Nazım Hikmet - Kuvayi Milliye
Kuvayi Milliye
  
Başlangıç 
Birinci bap    
İkinci bap    
Üçüncü bap    
Dördüncü bap    
Başlangıç 
 
Onlar 
  
Onlar ki toprakta karınca, 
Suda balık, havada kuş kadar çokturlar; 
Korkak, cesur, cahil, hakîm ve çocukturlar 
Ve kahreden yaratan ki onlardır, 
Destanımızda yalnız onların maceraları vardır.
Onlar ki uyup hainin iğvasına 
Sancaklarını elden yere düşürürler 
Ve düşmanı meydanda koyup 
Kaçarlar evlerine 
Ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler 
Ve yeşil bir ağaç gibi gülen 
Ve merasimsiz ağlayan 
Ve ana avrat küfreden ki onlardır, 
Destanımızda yalnız onların maceraları vardır.
Demir, kömür ve şeker 
Ve kırmızı bakır 
Ve mensucat 
Ve sevda ve zulüm ve hayat 
Ve bilcümle sanayi kollarının 
Ve gökyüzü ve sahra ve mavi okyanus 
Ve kederli nehir yollarının, 
Sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı 
Bir şafak vakti değişmiş olur, 
Bir şafak vakti karanlığın kenarından 
Onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman.
En bilgin aynalara 
En renkli şekilleri aksettiren onlardır. 
Asırda onlar yendi, onlar yenildi. 
Çok sözler edildi onlara dair 
Ve onlar için : 
Zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, denildi.
Birinci bap 
 
