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle,
Silahları ve beygirleriyle insanlardı dayanan.
Beygirler çirkindiler, bakımsızdılar,
Hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi.
Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden
Sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı.
İnsanlar uzun asker kaputluydu, yalınayaktı insanlar.
İnsanların başında kalpak, yüreklerinde keder,
Yüreklerinde müthiş bir ümit vardı.
İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler.
İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla
Köy odalarında unutulmuştular.
Ve orda sargı, deri ve asker postalları halinde
Yan yana, sırtüstü yatıyorlardı.
Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden eğrilip bükülmüştü
Ve avuçlarında toprak ve kan vardı.

Ve asker kaçakları,
Korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla
Karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı.
Acıkmıştılar,
Merhametsizdiler,
Bedbahttılar.
Şosenin ıssız beyazlığına inip
Nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor
Ve bolu dağında ekmek bulamadıkları için deviriyorlardı uçurumlara :
Şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.

Ve çok uzak, çok uzaklardaki İstanbul limanında,
Gecenin bu geç vakitlerinde,
Kaçak silah ve asker ceketi yükleyen Laz takaları :
Hürriyet ve ümit, su ve rüzgârdılar.
Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.
Tekneleri kestane ağacındandı,
Üç tondan on tona kadardılar
Ve lâkin yelkenlerinin altında fındık ve tütün getirip
Şeker ve zeytinyağı götürürlerdi.
Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı.
Şimdi, denizde bir insan sesinin ve demirli şileplerin kederlerini
Ve Kabataş açıklarında sallanan saman kayıklarının fenerlerini peşlerinde bırakıp
Ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp
Küçük, kurnaz ve mağrur gidiyorlardı Karadeniz’e.
Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki
Bunlar
Uzun eğri burunlu
Ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
Sırtı lacivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için
Hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
Bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...

Karanlıkta kurşuni derisi kırmızıya boyanan baltabaş gemi
İngiliz torpidosudur.
Ve dalgaların üstünde sallanarak alev alev yanan :
Şaban reisin beş tonluk takası.

Kerempe fenerinin yirmi mil açığında,
Gecenin karanlığında,
Dalgalar minare boyundaydılar
Ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu.
Rüzgar :
Yıldız - poyraz.
Esirlerini bordasına alıp kayboldu İngiliz torpidosu.
Şaban reisin teknesi ateşten direğiyle gömüldü suya.

Arheveli İsmail bu ölen teknedendi.
Ve şimdi
Kerempe fenerinin açığında,
Batan teknenin kayığında
Emanetiyle tek başınadır,
Fakat yalnız değil :
Rüzgarın, bulutların ve dalgaların kalabalığı,
İsmail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.

Arheveli İsmail kendi kendine sordu :
«emanetimizle varabilecek miyiz?»
Kendine cevap verdi :
«varmamış olmaz.»

Gece, tophane rıhtımında
Kamacı ustası Bekir usta ona :
«evlâdım İsmail,» dedi,
«hiç kimseye değil,» dedi,
«bu, sana emanettir.»

Ve kerempe fenerinde
Düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
İsmail, reisinden izin isteyip,
«Şaban reis,» deyip,
«emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip atladı takanın patalyasına, açıldı.

«Allah büyük ama kayık küçük» demiş Yahudi.
İsmail bodoslamadan bir sağanak yedi, bir sağanak daha, peşinden üç-kardeşler.
Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer alabora olacaktı.

Rüzgar tam kerte yıldıza dönüyor.
Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor :
Sivastopol’e giden bir geminin sancak feneri.

Elleri kanayarak çekiyor İsmail kürekleri.
İsmail rahattır.
Kavgadan ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
İsmail unsurunun içinde.
Emanet :
Bir ağır makineli tüfektir.
Ve İsmail’in gözü tutmazsa liman reislerini ta Ankara’ya kadar gidip
Onu kendi eliyle teslim edecektir.

Rüzgar bocalıyor.
Belki karayel gösterecek.
En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
Fakat İsmail ellerine güvenir.
O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
Ve kemer altında fotika'nın memesini aynı emniyetle tutarlar.

Rüzgar karayel göstermedi.
Yüz kerte birden atlayıp rüzgar
Bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi düştü.

İsmail beklemiyordu bunu.
Dalgalar bir müddet daha
Yuvarlandılar teknenin altında
Sonra deniz dümdüz ve simsiyah durdu.
İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.
Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
Bir ürperme geldi İsmail’in içine.
Ve bir balık gibi ürkerek,
Bir sandal
Bir çift kürek
Ve durgun ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
Ve birdenbire öyle kahrolup duydu ki insansızlığı yıldı elleri,
Yüklendi küreklere, kırıldı kürekler.

Sular tekneyi açığa sürüklüyor.
Artık hiçbir şey mümkün değil.
Kaldı ölü bir denizin ortasında
Kanayan elleri ve emanetiyle İsmail.
İlk önce küfretti.
Sonra, «Elham» okumak geldi içinden.
Sonra, güldü, eğilip okşadı mübarek emaneti.
Sonra...
Sonra, malûm olmadı insanlara
Arhaveli İsmail’in akıbeti...


Dördüncü bap


Nurettin Eşfak'ın bir mektubu

Ve

Bir şiiri

Kardeşim,
Sana bu mektubu Ankara’da kuyulu kahvede yazıyorum.
Hep aynı Anadolu havalarını çalıyor gramofon
Kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla,
Dışarıda yağmur...
Mektepten istifa ettim.
Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle.
Çocuklarımıza Türkçe okutmak,
Öğretmek, sevdirmek onlara
Dünyanın en diri, en taze dillerinden birini, kendi dillerini, güzel şey, büyük şey.
Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede daha büyük daha güzel.

Biliyorum :
İş bölümünden bahsedeceksin.
Fakat, Ankara’da çocuklara ders vermek,
Bozkırda ateş hattına girmek haksız ve hazin bir iş bölümü.
Öyle günlerde yaşıyoruz ki
Ben bir iş yapabildim diyebilmek için :
Hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.

Bak, tam sana bunları yazarken
Asker geçiyor sokaktan ;
Yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak
Meclis'in önüne doğru iniyorlar,
İstasyona gidecekler.
Ve türkü söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi,
Sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü :
«Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak...»

Yüzleri mühim, dalgın ve yorgun.
Tıraşları uzamış biraz.
Elleri büyük ve esmer.
Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.

Yine birdenbire yunus emre geldi aklıma.
Başka türlü anlıyorum ben Yunus'u :
Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü :
Öte dünyaya dair değil, bu dünyaya dair kaygılarıyla...

Bir şiir yazdım,
Garip bir şiir,
«Türk köylüsü» diye.
Bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak?
Her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.


Kardeşin
Nurettin Eşfak


Türk köylüsü

Topraktan öğrenip kitapsız bilendir.
Hoca Nasreddin gibi ağlayan Bayburtlu zihni gibi gülendir.
Ferhad'dır kerem'dir ve keloğlan'dır.
Yol görünür onun garip serine,
Analar, babalar umudu keser,
Kahbe felek ona eder oyunu.
Çarşambayı sel alır,
Bir yâr sever el alır,
Kanadı kırılır çöllerde kalır,
Ölmeden mezara koyarlar onu.
O, «yûnusû biçâredir baştan ayağa yâredir»,
Ağu içer su yerine.
Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeye görsün önlerine
Ve bir kerre vakterişip
«-gayrık yeter!...» demesinler.
Bunu bir dediler mi,
«İsrafil sûrunu urur, mahlûkat yerinden durur»,
Toprağın nabzı başlar onun nabızlarında atmağa.
Ne kendi nefsini korur, ne düşmanı kayırır,
«dağları yırtıp ayırır, kayaları kesip yol eyler abıhayat akıtmağa...»
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Kuvayi Milliye

2015-07-12_011203.jpg

Kuvayi Milliye

Beşinci bap
Altıncı bap
Yedinci bap
Sekizinci bap


Beşinci bap


920'nin 16 Martı
Ve

Manastırlı Hamdi efendi
Ve

Reşadiyeli veli oğlu Memet'in hikayesi


«Bu hamiyetli ve cesur, manastırlı Hamdi efendi olmasaydı, İstanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. İstanbul'da bulunan nazır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. Bir ucu Ankara'da bulunan telin İstanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?»

(nutuk, s. 295, devlet basımevi, istanbul 1938)


920'nin 16 Martı.


Öğleden evvel saat onda makina başında şöyle bir telgraf aldı Ankara'daki :

«der-aliye 16/3/1920.
İngilizler bastı bu sabah Şehzadebaşı'ndaki muzika karakolunu.
Müsademe edildi. İşgal altına alıyorlar İstanbul'u şimdi.
Berâyi malûmat arz olunur. Manastırlı Hamdi.»

920'nin 16 martı.
Harbiye nezareti telgrafhanesi buldu Ankara'yı :
«Etrafta dolaşıyor İngiliz askerleri.
Şimdi işte
İngiliz askerleri giriyorlar nezarete.
İşte giriyorlar içeri.
Nizamiye kapısına.
Teli kes.
İngilizler burdadır.»

920'nin 16 Martı.
Manastırlı Hamdi efendi buldu Ankara'dakini tekrar :

«Paşa hazretleri,
Harbiye telgrafhanesini de işgal etti İngiliz bahriye askeri
Tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan,
Bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor.
Vaziyet vahamet kesbediyor efendim.
Paşa hazretleri,
Emri devletlerine muntazırım.

16 Mart 1920
Hamdi»


920'nin 16 Martı.
Durumu bir daha tekrar etti Hamdi efendi :

«Sabah bizim asker uykuda iken
İngiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken
Askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor.
Neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup
İngilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp
Beyoğlu ve Tophaneyi işgal edip.
İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok.
İşte Beyoğlu telgraf memurları geldiler.
Kovmuşlar.
Burası da işgal olunacaktır bir saate kadar.
Şimdi haber aldım efendim.»

920'nin 16 Martı
Uykuda kesti kâfir üçümüzü,
Kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
İngiliz'in hepsi değil domuzu
Sabaha karşı aldı canımızı.

920'nin 16 martı
Basıldı vezneciler'de karargâh.
Uyan be tosunum uyan.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
Üçümüz : Abdullah çavuş, Şarkışla'dan Osman, bir de Zileli Abdülkadir.

920'nin 16 Martı
Bozdoğan kemerinde
Kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
Ahmet oğlu nasuh arkadaşımın adı,
Reşadiyeli veli oğlu Memet benimkisi.

920'nin 16 Martı
Uykuda kesti kâfir üçümüzü.
Soktu Osman'ın karnına kasaturayı,
Bastı göğsüne kâfirin dizi.
Dört çocuk babasıydı Abdullah çavuş.
Doymadı dünyasına Abdülkadir.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
Kurşuna dizdi ikimizi.

920'nin 16 Mart sabahı,
Karakolun karşısında
Bırakmadım elimden silahı,
Yere serdim iki İngiliz'i.
Senin ırzını kurtardım İstanbul'um,
Sana can feda çakır gözlü gülüm.

Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
Kurşuna dizdi ikimizi.
Şimdi üçümüz :
Abdullah ve Osman ve Abdülkadir,
Taşları yan yana yatar Eyüp'te.
Arama, bulamazsın ikimizin kabrini,
Belki maşrıkta, belki mağripte,
Biz de bilemeyiz yerini.

Uykuda kestiler üçümüzü,
Kurşuna dizdiler ikimizi,
Ahmet oğlu nasuh arkadaşımın adı,
Reşadiyeli veli oğlu Memet benimkisi.
Bir de altıncımız var,
Kara kaytan bıyıklı bir şehit,
Son mekânı şöyle dursun, adını da bilen yok...



Altıncı bap


Muharebeler
Ve

Düşman elinde kalanlar

Ve

Kartallı Kazım'ın hikayesi


İnönü meydanı, yavrum, rüzgar,
Soğuklar insanı arı gibi haşlıyor.
Zemheriler bitti diyelim, hamsin ya başladı, ya başlıyor.
Muharebe beş gün beş gece sürdü.
Kan gövdeyi götürdü.
Ve nihayetinde
Düşmanlar karın üstünde top arabaları, sandıklar dolusu konyak, altı kamyon bıraktılar.
Sonra, kaçarlarken, yavrum, köyleri, köprüleri yaktılar...

Bu, birinci İnönü,
Sonra ikincisi :
23 mart 1921 günü
Düşmanın bursa ve uşak grupları üstümüze yürüyor.
Onlarda, topçu ve piyade bizden üç kere fazla, bizim atlımız çok.
Atların mekanizması, hartucu, namlusu yoktur ve kılıç çıplak, ucuz bir demirdir.
26 mart :
Akşam.
Sağ cenah ilerimize yanaştılar.
27 mart :
Bütün cephelerde temas.
28, 29, 30 :
Kavgaya devam.
Ve martın 31'inci gecesinde,
(ayışığı var mıydı bilmiyorum)
İnönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu.
Ve ertesi gün 1 Nisan :
Metris tepe aydınlanıyor.
Saat altı otuz.
Bozüyük yanıyor.
Düşman muharebe meydanını silahlarımıza terketmiştir.

Sonra, 8 nisandan 11 Nisana kadar :
Dumlupınar.

Sonra, Haziran.
Bir yaz gecesi.
Dünyada yalnız pırıltılar ve böceklerin sesi.
Sakarya'yı üç yerinden sallarla geçiyoruz.
Basarak aldık Adapazarı'nı.
Ve dolaşıp sapanca gölü'nün sazlıklarını
Yanaştık izmit'in doğusunda çuha fabrikasına.
Düşman,
Kısmen gemilere binerek denizden
Ve kısmen Karamürsel üzerinden bursa'ya çekilip boşalttı İzmit şehrini gece yarısı.