Yıl 1918-1919 
Ve 
Karayılan hikâyesi 
  
 
Ateşi ve ihaneti gördük 
Ve yanan gözlerimizle durduk 
Bu dünyanın üzerinde. 
İstanbul 918 teşrinlerinde, 
İzmir 919 mayısında 
Ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar : 
Mayıs ortalarından 
Haziran ortalarına kadar 
Yani tütün kırma mevsimi, 
Yani, arpalar biçilip buğdaya başlanırken yuvarlandılar... 
Adana, Antep, Urfa, Maraş : 
Düşmüş dövüşüyordu...
Ateşi ve ihaneti gördük. 
Ve kanlı bankerler pazarında 
Memleketi Alaman'a satanlar, 
Yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar 
Düştüler can kaygusuna 
Ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından 
Karanlığa karışarak basıp gittiler. 
Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet, 
En azılı düvellerle dövüşüyordu fakat, 
Dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat, 
İki kat soyulmamak için.
Ateşi ve ihaneti gördük. 
Murat nehri, canik dağları ve Fırat, 
Yeşilırmak, Kızılırmak, 
Gültepe, Tilbeşar ovası, 
Gördü uzun dişli İngiliz’i. 
Ve aksu'yla köpsu, 
Karagöl'le söğüt gölü 
Ve gümüş basamaklı türbesinde yatan 
Büyük, âşık ölü, 
Şapkası horoz tüylü İtalyan’ı gördü. 
Ve Çukurova, 
Kıyasıya düzlük, 
Uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya 
Ve Seyhan ve Ceyhan 
Ve kara gözlü yürük kızı, 
Gördü mavi üniformalı Fransız’ı. 
Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte. 
Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu 
Ve ağalar : 
Bağdasar ağa'dan 
Kellesi büyük Mehmet ağa'ya kadar, 
Düşmanla birlik oldular. 
Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp, 
Gelinlerin ırzına geçip, 
Çocukları öldürüp ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman, 
Dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan 
Ve çığ gibi çoğaldı çeteler 
Ve köylülerden paşalar görüldü, 
Kara donlu köylülerden. 
Ve bizim tarafa geçenler oldu 
Tunuslu ve Hintli kölelerden. 
Ve Türkistanlı hacı Ahmet, 
Kısık gözleri, seyrek sakalı, hafif makineli tüfeğiyle 
Dağlarda bir başına dolaştı. 
Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü 
Ve ay ışığında ve yıldız alacasında geceleyin, 
Ne zaman sıkışsa bizimkiler, 
Peyda oluverdi, yerden biter gibi o 
Ve ateş etti ve düşmanı dağıttı ve kayboldu dağlarda yine.
Ateşi ve ihaneti gördük. 
Dayandık, 
Dayandık her yanda, 
Dayandık İzmir’de, aydın'da, 
Adana'da dayandık, 
Dayandık, Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te.
Antepliler silâhşor olur, 
Uçan turnayı gözünden 
Kaçan tavşanı ard ayağından vururlar 
Ve Arap kısrağının üstünde 
Taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.
Antep sıcak, 
Antep çetin yerdir. 
Antepliler silâhşor olur. 
Antepliler yiğit kişilerdir.
Karayılan 
Karayılan olmazdan önce 
Antep köylüklerinde ırgattı. 
Belki rahatsızdı, belki rahattı, 
Bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular, 
Yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi 
Ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar. 
Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur, 
Onun atı, silâhı, toprağı yoktu. 
Boynu yine böyle çöp gibi ince 
Ve böyle kocaman kafalıydı karayılan 
Karayılan olmazdan önce.
Düşman Antep’e girince 
Antepliler onu korkusunu saklayan 
Bir fıstık ağacından alıp indirdiler.
Altına bir at çekip eline bir mavzer verdiler.
Antep çetin yerdir. 
Kırmızı kayalarda yeşil kertenkeleler. 
Sıcak bulutlar dolaşır havada ileri geri...
Düşman tutmuştu tepeleri, 
Düşmanın topu vardı. 
Antepliler düz ovada sıkışmışlardı. 
Düşman şarapnel döküyordu, 
Toprağı kökünden söküyordu. 
Düşman tutmuştu tepeleri. 
Akan : Antep’in kanıydı.
Düz ovada bir gül fidanıydı 
Karayılan'ın 
Karayılan olmazdan önceki siperi. 
Bu fidan öyle küçük, 
Korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun, 
Namlıya tek fişek sürmeden 
Yatıyordu yüzükoyun.
Antep sıcak, antep çetin yerdir. 
Antepliler silâhşor olur. 
Antepliler yiğit kişilerdir. 
Fakat düşmanın topu vardı. 
Ve ne çare, kader, düz ovayı Antepliler düşmana bırakacaklardı.
«Karayılan» olmazdan önce 
Umurunda değildi karayılan'ın 
Kıyamete dek düşmana verseler antep'i. 
Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar. 
Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi, 
Korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.
Siperi bir gül fidanıydı onun, 
Gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun 
Ak bir taşın ardından 
Kara bir yılan çıkardı kafasını. 
Derisi ışıl ışıl, 
Gözleri ateşten al, dili çataldı. 
Birden bir kurşun gelip 
Kafasını aldı. 
Hayvan devrildi kaldı.
Karayılan 
Karayılan olmazdan önce 
Kara yılanın encamını görünce 
Haykırdı avaz avaz 
Ömrünün ilk düşüncesini. 
«ibret al, deli gönlüm, 
Demir sandıkta saklansan bulur seni, 
Ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp 
Bir tarla sıçanı kadar korkak olan, 
Fırlayıp atlayınca ileri 
Bir dehşet aldı Anteplileri, 
Seğirttiler peşince. 
Düşmanı tepelerde yediler. 
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp 
Bir tarla sıçanı kadar korkak olana : 
Karayılan dediler.
«karayılan der ki : harbe oturak, 
Kilis yollarından kelle getirek, 
Nerde düşman varsa orda biterek, 
Vurun ha yiğitler namus günüdür...»
Ve biz de bunu böylece duyduk 
Ve çetesinin başında yıllarca namı yürüyen 
Karayılan'ı ve Anteplileri ve Antep’i 
Aynen duyup işittiğimiz gibi 
Destanımızın birinci babına koyduk. 
 
İkinci bap 
 
Yıl yine 1919 
Ve
 
İstanbul'un hâli
 
Ve 
Erzurum ve Sivas kongreleri 
Ve 
Kambur Kerim'in hikayesi 
  
 
Biz ki İstanbul şehriyiz, 
Seferberliği görmüşüz : 
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin, 
Vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi 
Bir de ittihatçılar, bir de uzun konçlu alman çizmesi 
914'ten 18'e kadar yedi bitirdi bizi. 
Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker 
Erimiş altın pahasında gazyağı 
Ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular 
Sidiklerini yaktılar 5 numara lambalarında. 
Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa ve süpürge tohumu 
Ve çöp gibi kaldı çocukların boynu. 
Ve lakin Tarabya' da, Pötişan'da ve ada'da kulüp'te 
Aktı ren şarapları su gibi 
Ve şekerin sahibi 
Kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıkları. 
Miloviç de beyaz at gibi bir karı. 
Bir de sakalı Halife'nin, 
Bir de vilhelm'in bıyıkları.
Biz ki İstanbul şehriyiz, 
Güzelizdir, 
Dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir. 
Öfkeli, büyük bir şair : 
«ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir» 
Demiş bize ve bir başkası, 
Yekpare Acem mülkünü feda etti bir sengimize.
Biz ki İstanbul şehriyiz, 
İşte, arz ederiz halimizi 
Türk halkının yüce katına. 
Mevsim yazdır, 
919'dur. 
Ve teşrinlerinde geçen yılın 
Dört düvele teslim ettiler bizi, 
Gözü kanlı dört düvele 
Anadan doğma çırılçıplak. 
Ve kurumuştu ve kan içindeydi memelerimiz.
Biz ki İstanbul şehriyiz, 
Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan bir de yunan, 
Bir de zavallı Afrika zencileri 
Yer bitirir bizi bir yandan, 
Bir yandan da kendi köpek döllerimiz : 
Vahdettin sultan, ve damadı Ferit 
Ve İngiliz muhipleri ve mandacılar.
Biz ki İstanbul şehriyiz, 
Yüce Türk halkı, 
Malûmun olsun çektiğimiz acılar...
919 Temmuzunun 23'üncü günü 
Pek mütevazı bir mektep salonunda 
İn'ikad etti Erzurum kongresi.
Erzurum'un kışı zorludur balam, 
Tandırında tezek yakar Erzurum, 
Buz tutar yiğitlerinin bıyığı 
Ve geceleyin karlı ovada 
Kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.
Erzurum'da kavaklar, balam, 
Erzurum'da kavaklar tane tane, 
Kavaklarda tane tane yapraklar. 
Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez 
Erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.
Erzurum'un düzdür, topraktır damı. 
Erzurum güzelleri giyer, balam, incecik ak yünden ehramı. 
Yürek boynun büker, balam, Erzurumlu türkülere. 
Halim selimdir Erzurum’un adamı ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...
Erzurum'da on dört gün sürdü kongre : 
Orda, mazlum milletlerden bahsedildi 
Bütün mazlum milletlerden 
Ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.
Orda, bir şûrayı millî'den bahsedildi, 
İradei Milliyeye müstenit bir şûrayı millî'den. 
Buna rağmen, 
«asi gelmeyelim» diyenler vardı, 
«makamı hilâfet ve saltanata.» 
Hattâ casuslar vardı içerde.
Buna rağmen, 
«bütün aksamı vatan bir küldür» denildi. 
«kabul olunmaz,» denildi, 
«manda ve himaye...»
Buna rağmen, 
İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar, 
Türk halkından kesmişlerdi umudu. 
Yağdırıldı telgraflar Erzurum’a : 
«Amerikan mandası altına girelim,» diye. 
«istiklâl, diyorlardı, şayanı arzu ve tercihtir, amma 
Bugün bu, diyorlardı, mümkün değil, 
Birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde, 
Şu halde, diyorlardı, şu halde, 
Memâliki Osmaniye’nin cümlesine Şamil 
Amerikan mandaterliğini talep etmeği 
Memleketimiz için en nâfi 
Bir şekli hal kabul ediyoruz.»
Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu. 
Erzurum'un kışı zorludur balam, 
Buz tutar yiğitlerin bıyığı. 
Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam, 
Kabullenmez yılgınlığı...
İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar, 
Tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler, 
Çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri 
Ve biçare telgraf telleri 
Devretmek için Amerika’ya Anadolu’yu 
Şöyle diyorlardı Erzurum’dakilere : 
«bizi bir başımıza bıraksalar, 
Tarafgirlik, cehalet ve çok konuşmaktan başka müspet bir hayat kuramayız. 
İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor. 
Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika. 
Ne olacak, 
Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz, 
Sonra yeni dünya'nın sayesinde 
İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan 
Bir Türkiye vücuda geliverir. 
Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına 
Nasıl bir idare kurduğunu Avrupa’ya göstermek ister. 
Hem artık işi uzatmağa gelmez. 
Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz. 
Sergüzeşt ve cidal devri geçmiştir : 
Türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.» 
  