Sonra 23 ağustos :
Sakarya Melhamei Kübrâsı ki
Devamı 13 eylül gününe kadardır.
Bizim kırk bin piyademiz, dört bin beş yüz atlımız,
Düşmanın seksen sekiz bin piyadesi, üç yüz topu vardır.
Harp meydanının kuzey yanı Sakarya ve dağlardır :
Keskin ve dik yamaçlarıyla
Ve kireçli toprakları
Ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak
Haşin ve münzevi çam ağaçlarıyla Abdülselâm-dağı, gökler-dağı, dağlar.

Ve Sakarya'dan bu havalide
Yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir.
Ankara suyunun döküldüğü yerden
Eskişehir kuzeybatısına kadar
Sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir.
Güneyde ve güneydoğuda yapraksız ve hazin geniş ve uzun
Ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan ölmek arzusu veren Cihanbeyli ovası :
Çöl...
Bu çölün, bu dağların, bu nehrin ve bizim önümüzde
Yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp
Düşman ordusu ric'ata mecbur kaldı.

Buna rağmen :
Sene 1922 ve 15 vilayet ve sancak ve 9 büyük şehir düşman elindedir.
İnanılmaz şeyler düşmandadır ki bunların arasında :
7 göl, 11 nehir
Ve köklerinde baltamızın yarası ve yangınlarıyla bizim olan yüz kere yüz bin dönüm orman,
Bir tersane, iki silâh fabrikası,
Ve 19 körfez ve liman ki belki birçoğunun rıhtımı, mendireği, kırmızı, yeşil fenerleri yoktur
Ve belki sularında ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı,
Fakat onlar tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler.
Sonra, 3 deniz, 6 kol tren hattı,
Sonra, göz alabildiğine yol :
Sılaya gittiğimiz,
Gurbette göründüğümüz
Ve neden ve niçin olduğunu sormadan
Çöle, Çanakkale'ye, ölüme gittiğimiz yol
Ve sonra toprak
Ve o toprağın insanları :
Uşak tezgahlarının halı dokuyanları,
Klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur
Manisalı saraçlar,
Yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar
Ve kurnaz ve cesur ve ağırbaşlı ve çapkın ve kütleleriyle delikanlı İstanbul ve İzmir işçileri
Ve zahire ve kantariye tacirleriyle eşraf ve ayan,
Kıl çadırlı yürükleri Aydın'ın,
Ve sonra, ırgat, ortakçı, maraba,
Davarlı ve davarsız,
Yarım meşin çizmeli ve ham çarıklı köylüler.
15 vilayet ve sancak ve 9 büyük şehir düşman elindedir.

Mehtaplı bir gece,
Gümüş bir kutunun içindesin :
Ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız.
Ya çok seslidir ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.

Yatıyor filintasının arkasında kartallı Kazım.
Kız gibi Osmanlı filintası.
Parlıyor arpacık namlının ucunda :
Yüz yıllık yoldaymış gibi uzak ve bir damlacık.

Kâzım emir aldı merkezden :
Gebze'deki İngiliz'in tercümanı vurulacak.
Köylerde teşkilât kurmuş tercüman Mansur :
Satıyor bizimkileri.

Kazım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri.
İşte sökün etti Mansur karşıdan :
Beygirin üzerinde.
Beygir yüksek, İngiliz kadanası.
Kendi halinde yürüyor hayvan ortasında demir yolunun sallana sallana, ağır ağır.
Tercüman herhalde bırakmış dizginleri, başı sallanıyor, belki de uyuyor üzerinde beygirin.

Yaklaştıkça büyüyor herif.
Zaten mehtapta heybetli görünür insan.

Arada kaldı kalmadı dört yüz adım,
Namlıyı kaldırdı birazcık Kazım,
Nişan aldı sallanan başına Mansur'un.
Soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü.
Bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan,
-ağaç çınar-.
Kuş ürkmüş olacak.
Çevrildi Kazım'ın başı kuşun uçtuğu yana, mehtapla yüz yüze geldiler.
Mehtap koskocaman, desdeğirmi, bembeyaz.
Ve Kazım'ın gözünü aldı adeta.
Zaten bu yüzden,
Tekrar göz, gez, arpacık ve filintayı ateşlediği zaman
İlk kurşun Mansur'un başını delecek yerde galiba omuzuna girdi.
Herif «hınk» dedi bir,
Beygirin başını çevirdi dörtnal kaçıyor.
Yetiştirdi ikinci kurşunu Kazım.
Beygirin üstünde sola yıkıldı Mansur.
Üçüncü kurşun.
Tercüman düştü beygirden.
Fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış, sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz,
Sonra kurtuldu ki ayağı yıkılıp kaldı olduğu yerde.
Yamaca sardı beygir.
Kalktı Kâzım, yürüdü mansur'a doğru,
Üzerinden kâatları alacak.
Arada dört telgraf direği yalnız, ellişerden iki yüz metre eder.
Mansur doğruldu ansızın, kaçıyor bayır aşağı.
Filintayı omuzladı Kâzım.
Dördüncü kurşun.
Yıkıldı herif.
Koştu Kâzım.
Doğruldu yine Mansur.
Yürüyor sarhoş gibi sallanarak, kaçmıyor artık, yürüyor.
Kâzım da bıraktı koşmayı.
Deniz kıyısına indiler.
Orda boş bir fabrika var,
Bir de beyaz bir ev,
Tahta iskelesi iner denizin içine kadar.
Mansur suya giriyor,
Kâatlar ıslanacak.
Beşinci kurşunu yaktı Kâzım.
Suya düşüp kaldı önde giden
Ve Kâzım tazelerken şarjörü
Bir ışık yandı beyaz evde, bir pencere açıldı.
Galiba bir kadın baktı dışarıya..
Boğazlanıyormuş gibi bağırdı Mansur.
Pencere kapandı,
Işık söndü.
Tercüman attı kendini tahta iskeleye.
Art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor.
Hay anasını,
Ay da denize düşmüş
Toplanıp dağılıyor, dağılıp toplanıyor.
Velhasıl,
Lâfı uzatmayalım,
Mansur'un işini bıçakla bitirdi Kâzım.
Kâatlar kan içindeydi.
Fakat kan kapatmıyor yazıyı...

Namussuzun biriydi Mansur, muhakkak.
Düşmana satılmıştı, orası öyle.
Kaç kişinin başını yedi, malûm.
Ama ne de olsa
Mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu.
Demek istediğim,
Böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp
Ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit
Üzüntü çekmemek için, ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
Yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
Kâzım'ınki taştan değildi çok şükür, fakat namuslu.
Ne malûm? Dersen :
Dövüştü pir aşkına,
Yaralandı birkaç kere
Ve saire.
Ve kavga bittiği zaman
Ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
Kavgadan önce kartal'da bahçıvandı, kavgadan sonra kartal'da bahçıvan...