4 Eylül 919'da toplandı Sivas kongresi, 
Ve 8 eylülde kongrede bu sefer 
Yine ortaya çıktı Amerikan mandası. 
Ak koyunla kara koyunun 
Geçitte belli olduğu günlerdi o günler. 
Ve İstanbul’dan gelen bazı zevat, 
Sapsarı yılgınlıklarıyla beraber 
Ve ihanetleriyle birlikte 
Bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler. 
Ve Erzurumlulardan ve Sivaslılardan ve Türk milletinden çok 
İşbu mister Bravn'a güveniyorlardı. 
Bu zevata : 
«istiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!» denildi. 
Fakat ayak diredi efendiler : 
«mandanın, istiklâli ihlâl etmeyeceği muhakkak iken,» dediler, 
«herhalde bir müzaherete muhtacız diyorum ben,» dediler, 
«hem zaten,» dediler, 
«birbirine mani şeyler değildir istiklâl ile manda. Ve esasen,» dediler, 
«müstakil kalamayız böyle bir zamanda. Memleket harap, toprak çorak, 
Borcumuz 500 milyon, varidat ise 15 milyon ancak. 
Ve Allah muhafaza buyursun 
İzmir kalsa Yunanistan’da ve harbetsek, 
Düşmanımız vapurla asker getirir. 
Biz Erzurum’dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz? 
Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,» dediler. 
«onlar dretnot yapıyor, biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz. 
Hem, İstanbul’daki Amerikan dostlarımız : 
Mandamız korkunç değildir, diyorlar, 
Cemiyeti akvam nizamnamesine dahildir, diyorlar.»
Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul’dan gelen zevat. 
Sivas, mandayı kabul etmedi fakat, 
«hey gidi deli gönlüm,» dedi, 
«akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm, ya istiklal, ya ölüm!» dedi.
Kambur kerim de böyle dedi aynen. 
Adapazarılıydı kambur kerim. 
Seferberlikte ölen babası marangozdu. 
Seferberlik denince aklına kerim'in : 
Çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü, 
Fahri bey çiftliğinde patates toplayıp 
Kaz gütmek, mektep kitapları ve bir de saçları altın gibi sarı 
Fakat alnı çizgiler içinde anası gelir. 
335'te kerim Eskişehir’e gitti, 
Mektebe, teyzelerine ve dayısına. 
Dayısı şimendiferde makinistti. 
Düşman elindeydi Eskişehir. 
Kerim on dört yaşındaydı, 
Kamburu yoktu. 
Dümdüzdü fidan gibi ve dünyaya meraklı bir çocuktu. 
Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi 
Kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri 
(çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın) 
Hintli askerlerle dost oldu kerim. 
Bunlar (şaşılacak şey) Türkçe bilmeyen 
Ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak, 
Avuçlarının üstü esmer, içi ak 
Ve tel örgülerin üzerinden 
Kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı. 
Kocaman bir ambarları vardı, 
Kerim içinde oynardı. 
Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm, 
(şaşılacak şey, katırların yemesi için) 
Ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar. 
Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim'e : 
«ambardan silah çalıp bana getir, 
Gavura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.» 
Ve ambardan silah çaldı kerim : 
Bir, bir tane daha beş, on. 
Aldattı Hindistanlı dostlarını 
Zeybekleri daha çok sevdiğinden. 
Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti, 
Kerim geçirdi onları istasyona kadar. 
Ertesi gün lefke köprüsünü atıp 
Zeybekler gelince Eskişehir’e 
Dayısı kerim'i elinden tutup verdi onlara. 
Ve işte o günden sonra bugüne kadar 
Kahraman bir türküdür ömrü kerim'in. 
Eskişehir'den alıp onu 
«Kocaeli grubu» paşasına götürdüler. 
Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.
Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi, 
Sığırtmaç olmayı 
-zaten bilgisi vardı bunda- 
Kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi, 
Gizlenmeyi ormanda. 
Ve bütün bu marifetleriyle kerim 
Kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak 
Ve «geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak 
Düşman içinden geçip getirdi haber götürdü haber. 
Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler, 
Bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o. 
Ve bir fidan gibi düz bir fidan gibi cesur 
Bir fidan gibi vaat eden bir çocuğun 
Sevinçle oynadığı bu müthiş oyun sürdü 1337'ye kadar...
Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir : 
Yüksek kalın. 
Gökyüzü gözükmez. 
Durgun bir geceydi. 
Hafif yağmur yağmıştı biraz önce. 
Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar 
Karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri kerim'in. 
Solda ilerde tepenin eteğinde ateş yanıyordu : 
«tekneciler» diye anılan gavur çetelerinin olmalı. 
Dallardan damlalar düşüyordu kerim'in yüzüne. 
Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor. 
İpsiz recep'in yanından dönüyordu kerim. 
Kâatlar götürmüş kâatlar getiriyor. 
Birdenbire durdu beygir, 
Heykel gibi, 
-teknecilerin ateşini görmüş olacak- 
Sonra birdenbire dörtnala kalktı. 
Şaşırdı kerim. 
Dizginleri bıraktı. 
Sarıldı beygirin boynuna. 
Deli gibi gidiyordu hayvan. 
Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar. 
Meşeleri ve gürgenleriyle orman 
Karanlık  bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan. 
Kim bilir kaç saat böyle gidildi. 
Orman bitti birdenbire. 
-ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı- 
Ve kerim aynı hızla geldiği zaman 
Armaşa'nın altında başdeğirmenler'e 
Beygir ansızın kapaklandı yere, tekerlendi Kerim. 
Doğruldu. 
Ve aklına ilk gelen şey 
Saatine bakmak oldu. 
Kırılmıştı camı. 
Bindi beygire tekrar. 
Hayvan topallıyordu biraz. 
Uslu uslu yola koyuldular. 
Sol kulağı kanıyordu kerim'in, 
Kirezce'ye geldiler 
(Sapanca’yla Arifiye arası), 
Kerim durdu, 
Biraz zor nefes alıyordu. 
Geyve'ye girdi ertesi akşam. 
Beli o kadar ağrıyordu ki 
İnemedi beygirden indirdiler. 
Kerim'i bir yaylıya bindirdiler. 
Adapazarı. 
Sonra belki on gün, belki on beş, 
Kağnılar, mekkâre arabaları, 
Sonra, gitgide daralan nefesi, 
Yahşihan, Konya, sile nahiyesi 
(burada malûl gaziler için takma kol ve bacak yapılıyordu), 
Ve nihayet hatçehan köyünden çıkıkçı şerif usta. 
Hâlâ rüyalarında görür Kerim 
İncecik bir yoldan eşekle gelip 
Üzerine doğru eğilen 
Bu çiçek bozuğu insan yüzünü. 
Usta, ovdu Kerim'i bayıltıncaya kadar. 
Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini. 
Yirmi gün geçti aradan. 
Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden 
Kerim'i kambur çıkardılar.
  