Yedinci bap


922 Ağustos ayı
Ve

Kadınlarımız
Ve

6 Ağustos emri
Ve

Bir âletle bir insanın hikâyesi


Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu akşehir üstünden afyon'a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
Dağlar öyle uzakta,
Sanki gidenler hiçbir zaman
Hiçbir menzile erişmeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
Ve onlar ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
Başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi ufacık, kısacıktılar,
Ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
Ve ayakları altından akan toprak, toprak ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
Ve kağnılarda tahta yataklarında
Koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
Birbirlerinden gizleyerek
Bakıyorlardı ayın altında
Geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar,
Bizim kadınlarımız :
Korkunç ve mübarek elleri, ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yârimiz
Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
Ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen
Ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
Ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
Ve karasabana koşulan
Ve ağıllarda
Işıltısında yere saplı bıçakların
Oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, bizim kadınlarımız
Şimdi ayın altında
Kağnıların ve hartuçların peşinde
Harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
Aynı yürek ferahlığı,
Aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar yürüyordu akşehir üstünden afyon'a doğru.

«6 Ağustos emri» verilmiştir.
Birinci ve ikinci ordular, kıt'aları, kağnıları, süvari alaylarıyla
Yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.
98956 tüfek, 325 top, 5 tayyare,
2800 küsur mitralyöz,
2500 küsur kılıç
Ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği
Ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
Kımıldanıyordu gecenin içinde.
Gecenin içinde toprak.
Gecenin içinde rüzgâr.
Hatıralara bağlı, hatıraların dışında, gecenin içinde :
İnsanlar, aletler ve hayvanlar,
Demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
Korkunç ve sessiz emniyetlerini birbirlerine sokulmakta bulup,
Kocaman, yorgun ayakları, topraklı elleriyle yürüyorlardı.
Ve onların arasında
Birinci ordu ikinci nakliye taburu'ndan
İstanbullu şoför Ahmet ve onun kamyoneti vardı.
Bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet :
İhtiyar, cesur, inatçı ve şirret.
Kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine
Şasinin altına, dingilin üzerine
Budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen
Ve kalb ağrılarıyla
Ve on kilometrede bir
Karanlığa yaslanıp durduğu halde
Ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken
Şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu :
«6 Ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından
«... İhzar ve teşkil edilmiş bulunan
Ve cem'an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan
100 kadar seri otomobil...» diye bahsediliyordu.
İhzar ve teşkil olunanlar,
Bu meyanda Ahmet'in kamyoneti,
İnsanların, aletlerin ve kağnıların yanından geçip
Afyon - ahır dağları ve imtidadına doğru iniyorlardı.

Ahmet'in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı.
Bu şarkı nihaventtir
Ve beyaz tenteli sandalları, siyah mavnaları,
Güneşli karpuz kabuklarıyla bir deniz kıyısındadır şehir.

Vantilâtörde adedi devir düşüyor gibi.
Arkadaşlar ileri geçtiler.
Ay battı.
Manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.

Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,
Çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip bücür'ü,
Kalk,
Sıra servilerin önünden yürü,
Çeşmeyi geç,
Mektep bahçesi, medreseler,
Orda, harbiye nezareti'nin arka duvarında
Siyah çarşaflı bir kadın
Çömelip yere
Darı serper güvercinlere
Ve papelciler
Şemsiye üstünde papaz açarlar.

Motor mızıkçılık ediyor,
Bizi dağ başlarında bırakacak meret.

Ne diyorduk oğlum Ahmet?
Dökmeciler sağda kalır,
Derken, uzun çarşı’ya saparken,
Köşede, sol kolda seyyar kitapçı :
«hikâyei billûr köşk»,
Altı cilt «tarihi Cevdet» ve «fenni tabâhat».
Tabâhat, mutfaktan gelirmiş,
Yani yemek pişirmek.
Hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek.
Yaldızlı kuyruğundan tutup
Bir salkım üzüm gibi yersin.

İlerde bir süvari kolu gidiyor, saptılar sola.

Uzun çarşı’yı dikine inersin.
Sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler.
Ve sen İstanbullu,
Sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan
Şaşarsın istanbullulara :
Ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin.
Rüstem paşa camii.
Urgancılar.
Urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi
Ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar
Urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır.
Zindan kapı, baba cafer.
Uzakta balık pazarı.
Kuruyemişçiler.
Yemiş iskelesindeyiz :
Sandalları, mavnaları,
Güneşli karpuz kabuklarıyla
Yüzüne hasret kaldığım deniz.

Sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne?
İnip
Baksam...

Yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip
Eyüp'te niyet kuyusu'na gittikti.
Elleri yumuk yumuk,
Bacakları biraz çarpıktı ama,
Yeşil zeytin tanesi gibi gözler.
Kaşları da Hilal gibi çekikti.
Tam Kasımpaşa'ya yaklaştık, beyaz başörtüsü...

Lastik hava kaçırıyor.
Derdine deva bulmazsak eğer...
Dur bakalım baba Cafer...

Üç numrolu kamyonet durdu.
Karanlık.
Kriko.
Pompa.
Eller.
Küfreden ve küfrettiğine kızan elleri
Lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken
Ahmet hatırladı :
Bir gece nüzüllü babaannesini sedirden sedire taşırken kadıncağız...

İç lastik boydan boya patladı.
Yedek?
Yok.
Dağlarda avaz avaz imdat istemek?

Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,
Sana tek başına verilmiştir üç numrolu kamyonet.
Hem, hani bir koyun varmış, kendi bacağından asılan bir koyun.
Süleymaniyeli şoför Ahmet soyun...
Soyundu.
Ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak ve kırmızı kuşak,
Ahmet'i postallarının üstünde çırılçıplak bırakarak dış lastiğin içine girdiler, şişirdiler.

Bu şarkı nihaventtir.
Deniz kıyısında bir şehir...
Beyaz başörtüsü...

Saatte elli yapıyoruz...
Dayan ömrümün törpüsü,
Dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför Ahmet'i,
Dayan arslan...

Hiçbir zaman böyle merhametli bir ümitle sevmedi hiçbir insan hiçbir aleti...


Sekizinci bap


26 Ağustos gecesinde saatlar

İki otuzdan beş otuza kadar

Ve

İzmir rıhtımından Akdeniz'e bakan nefer


Saat 2.30.

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
Ne ağaç, ne kuş sesi, ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin, gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için
Ve dünya karanlıkta daha bizim, daha yakın, daha küçük kaldığı için
Ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
Evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için
Kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
Okşayarak gülümseyen bıyığını
Seyrediyordu Kocatepe'den dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir
Ve hıdırlık-tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
Kuzeydoğuda güzelim-dağları
Ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor.
Ovada akar çay bir pırıltı halinde
Ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
Şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :
Akar çay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük bir nehirdir.
Akar çay dere boğazı' nda değirmenleri çevirip
Ve kılçıksız yılan balıklarıyla
Yedi şehitler kayasının gölgesine girip çıkar.
Ve kocaman çiçekleri Eflatun kırmızı beyaz
Ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
Haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde
Altı gözler köprüsü'nün altından gün doğuya dönerek
Ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
Büyük çobanlar köyü'nü solda ve kızıl kiliseyi sağda bırakıp gider.

Düşündü birdenbire kayalardaki adam
Kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük, ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu,
Yalnız, yunan'dan önce ve seferberlikten evvel
Selim şahlar çiftliğinde ırgatlık ederken Manisa'da
Geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
Şayak kalpaklı adam
Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
Güzel, rahat günlere inanıyordu
Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
Birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar : «üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
Eğildi, durdu.
Bıraksalar
İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den afyon ovası'na atlayacaktı.

Saat 3.30.

Halimur - ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir.

İzmirli Ali onbaşı
(kendisi tornacıdır)
Karanlıkta göz yordamıyla
Sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi
Baktı manga efradına birer birer :
Sağda birinci nefer sarışındı.
İkinci esmer.
Üçüncü kekemeydi
Fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyleyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
Tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı,
İnanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam,
Memlekette toprağını ve tek öküzünü
İhtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için
Kardeşleri onu mahkemeye verdiler
Ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için ona «deli Erzurumlu» derdiler.
Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
Ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir,
Yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci, İbrahim, korkmayacaktı bu kadar
Bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli ali onbaşı biliyordu ki :
Tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar.

Saat 4.

Ağzı kara - söğütlü dere mıntıkası.
On ikinci piyade fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, mekanizmalar üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı
Mevzideki biricik silahsız adam :
Ölülerin adamı, kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
Durdu boyun büküp el kavuşturup sabah namazına.
İçi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır.
Ve yenilseler de, yenseler de adayı,
Meydanı gazadan o kendi elleriyle verecektir
Cenabı Rabbülâlemîne Şühedayı.

Saat 4.45.

Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
Çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
Diz kapaklarında kan, kantarmasında köpük...
İkinci süvari fırkasından dördüncü bölük,
Atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.
Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
Ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan bir başka horoz vardır :
Balta ibik, süt beyaz bir denizli horozu.
Düşmanlar her hal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır...

Saat beşe on var.

Kırk dakka sonra şafak sökecek.
«korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
Tınaztepe'ye karşı kömür tepe güneyinde,
On beşinci piyade fırkasından iki ihtiyat zabiti
Ve onların genci, uzunu,
Darülmuallimin mezunu Nurettin Eşfak,
Mavzer tabancasının emniyetiyle oynayarak konuşuyor :
Bizim İstiklâl marşı'nda aksayan bir taraf var, bilmem ki, nasıl anlatsam,
Akif, inanmış adam,
Fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Mesela, bakın :
«gelecektir sana vaat ettiği günler hakkın.»
Hayır,
Gelecek günler için gökten ayet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz vaat ettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair.
«kim bilir belki yarın...»

Saat beşe beş var.

Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı :
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir Şahan gibi göklere salıp
Ve pırıltılar görüp
Ve çok uzak
Çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
Bir müthiş ve mukaddes macerada,
Ön safta, en ön sırada,
Şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
Öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
Bütün ömrünü ve hatırasını ve yedi buçukluk bataryasını
Ağlanacak kadar küçük buluyordu.

Yüzbaşı sordu :
- saat kaç?
- beş.
- yarım saat sonra demek...

98956 tüfek
Ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
Yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
Bütün aletleriyle ve vatan uğrunda,
Yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve ikinci ordular baskına hazırdılar.

Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
Beygirinin yanında duran
Sarkık, siyah bıyıklı süvari
Kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nurettin Eşfak baktı saatine :
Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle ve fecirle birlikte büyük taarruz...

Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar :
Karahisar güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvayi külliyesini ihata ettik Aslıhanlar civarında 30 ağustosa kadar.

Sonra.
Sonra, 30 ağustosta düşman kuvayi külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında general trikopis :
Alaturka sopa yemiş bir temiz
Ve sırmaları kopuk Frenk uşağı...

Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak ayağı.
Nurettin dedi ki : «Teselyalı çoban Mihail,»
Nurettin dedi ki : «seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni...»

Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü
Ordularımız İzmir'e doğru yürürken
Serseri bir kurşunla vurulan deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
Baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar :
Önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
Her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
Üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
Seyredip güneşli gökyüzünü
İhtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra...
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
Ve deli Erzurumlu ölürken kederinden
Yüzlerini toprağa döndüler...

Solda, ilerdeydi ali onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
Ulaşmak da istiyordu bir yerlere
Ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da.
Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı
Ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu :
«dörtnala gelip uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
Bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
Yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim...

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine,
Bu hasret bizim...»>

Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik
Ve Kayserili bir nefer
Yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
Öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden kuzeye,
Doğudan batıya,
Türk halkıyla beraber
Seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.

Ve biz de burada bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki layığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar;
Korkak, cesur, cahil, hakim ve çocukturlar
Ve kahreden yaratan ki onlardır,
Kitabımızda yalnız onların maceraları vardır...


Nazım Hikmet


939 İstanbul tevkifhanesi,
940 Çankırı hapishanesi,
941 Bursa hapishanesi.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Lodos

13 Bursa Cezaevi (Samiye Yaltırım Albümü).jpg

Lodos

Başlangıç

Kim bilir kaç milyon ton ağırlığında
Ummanda çalkalanmakta su.
En yalnız dalganın üzerinde
Boş bir konserve kutusu...

+ 1

Bir aydır ki hapishane geceleri böyledir :
Kızgın dişi kediler
Apışları ıslak
Tüyleri diken diken
Enselerinde diş yerleri
Bazan kuş
Bazan insan sesi çıkarıp
Dolaşıyorlar
Gebe kalana kadar.

Mevsim bahara yakın.
Hava lodos.
Nasıl şiddetli
Nasıl sıcak esiyor...

Biz altı yüz adet
Kadınsız erkeğiz.
Alınmış elimizden
Doğurtmak imkânımız.
En müthiş kudretim yasak bana:
Yeni bir hayat aşılamak,
Bereketli bir rahimde yenmek ölümü,
Yaratmak seninle beraber:
Sevgilim, yasak bana etine dokunmak senin...

Mevsim bahara yakın.
Fırtına.
Lodos.
Nasıl şiddetli
Nasıl sıcak esiyor...

Bir yerlerde bir cam kırıldı yine
— bu gece bu üçüncüsü —.
Hangi boş koğuşun kapısı açık kalmış,
Küüüt, küt,
Nasıl çarpıyor...

+ 2

Tepe delen cephesinde bir ceset,
Örtülüyor altında karların,
Ve başından uçan miğferi
Yuvarlanıyor önünde rüzgârın...