Üçüncü bap 
 
Yıl 1920
 
Ve 
Arhaveli İsmail’in hikâyesi  
 
Ateşi ve ihaneti gördük.
Düşman ordusu yine başladı yürümeğe. 
Akhisar, Karacabey, 
Bursa ve Bursa’nın doğusunda aksu, çarpışarak çekildik... 
920'nin 29 Ağustos'u : 
Uşak düştü. 
Yaralı ve dehşetli kızgın fakat toprağımızdan emin, 
Dumlupınar sırtlarındayız. 
Nazilli düştü.
Ateşi ve ihaneti gördük. 
Dayandık dayanmaktayız.
1920 şubat, nisan, mayıs, 
Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı : 
İçimizde hilafet ordusu, anzavur isyanları. 
Ve aynı sıradan, 
3 Ekim Konya. 
Sabah. 
500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla delibaş girdi şehre. 
Alâeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler. 
Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp ölümlerine giderken 
Terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.
Ve 29 aralık Kütahya : 
4 top ve 1800 atlı bir ihanet yani Çerkez Ethem, bir gece vakti 
Kilim ve halı yüklü katırları, 
Koyun ve sığır sürülerini önüne katıp düşmana geçti. 
Yürekleri karanlık, 
Kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü, 
Atları ve kendileri semizdiler...
Ateşi ve ihaneti gördük. 
Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil. 
Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil, 
İnanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle, 
Silahları ve beygirleriyle insanlardı dayanan. 
Beygirler çirkindiler, bakımsızdılar, 
Hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi. 
Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden 
Sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı. 
İnsanlar uzun asker kaputluydu, yalınayaktı insanlar. 
İnsanların başında kalpak, yüreklerinde keder, 
Yüreklerinde müthiş bir ümit vardı. 
İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler. 
İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla 
Köy odalarında unutulmuştular. 
Ve orda sargı, deri ve asker postalları halinde 
Yan yana, sırtüstü yatıyorlardı. 
Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden eğrilip bükülmüştü 
Ve avuçlarında toprak ve kan vardı.
Ve asker kaçakları, 
Korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla 
Karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı. 
Acıkmıştılar, 
Merhametsizdiler, 
Bedbahttılar. 
Şosenin ıssız beyazlığına inip 
Nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor 
Ve bolu dağında ekmek bulamadıkları için deviriyorlardı uçurumlara : 
Şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.
Ve çok uzak, çok uzaklardaki İstanbul limanında, 
Gecenin bu geç vakitlerinde, 
Kaçak silah ve asker ceketi yükleyen Laz takaları : 
Hürriyet ve ümit, su ve rüzgârdılar. 
Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar. 
Tekneleri kestane ağacındandı, 
Üç tondan on tona kadardılar 
Ve lâkin yelkenlerinin altında fındık ve tütün getirip 
Şeker ve zeytinyağı götürürlerdi. 
Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı. 
Şimdi, denizde bir insan sesinin ve demirli şileplerin kederlerini 
Ve Kabataş açıklarında sallanan saman kayıklarının fenerlerini peşlerinde bırakıp 
Ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp 
Küçük, kurnaz ve mağrur gidiyorlardı Karadeniz’e. 
Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki 
Bunlar 
Uzun eğri burunlu 
Ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki 
Sırtı lacivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için 
Hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin 
Bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...
Karanlıkta kurşuni derisi kırmızıya boyanan baltabaş gemi 
İngiliz torpidosudur. 
Ve dalgaların üstünde sallanarak alev alev yanan : 
Şaban reisin beş tonluk takası.
Kerempe fenerinin yirmi mil açığında, 
Gecenin karanlığında, 
Dalgalar minare boyundaydılar 
Ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu. 
Rüzgar : 
Yıldız - poyraz. 
Esirlerini bordasına alıp kayboldu İngiliz torpidosu. 
Şaban reisin teknesi ateşten direğiyle gömüldü suya.
Arheveli İsmail bu ölen teknedendi. 
Ve şimdi 
Kerempe fenerinin açığında, 
Batan teknenin kayığında 
Emanetiyle tek başınadır, 
Fakat yalnız değil : 
Rüzgarın, bulutların ve dalgaların kalabalığı, 
İsmail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.
Arheveli İsmail kendi kendine sordu : 
«emanetimizle varabilecek miyiz?» 
Kendine cevap verdi : 
«varmamış olmaz.»
Gece, tophane rıhtımında 
Kamacı ustası Bekir usta ona : 
«evlâdım İsmail,» dedi, 
«hiç kimseye değil,» dedi, 
«bu, sana emanettir.»
Ve kerempe fenerinde 
Düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde, 
İsmail, reisinden izin isteyip, 
«Şaban reis,» deyip, 
«emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip atladı takanın patalyasına, açıldı.
«Allah büyük ama kayık küçük» demiş Yahudi. 
İsmail bodoslamadan bir sağanak yedi, bir sağanak daha, peşinden üç-kardeşler. 
Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer alabora olacaktı.
Rüzgar tam kerte yıldıza dönüyor. 
Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor : 
Sivastopol’e giden bir geminin sancak feneri.
Elleri kanayarak çekiyor İsmail kürekleri. 
İsmail rahattır. 
Kavgadan ve emanetinden başka her şeyin haricinde, 
İsmail unsurunun içinde. 
Emanet : 
Bir ağır makineli tüfektir. 
Ve İsmail’in gözü tutmazsa liman reislerini ta Ankara’ya kadar gidip 
Onu kendi eliyle teslim edecektir.
Rüzgar bocalıyor. 
Belki karayel gösterecek. 
En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil. 
Fakat İsmail ellerine güvenir. 
O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini 
Ve kemer altında fotika'nın memesini aynı emniyetle tutarlar.
Rüzgar karayel göstermedi. 
Yüz kerte birden atlayıp rüzgar 
Bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi düştü.
İsmail beklemiyordu bunu. 
Dalgalar bir müddet daha 
Yuvarlandılar teknenin altında 
Sonra deniz dümdüz ve simsiyah durdu. 
İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri. 
Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine. 
Bir ürperme geldi İsmail’in içine. 
Ve bir balık gibi ürkerek, 
Bir sandal 
Bir çift kürek 
Ve durgun ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı. 
Ve birdenbire öyle kahrolup duydu ki insansızlığı yıldı elleri, 
Yüklendi küreklere, kırıldı kürekler.
Sular tekneyi açığa sürüklüyor. 
Artık hiçbir şey mümkün değil. 
Kaldı ölü bir denizin ortasında 
Kanayan elleri ve emanetiyle İsmail. 
İlk önce küfretti. 
Sonra, «Elham» okumak geldi içinden. 
Sonra, güldü, eğilip okşadı mübarek emaneti. 
Sonra... 
Sonra, malûm olmadı insanlara 
Arhaveli İsmail’in akıbeti...   
  