+ 3

Fabrikanın avlusunda
Elektrik ışığı,
Ucunda ince bir telin
Sallanıyor iki yana.
Bir kadın.
Boynu çıplak,
Uzun saçlarıyla etekleri uçarak
Atölyenin kapısında...

Rüzgâr vurdu putrellere.
Atölyenin saçağından
Büyük bir buz parçası düştü yere...

+ 4

Ovaya dörtnala yaylılar iniyor:
Çıngıraklar hamutlarında beygirlerin.
Ve iki yanda çırpınan muşambalarıyla
Koşuyorlar gece yarısı denize doğru...

+ 5

İnce uzun kılçıklardan ibaret kalan kavak ağaçları
Aydınlıktılar
Mehtâb olmadığı halde.
Ve kalın
Ve dallı budaklı kestaneler kımıldanıyor
İki yana sallanıyor değil
Ağır ağır yer değiştiriyorlar adeta
Gidiyordu göz alabildiğine
Yıldızların ışığında
Yapraksız ahşap kalabalığı...
Buna rağmen bu lodos,
Bu uğultu.
Buna rağmen havada
Dişi bir ten kokusu
Ve yüklü bir yumurtalığın sıcaklığı...
Dağlarda kar çözülüyor.
Yürüyor usareler
Yapraksız dalların ucuna doğru.
Gebe.
Gebelik.
Mevsim bahara yakın
Ve doğumun
— korkunç güzel ve sıcaktır —
Günü doldu dolacak...

23.1.1941
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Masalların Masalı

23 Moskova, 1955 (A.Nesin Arşivi).jpg


Masalların Masalı

Su başında durmuşuz,
Çınarla ben.
Suda suretimiz çıkıyor,
Çınarla benim.
Suyun şavkı vuruyor bize,
Çınarla bana.

Su başında durmuşuz,
Çınarla ben, bir de kedi.
Suda suretimiz çıkıyor,
Çınarla benim, bir de kedinin.
Suyun şavkı vuruyor bize,
Çınarla bana, bir de kediye.

Su başında durmuşuz,
Çınar, ben, kedi, bir de güneş.
Suda suretimiz çıkıyor,
Çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin.
Suyun şavkı vuruyor bize,
Çınara, bana, kediye, bir de güneşe.

Su başında durmuşuz,
Çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Suda suretimiz çıkıyor,
Çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün.
Suyun şavkı vuruyor bize,
Çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze .

Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek,
Kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
Kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
Kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
Güneş kalacak;
Sonra o da gidecek...

Su başında durmuşuz.
Su serin,
Çınar ulu,
Ben şiir yazıyorum.
Kedi uyukluyor
Güneş sıcak.
Çok şükür yaşıyoruz.
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze...
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri

28 Moskova (F.Melda Kalyoncu'dan).jpg

Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
Bahçesinde ebruliii
Hanımeli
Açan bir ev.

Bir dev gibi seviyordu dev.
Ve elleri öyle büyük işler için
Hazırlanmıştı ki devin,
Yapamazdı yapısını,
Çalamazdı kapısını
Bahçesinde ebruliiii
Hanımeli
Açan evin.

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
Yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! Deyip mavi gözlü deve,
Girdi zengin bir cücenin kolunda
Bahçesinde ebruliiii
Hanımeli
Açan eve.

Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
Dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
Bahçesinde ebruliiiii
Hanımeli
Açan ev..
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Mavi Liman

10 Portreler.jpg


Mavi Liman

Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Kubbeli, çınarlı, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın...
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Memet

16 1948, Bursa (Samiye Yaltırım Albümü).jpg


Memet

Karşı yalı memleket,
Sesleniyorum Varna'dan,

İşitiyor musun?
Memet! Memet!

Karadeniz akıyor durmadan,
Deli hasret, deli hasret,
Oğlum, sana sesleniyorum,

İşitiyor musun?

Memet! Memet!
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Memleketim

2015-07-12_011203.jpg


Memleketim

Memleketim, memleketim, memleketim,
Ne kasketim kaldı senin ora işi
Ne yollarını taşımış ayakkabım,
Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
Şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
Enfarktında yüreğimin,
Alnımın çizgilerindesin memleketim,
Memleketim,
Memleketim...
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Memleketimden İnsan Manzaraları

2015-07-12_011858.jpg

Memleketimden İnsan Manzaraları

İkinci bölüm

I

Atlantiğin dibinde upuzun yatıyorum, efendim,
Atlantiğin dibinde
Dirseğime dayanmış.
Bakıyorum yukarıya:
Bir denizaltı gemisi görüyorum,
Yukarıda, çok yukarıda, başımın üzerinde,
Yüzüyor elli metre derinde,
Balık gibi, efendim,
Zırhının ve suyun içinde balık gibi kapalı ve ketum.
Orası cam göbeği aydınlık.
Orda, efendim,
Orda yeşil, yeşil,
Orda ışıl ışıl,
Orda yıldız yıldız yanıyor milyonlarla mum.
Orda, ey demir çarıklı ruhum,
Orda tepişmeden çiftleşmeler, çığlıksız doğum,
Orda dünyamızın ilk kımıldanan eti,
Orda bir hamam tasının mahrem şehveti,
Mahrem şehveti efendim,
Gümüş kuşlu bir hamam tasının
Ve koynuna ilk girdiğim kadının kızıl saçları.
Orda rengarenk otları, köksüz ağaçları
Kıvıl kıvıl mahlukları deniz dünyasının,
Orda hayat, tuz, iyot,
Orda başlangıcımız, hacı baba,
Orda başlangıcımız
Ve orda hain, çelik ve sinsi
Bir denizaltı gemisi.
400 metroya kadar sızıyor ışık.
Sonra alabildiğine derin
Alabildiğine derin karanlık.
Yalnız ara sıra
Acayip balıklar geçiyor karanlığın içinde
Işık saçarak.
Sonra onlar da yok.
Artık dibe kadar inen
Kat kat kalın sular kati ve mutlak
Ve en dipte ben.
Ben, upuzun yatıyorum, hacı baba,
Upuzun yatıyorum dibinde Atlantiğin
Dirseğime dayanmış,
Bakıyorum yukarlara.
Avrupa Amerika' dan Atlantiğin yüzünde ayrıdır
Dibinde değil.
Gaz gemileri gidiyor yukarda, çok yukarda, birbiri peşi sıra.
Omurgalarının altını görüyorum,
Omurgalarının altını.
Dönüyor keyifli keyifli pervaneleri.
Dümenleri ne tuhaf suyun içinde
İnsanın tutup tutup kıvırası geliyor.
Köpek balıkları geçti gemilerin altından,
Karınlarını gördüm
Ağızları da orda.
Gemiler şaşırdılar birdenbire,
Herhalde köpek balıklarından değil.
Denizaltı gemisi bir torpil attı, efendim
Bir torpil.
Gemilerin dümenlerine baktım:
Telaşlı ve korkaktılar.
Gemilerin omurgalarında imdat arar gibi bir hal vardı,
Gemiler bir bıçak darbesinden en yumuşak yerini
Karnını saklamak isteyen insanlara benziyorlardı.
Denizaltılar birden üç oldular, derken, altı, yedi, sekiz.
Gaz gemileri düşmana ateş açarak
İnsanlarını ve yüklerini suya döküp saçarak
Batmaya başladılar.
Mazot, gaz, benzin,
Tutuştu yüzü denizin.
Bir alev deryasıdır şimdi yukarda akan,
Yağlı ve yapışkan
Bir alev deryası efendim.
Kıpkızıl, gömgök, kapkara,
Arzın ilk teşekkülü hengamesinden bir manzara.
Ve denizin yüzüne yakın suyun içi allak bullak.
Köpürüp, dağılıp parçalanmalar.
Yukardan dibe doğru inen gaz gemisine bak.
Gece uykuda gezenler gibi bir hali var:
Lunatik.
Geçti kargaşalığı,
Girdi deniz dünyasının cennetine.
Fakat durmadan iniyor.
Kayboldu ıslak karanlıkta.
Artık baskıya dayanamaz, parçalanır.
Ve direği, efendim, bacası yahut
Nerdeyse yanıma düşer.
Yukarda insanla dolu denizin içi.
Bir tortu gibi dibe çöküyorlar
Tortu gibi çöküyorlar, hacı baba.
Baş aşağı, baş yukarı,
Uzanıp kısalıyor, bir şeyler aranıyor kolları bacakları.
Ve hiçbir yere, hiçbir şeye tutunamadan
Onlarda iniyorlar dibe doğru.
Birden bire bir denizaltı düştü yanı başıma.
Parçalanmış bir tabut gibi açıldı köprü üstü kaportası
Ve Münihli Hans Müller dışarı çıkıverdi.
39 ilkbaharında denizaltıcı olmadan önce
Münihli Hans Müller
Hitler hücum kıtası altıncı tabur
Birinci bölük
Dördüncü mangada sağdan üçüncü neferdi.
Münihli Hans Müller
Üç şey severdi:
1-altın köpüklü arpa suyu
2-şarki prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna.
3-kırmızı lahana.
Münihli Hans Müller için
Vazife üçtü:
1-çakan bir şimşek
Gibi mafevke selam vermek.
2-yemin etmek tabancanın üzerine.
3-günde asgari üç çıfıt çevirip
Sövmek silsilelerine.
Münihli Hans Müller'in
Kafasında, yüreğinde, dilinde üç korku vardı:
1-der Führer.
2-der Führer.
3.der führer.
Münihli Hans müller
Sevgisi, vazifesi ve korkusuyla
39 ilkbaharına kadar
Bahtiyar
Yaşıyordu.
Ve Vagneryen bir operada do sesi gibi heybetli
Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli
Anna' nın
Tereyağı ve yumurta krizinden şikayet etmesine
Şaşıyordu.
Diyordu ki ona:
Bir düşün Anna,
Yepyeni bir manevra kayışı takacağım,
Pırıl pırıl çizmeler giyeceğim ben.
Sen beyaz ve uzun entari giyeceksin,
Bal mumundan çiçekler takacaksın başına.
Tepemizde çatılmış kılıçların altından geçeceğiz.
Ve mutlak
Hepsi erkek 12 çocuğumuz olacak.
Bir düşün Anna,
Tereyağı, yumurta yiyeceğiz diye
Top, tüfek yapmazsak eğer
Yarın 12 oğlumuz nasıl muharebe eder?
Münihlinin 12 oğlu muharebe edemediler
Çünkü doğamadılar,
Çünkü henüz, efendim, Anna'yla zifaf vaki olmadan önce
Bizzat harbe girdi Hans Müller.
Ve şimdi 41 sonbaharı sonlarında
Dibinde Atlantiğin
Benim karşımda durmaktadır.
Seyrek sarı saçları ıslak,
Kırmızı sivri burnunda esef,
Ve ince dudaklarının kıyılarında keder.
Yanı başımda durduğu halde
Yüzüme çok uzaklardan bakıyor,
İnsanın yüzüne nasıl bakarsa ölüler.
Ben biliyorum ki, o bir daha görmeyecek Anna'yı,
Ve artık bir daha arpa suyu içip
Yiyemeyecek kırmızı lahanayı.
Ben bütün bunları biliyorum, efendim,
Ama o bütün bunları bilmiyor.
Gözü bir parça yaşlı,
Silmiyor.
Cebinde parası var,
Çoğalıp eksilmiyor.
Ve işin tuhafı
Artık ne kimseyi öldürebilir
Ne de kendisi ölebilir bir daha.
Şimdi şişecek birazdan,
Yükselecek yukarıya,
Sular sallayacak onu
Ve balıklar yiyecek sivri burnunu.
Ben
Hans Müller'e bakıp, hacı baba, bunları düşünürken
Yanımızda peyda oluverdi
Liverpul limanından Harri Tomson.
Gaz gemilerinden birinde serdümendi.
Kaşları ve kirpikleri yanmıştı.
Gözleri sımsıkı kapalıydı.
Şişman ve matruştu.
Bir karısı vardı Tomson' un:
Tavan süpürgesi gibi bir kadın,
Tavan süpürgesi gibi, efendim, zayıf, uzun, titiz, temiz
Ve tavan süpürgesi gibi münasebetsiz.
Bir oğlu vardı Tomson' un:
Altı yaşında bir oğlan, hacı baba,
Tombul mu tombul, pembe beyaz, sarı papa mı sarı papa.
Tuttum Tomson'un elinden.
Açmadı gözlerini.
"-vefat ettiniz" dedim.
"-evet " dedi, "İngiliz imparatorluğu ve hürriyeti için:
Canım isterse, harp içinde bile Çörçil' e sövmek hürriyeti
Ve canım istemese de aç kalmak hürriyeti uğruna.
Fakat değişecek hürriyette bu son bahis,
Harpten sonra artık işsiz ve aç kalacak değiliz.
Planı hazırlıyor lordlarımızdan biri.
Adalet: ihtilalsiz.
Ben İngiliz İmparatorluğu’nu dağıtmaya gelmedim, dedi Çörçil.
Ben de ihtilal çıkarmaya gelmedim:
Buna Kenterburi baş piskoposu
Bizim Tredünyonun reisi
Ve karım razı değil.
Ay bek yur pardın.
İşte bu kadar,
Nokta, son."
Sustu Tomson.
Ve ağzını açmadı bir daha.
İngilizler fazla konuşmayı sevmezler,
Hele Hümoru seven ölü İngilizler.
Tomson' la müller'i yanyana yatırdım.
Şiştiler yan yana,
Yan yana yükseldiler yukarı doğru.
Balıklar Tomson'u afiyetle yediler,
Fakat dokunmadılar ötekisine,
Hans' ın etiyle zehirlenmekten korktular anlaşılan.
Hayvan deyip geçme, hacı baba,
Sen de hayvansın ama
Akıllı bir hayvan...
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Memleketimden İnsan Manzaralarından