Dördüncü bap 
 
Nurettin Eşfak'ın bir mektubu 
Ve 
Bir şiiri 
  
Kardeşim, 
Sana bu mektubu Ankara’da kuyulu kahvede yazıyorum. 
Hep aynı Anadolu havalarını çalıyor gramofon 
Kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla, 
Dışarıda yağmur... 
Mektepten istifa ettim. 
Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle. 
Çocuklarımıza Türkçe okutmak, 
Öğretmek, sevdirmek onlara 
Dünyanın en diri, en taze dillerinden birini, kendi dillerini, güzel şey, büyük şey. 
Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede daha büyük daha güzel.
Biliyorum : 
İş bölümünden bahsedeceksin. 
Fakat, Ankara’da çocuklara ders vermek, 
Bozkırda ateş hattına girmek haksız ve hazin bir iş bölümü. 
Öyle günlerde yaşıyoruz ki 
Ben bir iş yapabildim diyebilmek için : 
Hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.
Bak, tam sana bunları yazarken 
Asker geçiyor sokaktan ; 
Yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak 
Meclis'in önüne doğru iniyorlar, 
İstasyona gidecekler. 
Ve türkü  söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi, 
Sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü : 
«Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak...»
Yüzleri mühim, dalgın ve yorgun. 
Tıraşları uzamış biraz. 
Elleri büyük ve esmer. 
Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.
Yine birdenbire yunus emre geldi aklıma. 
Başka türlü anlıyorum ben Yunus'u : 
Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü : 
Öte dünyaya dair değil, bu dünyaya dair kaygılarıyla...
Bir şiir yazdım, 
Garip bir şiir, 
«Türk köylüsü» diye. 
Bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak? 
Her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.
  
Kardeşin 
Nurettin Eşfak 
  
  
Türk köylüsü
Topraktan öğrenip kitapsız bilendir. 
Hoca Nasreddin gibi ağlayan Bayburtlu zihni gibi gülendir. 
Ferhad'dır kerem'dir ve keloğlan'dır. 
Yol görünür onun garip serine, 
Analar, babalar umudu keser, 
Kahbe felek ona eder oyunu. 
Çarşambayı sel alır, 
Bir yâr sever el alır, 
Kanadı kırılır çöllerde kalır, 
Ölmeden mezara koyarlar onu. 
O, «yûnusû biçâredir baştan ayağa yâredir», 
Ağu içer su yerine. 
Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeye görsün önlerine 
Ve bir kerre vakterişip 
«-gayrık yeter!...» demesinler. 
Bunu bir dediler mi, 
«İsrafil sûrunu urur, mahlûkat yerinden durur», 
Toprağın nabzı başlar onun nabızlarında atmağa. 
Ne kendi nefsini korur, ne düşmanı kayırır, 
«dağları yırtıp ayırır, kayaları kesip yol eyler abıhayat akıtmağa...»