2015-07-12_011316.jpg

Memleketimden İnsan Manzaralarından

Haydarpaşa garında
1941 baharında
Saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
Yorgunluk ve telaş
Bir adam
Merdivenlerde duruyor
Bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun
Yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
-galip usta-
Tuhaf şeyler düşünmekle
Meşhurdur:
"kâat helvası yesem her gün" diye düşündü
5 yaşında.
"mektebe gitsem" diye düşündü
10 yaşında.
"babamın bıçakçı dükkânından
Akşam ezanından önce çıksam" diye düşündü
11 yaşında.
"sarı iskarpinlerim olsa
Kızlar bana baksalar" diye düşündü
15 yaşında.
"babam neden kapattı dükkânını?"
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına"
Diye düşündü
16 yaşında.
"gündeliğim artar mı?" diye düşündü
20 yaşında.
"babam ellisinde öldü,
Ben de böyle tez mi öleceğim?"
Diye düşündü
21 yaşındayken.
"işsiz kalırsam" diye düşündü
22 yaşında.
"işsiz kalırsam" diye düşündü
23 yaşında.
"işsiz kalırsam" diye düşündü
24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
"işsiz kalırsam" diye düşündü
50 yaşına kadar.
51 yaşında "ihtiyarladım" dedi,
"babamdan bir yıl fazla yaşadım."
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
Kaptırmış kafasını
Düşüncelerin en tuhafına:
"kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorganım olacak mı?"
Diye düşünüyor.
Burnu sivri ve uzun.
Yanaklarının üstü çopur.

Denizde balık kokusuyla
Döşemelerde tahta kurularıyla gelir
Haydarpaşa garında bahar
Sepetler ve heybeler
Merdivenlerden inip
Merdivenlerden çıkıp
Merdivenlerde duruyorlar.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Memleketimi Seviyorum

2015-07-12_010414.jpg

Memleketimi Seviyorum

Memleketimi seviyorum :
Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım.
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı
Memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.

Memleketim :
Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya,
Kurşun kubbeler ve fabrika bacaları
Benim o kendi kendinden bile gizleyerek
Sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir.

Memleketim.
Memleketim ne kadar geniş :
Dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana.
Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum.
Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum
Ve güneye
Pamuk işleyenlere gitmek için
Toroslardan bir kerre olsun geçemedim diye
Utanıyorum.

Memleketim :
Develer, tren, Ford arabaları ve hasta eşekler,
Kavak
Söğüt
Ve kırmızı toprak.

Memleketim.
Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven
Alabalık
Ve onun yarım kiloluğu
Pulsuz, gümüş derisinde kızıltılarla
Bolu'nun Abant gölünde yüzer.

Memleketim :
Ankara ovasında keçiler :
Kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması.
Yağlı, ağır fındığı Giresun'un.
Al yanakları mis gibi kokan Amasya elması,
Zeytin
İncir
Kavun
Ve renk renk
Salkım salkım üzümler
Ve sonra kara saban
Ve sonra kara sığır
Ve sonra : ileri, güzel, iyi
Her şeyi
Hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır,
Çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım
Yarı aç, yarı tok
Yarı esir...
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Merhaba Çocuklar

2015-07-12_010331.jpg

Merhaba Çocuklar

Nazım, ne mutlu sana
Canı gönülden,
Ferah ve emin,
«merhaba,» diyebildin.

Sene 940.
Aylardan temmuz.
Ayın ilk perşembesi günlerden.
Saat: 9.

Mektuplarınıza böyle mufassal tarih atın.
Öyle bir dünyada yaşıyoruz
Ki en kalın kitaptan çok yazısı var:
Ayın, günün ve saatin.

Merhaba, çocuklar.

Bir geniş
Bir büyük «merhaba» demek,
Sonra bitirmeden sözümü
Yüzünüze bakıp gülerek
— kurnaz ve bahtiyar —
Kırpmak gözümü...

Biz ne mükemmel dostlarız ki
Kelimesiz ve yazısız
Anlaşırız...

Merhaba, çocuklar,
Merhaba cümleten...
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Merih'e Giden Kosmos

2015-07-05_042229.jpg


Merih'e Giden Kosmos

Merih'e giden kosmos gemisinde turistler
Yeryüzüyce yazılmış şiirler okuyacak.
Her sözü beste beste, renk renk, kat kat açarak
En sırlı çekirdeğe ulaşabilecekler.
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Mor Menekşe, Aç Dostlar ve Altın Gözlü Çocuk

2015-07-12_010050.jpg

Mor Menekşe, Aç Dostlar ve Altın Gözlü Çocuk

Abe şair,
Bizim de bir çift sözümüz var
«aşka dair.»
O meretten biz de çakarız
Biraz..

Deli çığlıklar atıp avaz avaz
Burnumun dibinden gelip geçti yaz
Sarı
Tahta vagonları
Ter, tütün ve ot kokan
Bir tren gibi.
Halbuki ben
İstiyordum ki gelsin o
Kırmızı bakır bakracında bana
Sıcak süt getiren gibi...
Fakat neylersin,
Yaz böyle gelmedi,
Yaz böyle gelmiyor,
Böyle gelmiyor, hay anasını... Şey!..

EEEEEEEEEY...
Kızım, annem, karım, kardeşim
Sen
Başında güneşler esen
Altın gözlü çocuk,
Altın gözlü çocuğum benim;
Deli çığlıklar atıp avaz avaz
Burnumun dibinden gelip geçti de yaz,
Ben, bir demet mor menekşe olsun
Getiremedim
Sana!
Ne halt edek
Dostların karnı açtı
Kıydık menekşe parasına!


1930
 

Murat.Y

Üye
Üye
Katılım
Eyl 9, 2014
Mesajlar
1,998
Tepkime Puanı
0
Puanları
0
Nazım Hikmet - Mukaddes Karın

2015-07-12_012230.jpg

Mukaddes Karın

Sen ey kırmızı gözlü ana,
Sen ey kahredip yaratan,
Sen ey köprü altlarında sularlayan yana
Yatan.
Sen ey yangınlı meydanların sesi..
Sen ey şiirlerin şiiri, bestelerin bestesi..
Sen ey kardeşim
Sen ey kahrolası
Sen ey darağaçlık.
Sen ey
Her şey,
Sen ey AÇLIK!!!
Çıplak ayaklarına alnımı koyar
Andederim ki,
Derim ki:
DÖĞÜŞECEĞİM,
Benim, bizim, onun, onların değil
SENİN mukaddes karnın doyana kadar...

1929
 
Tekerlekli Sandalye
Üst